28 Ocak 2011 Cuma

“Siz Nasıl Öğrenirsiniz?”

Öğrenme yaşamın doğal bir parçasıdır, bebekler doğdukları andan itibaren hatta anne karnındayken öğrenmeye başlarlar. Ancak her bireyin sahip olduğu güçlü alanlar ve becerilerine göre farklı bir öğrenme tarzı olabilir. Bazen de farklı öğrenme yöntemlerinin bir arada kullanılması ile en etkili öğrenme ortaya çıkar. Öğrenme tarzlarının doğrusu ya da yanlışı yoktur, ayrıca birini diğerlerine göre daha etkili olarak tanımlamak da yanıltıcı olabilir. Çünkü önemli olan bireysel özellikler ve bireyin en etkili hangi yöntemle öğrenebildiğidir.Öğrenmenin gerçekleşmesi için nörolojik 4 temel işlevin koordinasyon içinde çalışması gerekmektedir. Bu işlevler bir ya da bir kaçında sorun yaşandığında öğrenme becerileri olumsuz olarak etkilenmektedir.Bu işlevlerden ilki olan giriş; duyu organlarından gelen bilgi/uyaranın beynimize iletilmesidir. Bilgini ya da becerinin öğrenile bilmesi için ilk önce algılanması gerekir. Algılama görsel, işitse, duyusal ve hatta tad alma yollarından biri ya da birkaçı ile gerçekleşir.İkinci aşama ise işlem sürecidir. Bu süreçte beyine iletilen uyaran/bilgi değerlendirilir, ve anlamlandırılır. Bu süreçte sıralama, soyut düşünme ve planlama-organizasyon becerilerine ihtiyaç vardır. Örneğin günü planlamak, çanta-masa organizasyonu sağlamak, ders çalışmak yeni bir bilgiyi daha önceden öğrendiğimiz bilgiyle ilişkilendirmek için bu alandaki becerileri kullanırız.Üçüncü aşama olan bellek, bilginin depolanması ve gerektiğinde kullanılmak üzere hatırlanmasını sağlar. Beller ile öğrenme arasında çok güçlü bir ilişki vardır, çünkü bilgi algılanıp, işlense de gerektiğinde kullanılmak üzere geri çağrılması belleğin görevdir. Hatırlama olmadan öğrenmeyi değerlendirmek, gerçekleşir gerçekleşmediğini anlamak zordur.Dördüncü aşama ise çıktı olarak tanımlanır. Bu aşamada ise bilgi ya da uyaran bilişsel süreçlerin sonunda yazı, hareket, okuma, çizim, davranış olarak ortaya çıkar.Öğrenme hangi yöntemle, hangi koşullar altında gerçekleşirse gerçekleşsin bu 4 aşamanın birbirini sorunsuz olarak takip etmesiyle ortaya çıkar.Öğrenmek için tek bir yol/yöntemden söz etmek, öğrenme sürecinin doğasına aykırıdır aslında. Çünkü insanoğlu varolduğu günden bu yana o kadar farklı alanlarda o kadar çok yeni keşif yapmıştır ki tüm öğrenmelerin tek bir şekilde olması mümkün değildir.IQ ve Çoklu Zeka TeorisiSon yıllarda farklı ve bireysel öğrenme süreçleri ile ilgili araştırma ve uygulamalar giderek önem kazanmaktadır. Bu anlayışın belki de ilk adımlarından biri tek bir zeka kavramı olmadığını, IQ kavramının hayat başarısını açıklamak için yetersiz kaldığını belirten Howard GARDNER’ın ortaya koyduğu çoklu zeka teorisidir.Çoklu zeka teorisinde her bireyin öğrenmek, problem çözmek, iletişim kurmak, yeni keşifler yapmak, yaşamak için kullandığı bireysel yetenekler zeka kavramını oluşturur.Çoklu zeka teorisinin ortaya çıkmasındaki en büyük neden IQ kavramını tek başına bireylerin sergiledikleri başarı ve becerileri açıklamakta sınırlılıklara sahip olmasıdır. Pek çok sanatçı, sporcu, kaşif klasik anlamdaki zeka testlerinde başarılı sonuçlar alamamışlardır. Ama bu sonuç onların başarılı ve kendi alanlarında dahi oldukları gerçeğini değiştirmez. Çoklu Zeka teorisi her bireyin sahip olduğu 7 zeka türünden bahseder. Son yıllarda bu 7 zeka türüne sosyal ve kişiler arası ilişkilerdeki beceriyi tanımlayan “Duygusal Zeka” kavramı da eklenmiştir. Çoklu Zeka teorisinde her birey farklı güçlü yanlara, yeteneklere ve becerilere sahiptir. Önemli olan bu alanların farkında olmak ve geliştirmek için uygun yöntemlerle destek sağlamaktır. Her insanın kendini ifade etme, ortaya koyma yöntemi farklıdır. Kimi kendisini sözel olarak daha iyi ifade ederken kimi bunun için müziği, sporu, resmi kullanabilir.Çoklu Zeka Teorisine göre zeka türleriSözel- Dilsel Zeka: Bu zeka türünde bireyler daha çok dinleyerek, konuşarak, okuyarak,yazarak öğrenirler. Yabancı lisan öğrenmeye yatkındırlar. Hikaye yazma, kitap okuma gibi etkinliklerden keyif alırlar.Mantıksal- Matematiksel Zeka: Sayısal problemleri çözme, soyut ve sembolik düşünme becerilerini kullanma, kavramlar ve bilgiler arasında ilişki kurma, tümevarım tümdengelim sistemleri ile düşünme, neden sonuç ilişkisi kurma becerilerini kapsar. Bulmacalar, zeka oyunları, bilgisayar yazılımları (oyun ve programlar) ilgi çekicidir. Bilgiyi sadece yazılı olarak değil grafik ve şemalarla, sayı ve semboller ile daha hızlı takip edebilme becerisine sahiptirler.Görsel-Mekansal Zeka: Düşünme yöntemi ve öğrenme tarzı olarak daha çok görsel imgeler, resimler ve şekiller tercih edenler mekansal zekanın daha baskın olduğu kişilerdir. Kelimelerden çok şekiller, resimler, renkler akılda kalır. Öğrendikleri bilgiyi hatırlamak için görsel ipuçlarından yararlanır. Yeni tanıştıkları birinin adını hatırlamakta zorlanabilirler ama yüzünü ve tanıştıkları ortamı çok kolay hatırlarlar. Yön bulmakta, modeller ve grafikleri algılamakta başarılıdırlar. Maket yapmak gibi üç boyutlu düşünme gerektiren konularda başarılı olabilirler.Bedensel –Kinestetik Zeka: Öğrenmenin gerçekleşmesi için fiziksel olarak katılmaları, aktif olmaları önemlidir. Vücutlarını dengeli bir biçimde kullanabilirler. Özellikle spor dalları, dans, rol yapma gibi alanlara ilgi duyarlar.Müziksel-Ritmik Zeka: Sesler, notalar, ritimler ilgi çekicidir. Yeni ritimler oluşturma, yeni bir sesi algılama ve üretme, sesi kullanma konusunda başarılıdırlar.Kişisel-İçsel Zeka: Kendi duygu ve düşüncelerini tanıma, anlama ve şekillendirmede başarılıdırlar. Kendini ifade etmek için farklı yöntemler (sözel, sanatsal) kullanabilir. olaylar ve duygular üzerine düşünüp, hayatını planlamaya, hedefler belirlemeye odaklanır.Kişiler arası – Sosyal Zeka: Kişiler arası ilişkilerde rahat ve girişgendir. İnsanlar ile iletişim kurma, empati becerisi, dinleme ve kendini ifade etme alanlarında başarılıdır. Farklı sosyal ortamlara rahatça uyum sağlar, kendi yaş grubuyla ya da farklı yaş grupları ile iletişim kurabilir. Mizah yeteneğine sahiptir. Sosyal olaylara karşı ilgilidir, etkinliklere katılmayı, aktif olarak rol almayı, hatta liderlik yapmayı sever. Davranışlarının sonuçlarını iyi değerlendirebilir.Doğa- Varoluşçu Zeka: Doğadaki canlıların yaşamları (var oluşları, yaşam tarzları) ilgi alanıdır. Araştırmaktan ve yeni şeyler öğrenmekten keyif alır. Belgeseller, seyahatler, dergiler, fotoğraflar hem ilgi hem de meslek alanını oluşturabilir.Çoklu zeka teorisinin temelini, bireysel farklılıkların ve her bireyin güçlü yanlarının ortaya çıkarılması için farklı öğrenme ve deneyim fırsatlarının sunulması oluşturur. Öğrenme ve gelişim için tek bir alana yatırım yapmak, tek bir yol izlemek kişisel potansiyelinin sınırlanması anlamına gelmektedir.Öğrenme TarzlarıPeki ya öğrenme stilleri ne anlama gelir? Örneğin siz eve yeni bir elektronik alet aldığınızda oturup kullanma kılavuzunu baştan sona okuyup sonra mı çalıştırırsınız yoksa deneme yanılma yöntemi ile düğmelere basarak,menüyü kurcalayarak aletin özelliklerini kendiniz mi keşfedersiniz, bir bilgiyi araştırmak istediğinizde internetin başına geçip saatlerce konu ile ilgili sitelere mi bakarsınız, yoksa çevrenizdeki kişilerden bilgi ve fikir almayı mı tercih edersiniz, gördünüz şeyler mi yoksa dinledikleriniz mi daha çok aklınızda kalır…Aslında çoklu zeka teorisi ile paralel bir kavramdır öğrenme tarzlarıHer bireyin bilgili en etkili öğrenme şekli, yöntemi demektir. Kimimiz dinleyerek kimimiz görerek kimimiz uygulayarak daha iyi öğreniriz. Bireyin kendi öğrenme tarzını keşfetmesi, kendine en uygun öğrenme yöntemlerini fark edip, kullanması hayattaki uyum ve başarısının artması anlamına gelir.Çocuklar için öğrenme hayatın ilk gününden itibaren bir yaşam tarzıdır aslında. Günlerinin her anını öğrenerek geçirirler. Öğrenme kavramını sadece akademik hayatla ya da yeni bir bilginin öğrenilmesi olarak görmek oldukça sınırlı bir bakış açısıdır. Öğrenmek hayattır. Bu nedenle nasıl hayatı yaşamanın tek bir yolu ve doğrusu yoksa öğrenmenin de tek bir tarzı olamaz. Ama yine de öğrenmenin tarzlarını gruplamak gerekirse 4 temel yöntem üzerinde durulabilir.İşitsel: İşitsel becerileri güçlü olan bireyler, dinleyerek öğrenmeyi tercih ederler. Aslında en geleneksel, okullarda sıklıkla kullanılan öğrenme yöntemi de budur. Bu yönü güçlü olan çocuklar okulda avantajlı duruma geçebilirler.Bilgiler işitsel olarak sunulduğunda daha kolay takip ederler, dinlemeyi okumaya tercih edebililer. Sınava hazırlanırken kendi başına okumak yerine biri onlara anlattığında ya da kendileri yüksek sesle tekrarladıklarında bilgiyi daha kolay öğrenirler.İşitsel öğrenmeyi desteklemek için;- Ders çalışırken yüksek sesle okumak, daha sonra dinlemek üzere bunları kaydetmek- Kelime oyunları oynamak- Birlikte hikayeler yaratmak, bunları kaydetmek ya da yazıya geçirmek- Arkadaşları ya da sizinle birlikte anlatarak, tartışarak ders çalışabileceği ortam oluşturmakGörsel: Görsel becerileri güçlü olan çocuklar için izlemek öğrenmenin en etkili yoludur. Resimler, grafikler, şekiller öğrenmenin kalitesini arttırır. Görsel uyaranlar dikkatini çeker, sadece düz yazılı bir metni okumak onlara sıkıcı gelebilir, resim ve şemalar ile desteklenmiş öğrenme materyaline daha çok ilgi gösterirler.Görsel öğrenmeyi desteklemek için:- Önemli bilgiler , anahtar kelimeler için hatırlatıcı kartlar hazırlamak- Okuma metnindeki anahtar kelimelerinin altını çizmek- grafik ve şemalarla öğrenilecek konuyu desteklemek- Planlama ve organizasyon gerektiren işlerde tablolar kullanmak- Ezberlenmesi gereken formül ve tanımları görsel kartlar haline getirip panoya asmak öğrenmeyi pekiştirecek yöntemler arasındadır.Fiziksel: Fiziksel ya da hareket ederek öğrenme becerilerine sahip olan çocuklar için öğrenme materyali ve ortamının hareketli olması önemlidir. Bir aletin nasıl çalıştığını izlemek, dokunmak, aktif olarak süreçte yer almak öğrenmeyi daha etkili kılar. Genel olarak özellikle okul öncesi dönemde çocuklar fiziksel olarak öğrenmeyi daha çok kullanırlar. Dikkat süreleri kısa olduğu için ilgiyi canlı tutmayı sağlayan en önemli etken aktif olarak öğrenmenin bir parçası olmalarıdır.Öğrenmek için işin mutfağında olmayı tercih ederler.Fiziksel öğrenmeyi desteklemek için:- Öğrendiklerini gösterebilecekleri ortamlar hazırlamak- Çevre gezilerine katılmak- Laboratuar ortamı öğrenmeleri için en ideal ortamlardır- Evde deneyler yapması, modeller üretebilmesi için uygun ortam ve fırsatlar hazırlamakMantıksal: Öğrenmek için ilişki kurmayı, sorgulamayı, karşılaştırmayı, problem çözme ve düşünme becerilerini kullanırlar. Soyut düşünme becerileri ve muhakeme yetenekleri güçlüdür. Soru sormak ve sorgulamak onlar için bir yaşam tarzıdır. Sanatsal ya da yaratıcı düşünme alanında çok başarılı olmasalar da düzen ve rutin işler konusunda başarılıdırlar.Mantıksal öğrenmeyi desteklemek için:- Strateji oyunları, lego, yap boz tarzı oyunlar ilgilerini çeker ve düşünme becerilerini geliştirir.- Bilgisayar oyunları içinde problem çözme becerilerine yönelik olanları tercih edebilirsiniz.- Deneyler fiziksel öğrenme yöntemini kullanan çocuklar kadar mantıksal öğrenme becerilerine sahip çocuklarında ilgisini çeker.Anne-babalara öneriler*Çocuğunuzun bireysel özelliklerinin, güçlü yanlarının farkında olun, hangi ortam ve durumlarda daha etkili öğrendiğini gözlemleyin.*Öğrenme tarzları kişiden kişiye farklılık gösterir, sizini için etkili ve verimli olan bir yöntem çocuğunuz için işlevsel olmayabilir. Siz dinleyerek öğrenirken çocuğunuz görsel bir öğrenici olabilir. Genel olarak çocuklar için aktif olarak öğrenmeye katılabildikleri öğrenme fırsatları daha verimli ve etkili olacaktır.*Düşünce becerilerinin gelişimi somuttan soyuta doğru gerçekleşir. Yeni bilgiler ve becerileri öğretirken ilk olarak somut öğrenme fırsatları sunmak (örneğin para kavramını öğretirken ilk olarak evde alışveriş oyunu oynamak sonra markete birlikte gitmek) daha sonra soyut becerileri (para hesabı ile ilgili yazılı- sözlü-zihinden problemleri çözmek) destelemek etkili olacaktır.*Öğrenme tarzı ne olursa olsun okul öncesi dönemden itibaren çocuğun problem çözme ve düşünme becerilerini desteklemeye yönelik etkinlikler ileriki yıllardaki öğrenmeyi olumlu olarak destekleyecektir. Olaylar karşısında farklı bakış açısına sahip olabilmek, saçmada olsa değişik çözüm alternatifleri yaratabilmek, düşünme becerilerindeki esnekliği koruyabilmek öğrenme için birincil koşuldur.*Okul öncesi dönemden itibaren oyun ve oyuncak seçiminde farklı becerileri destekleyen seçimler yapmak, tek bir alana yatırım yapmaktansa çocuğun görsel, işitsel bedensel ve bilişsel becerilerini geliştirmesine fırsat sağlamada önemlidir.*Öğrenme için motivasyon şarttır. Öğrenilecek materyalin çocuğun ilgisini çekmesi, öğrenmek için istek duyması materyalinin nasıl sunulduğu ile yakından ilgilidir. Hayvanlar hakkında 10 sayfalık bir yazıyı okumaktansa o konu ile ilgili bir cd’yi izlemek, hayvanat bahçesini ziyaret etmek daha verimli olabilir.*Birden fazla yöntemi bir arada kullanmak öğrenilecek bilginin kalıcılığını destekler. Aynı bilgiyi hem sözel hem görsel olarak sunmak çocuğun daha kolay öğrenmesine yardımcı olur.*Geleneksel yöntemlerle yetişmiş ebeveynler olarak yeni öğrenme tarzlarına uyum sağlamak, yaratıcılığınızı kullanarak farklı öğrenme fırsatları hazırlamak her zaman kolay olmayabilir. Ama sizlerde kendi öğrenme tarzlarınızı keşfedip, eğitim alanındaki yeni gelişmeleri takip ederseniz çocuğunuzun öğrenmesini destekleyebilirsiniz*Öğrenme sadece okulda gerçekleşmez hatta okula başlama çağına kadar geçen ilk 7 yıl çocuğun gelişimindeki en önemli, en verimli ve öğrenmenin en fazla olduğu yıllardır. Yani gelecek için yapılacak yatırımın en gerekli olduğu yılar çocuk ve anne-babanın en yoğun birlikte olduğu yıllardır.*Öğrenmenin miktarından daha önemli olan öğrenmenin kalitesidir. Ezbere dayalı öğrenme yöntemlerindense keşfetmeyi, düşünmeyi, aktif olmayı destekleyen öğrenme yöntemleri daha kaliteli ve kalıcı bilgiye sahip olmayı destekler.
Ece Akın Bakanay
Uzman Psikolojik Danışman

SOYUT DUSUNCE, BILIM, AHLAK VE LAIKLIK UZERINE

Ahmet Akbaş
Geleneksel toplumun basit düşünsel araçları ve diğer sistemleriyle, modern dünyanın karmaşık, çok boyutlu, hızla değişen sistemlerini kavramalıyız. Önce birkaç küçük soru: Siz hiç İngiltere'de futbolla, Amerika'da basketbolla, Fransa'da peynirle ya da şarapla ilgili kitap bulamayacağınızı düşünür müsünüz? Bu ülkelerde bu kitaplardan yüzlercesini bulabileceğinize eminsinizdir haklı olarak. Peki siz Türkiye'de güreşle ya da halk oyunlarıyla ilgili yeterince kitap bulabileceğinizi sanıyor musunuz? Hani güreş, bin yıllardan gelen ata sporumuzdu, hani halk oyunu ekiplerimiz dünya şampiyonuydu? Bir örnek daha: Bizde geleneksel çocuk oyunları konusunda yüzlerce çalışma vardır, ama çağdaş yorumlar içeren sistematik eser sayısı yok denecek kadar azdır. Bunları sıradan bir ilgisizlik, toplumsal bir beceriksizlik ya da okuma-yazma kültürü eksikliği olarak açıklayabilirsiniz. Oysa bunun ardında daha ciddi bir sorun var gibi görünüyor bana: Düşünce yapısındaki bir gelişmemişlik. Shakespeare ' i ya da Goethe 'yi yüzyıllardır yaşatan sadece onların büyüklüğü değildir, bu zenginliği durmadan yeniden yorumlayan düşünce yapısıdır aynı zamanda. Siz Yunus Emre deyince sevgi, Mevlana deyince hoşgörü sözcüklerinden daha fazlasını hatırlıyor musunuz, Yunus ya da Mevlana yorumu olarak? Birkaç yıl önce Konya'dan, adı Mevlana'ya göre kadın ya da aşk ya da benzeri bir şey olan bir kitap almıştım. Kitabın bütün yaptığı Mevlana'nın bu konulardaki sözlerini derleyip art arda sıralamaktan ibaretti. Yani "yorum yok" tu. Neden yok? Çünkü büyük olasılıkla bizim bu yorumu yapabilecek zihinsel yapılarımız yok. Psikoloji diliyle söylersek, bilişsel gelişimimiz bu tür sistematik, kapsamlı, derinliğine yorumları yapabilecek düzeye ulaşmamış. Felsefeyi sevmediğimiz için ("felsefe yapma!") bu tür yorumları yapamayışımız da aynı nedene bağlı: Soyut düşünceden yoksun olmak. Psikoloji diliyle söylersek, soyut düşünce evresine geçmemiş olmak. Soyut (aslında "formel") düşüncenin nasıl bir şey olduğunu açıklamadan önce, ondan bir önceki evrenin adını koyalım: Somut düşünce. Adı üstünde, somut olana, şimdi ve burada olana dayalı bir düşünme türü. Bu demektir ki, somut evredeki bir kişi fiziksel gerçeklikten sıyrılamaz, somut olarak varolmayan şeyler üzerinde akıl yürütemez, yani kuram kuramaz, felsefe yapamaz. Geleneksel düşünce yapıları Oyuncak Müzesi için Anadolu'yu gezdiğim yıllarda Çorum yöresinde ormanlık bir dağ köyünde köylülerin uzun geçen karlı kış günlerinde ocak başında tahta oyuncak yaparak oyalandıklarını öğrenmiş, oyuncağın anavatanı olan Almanya'da da oyuncak üretiminin tıpatıp aynı koşullarda doğduğunu anımsamıştım. Ama bir farkla: Almanya'da köylülerin basit üretimini daha sonra Avrupa çapında bir sanayiye dönüştüren etkenlerin başında 18. yüzyılın çocuk anlayışı ve eğitim felsefesi geliyordu. Yani somut bir uğraş soyut bir düşünce yapısıyla bütünleşmişti. İstanbul'da Türk oyuncak sanayiinin tarihini araştırmaya çalışırken bizim üreticilerimizin çok zor koşullarda harikalar yarattıklarını görmüştüm; ama hepsi Avrupa ürünlerinin taklidi olan harikalar. Bir adım daha atıp özgün eserler yaratamıyorlardı; çünkü pratikteki bütün becerilerine karşın kuramsal bilgilere sahip değillerdi, deneyimlerini soyut düzeye aktarıp orada sistemleştirme olanağından yoksunlardı. Oyuncağın tarihini hiç merak etmemişlerdi, psikolojideki, antropolojideki yerini bilmiyorlardı. Oyuncağın eğitsel işlevleri hakkında düşünmüşlerdi olsa olsa, bu da birkaç cümleyle özetlenebilecek düşünce kıpırtılarından ibaretti. Belki bu kuramsal bilgi ve düşünce eksiklikleri yüzünden yaratıcılıkları özgün olamıyor, pratik çözümlerle, taklitçi buluşlarla sınırlı kalıyordu. (İçlerinde üniversite bitirmiş ya da yabancı dil bilen birkaçının farklılığı hemen belli oluyordu.) Oyuncak sanayiinde böyle de, oyun kültüründe farklı mı? Ülkemizde çok zengin bir oyun kültürü olduğu hep söylenegelir, hem çocuk oyunları alanında, hem halk oyunları alanında. Ama çocuk oyunları alanındaki araştırmaların hepsi "derleme" niteliğindedir, çağdaş oyun kuramlarıyla hiçbir bağlantıları kurulmamıştır (oyun kültürümüzün zenginliğiyle öğünenlerin bu yoksulluğun hesabını da vermeleri gerekmez mi?). Öte yandan, dünya birincisi olan halk oyunlarımızın sadece "otantik" dalda birincilik aldığını, "stilize" dalda adının bile geçmediğini öğrenince hiç şaşırmadım. Stilize etmek yeniden yorumlamak demektir, bu da yaratıcılık gerektirir. Birkaç yıl önce gazetelerde Fransız çobanlarının bizim çobanlarımızı eğitmek için Türkiye'ye geldiklerini okumuştum. Bu yakınlarda -ne tesadüf- yine Fransız nalbantların bizimkileri eğitmek için geldiklerini televizyon haberlerinden öğrendim. Fransız çobanlarının ya da nalbantlarının bizdekilerden farkı ya da üstünlüğü neydi dersiniz? Televizyon habercisi yerli bir nalbanta Fransız meslektaşının ayda bir milyar kazandığını, onun kazancının ne kadar olduğunu soruyordu (magazin gazeteciliği ya da somut düşünme eğilimiyle); aradaki asıl farkın ne olduğunu merak etmiyordu. Aradaki fark büyük olasılıkla bilgi farkıydı, ama daha da önemlisi düşünme farkıydı. Bizim insanımız yeni bilgi talep etmiyordu, bilgiyi soyut düzeye taşımıyordu, dolayısıyla meslekte hiçbir ilerleme sağlamıyordu. Deprem felâketi sırasında iki olgu hepimizin dikkatini çekti: Örgütlenme yetersizliğimiz, bilimsel yaklaşım eksiğimiz (bu ikisinin birbirine alttan alta bağlı olduğunu kim yadsıyabilir?). Örgütlenmede yetersizdik, felâketin altından eş-dost yardımıyla kalkmaya çalışıyorduk, özellikle başlarda. Ama asıl felaket olguları açıklamakta ve çözmekte hâlâ bilime dayanmaktan uzak oluşumuzdu, hem başlarda hem sonraları. Bilim olmadan bu işin altından kalkamayacağımızı şimdi şimdi anlıyoruz. Geniş kitlelerin bilimsel bir dünya görüşüne ve akılcı yaklaşıma sahip olmayışının bu ne ilk örneği, ne de sonuncusu. Yıllar önce yine bu gazetede yayınlanmış bir gözlemi hiç unutmuyorum: Zamanın büyükşehir belediyesinin itfaiye müdürü, İstanbul'daki bütün okullara mektup yazarak öğrencilerine yangın eğitimi verebileceklerini söyler, taleplerini bekler. Okulların büyük çoğunluğu ya hiç yanıt vermez, ya da teşekkür edip geçiştirir. Ama -şimdi sıkı durun- kentteki bütün gayrimüslim okulları olumlu yanıt verir, gelmelerini ve öğrencilerini eğitmelerini isterler. Dünyaya bilimsel bakmayan ve bunun araçlarını talep etmeyen bir toplum oluşumuzun bundan daha çarpıcı bir örneği olabilir mi? Almanya'dan oyuncak, Fransa'dan çobanlık, Japonya'dan deprem eğitimi almak zorunda kalışımızın temelinde sadece bilgi eksikliği yok, bilgiyi talep etme isteksizliği, bilgi hırsı yokluğu, bilgiye götüren anlayış eksikliği de var. Yüzyıllar boyunca yangın felâketi yaşamış bir İstanbul'da itfaiyeciliğin pratikleri kadar kuramları ve felsefeleri de üretilmiş olmalıydı. Depremin konuşulduğu bir oturumda bir bilim adamımız bizim şimdi bir "kırılma kuramı"na gereksinmemiz var demişti. Bir kuram soyut bir yapıdır. Oysa geleneksel toplumlar somut yapılarla yaşarlar, yaşadıklarını soyut sistemlere dönüştürme gereksinmesini duymazlar. Gündelik yaşamın somut sorunları yine somut yollarla ve hemen çözülür; daha geniş yorumlara, ileriye yönelik akılyürütmelere gerek kalmaz. Kısa vadeli çözümler yeğlenir, geleceğe bakmak akla gelmez. Böylece İstanbul'un yangınları, depremleri hiç ders alınmadan tarih boyunca "tekerrür" edip durur.
Ders çıkarmak soyut düşünmektir, o da her işini somut düzlemde çözenlerde bulunmaz. Aziz Nesin Türk halkının yüzde altmışının aptal olduğunu söylerken bu tür gözlemlerden hareket ediyordu (ama zekâya niceliksel yaklaşımla niteliksel yaklaşımın farkını bilmediği için gözlemini iyi açıklayamıyordu; çünkü burada sorun zekânın niceliğinde değil, düşüncenin yapısında odaklanıyor). Ankara'nın bir orta sınıf semtiyle bir gecekondu semtinin okullarına bilişsel gelişim testi uygulayan bir doktora öğrencimin tepkisini hiç unutmuyorum: Aziz Nesin az bile söylemiş hocam demişti. Çünkü soyut düşünce puanları gecekondu semtinde neredeyse sıfırdı, orta sınıf semtinde bile oldukça az çıkmıştı; çoğunluk ara evrede sıkışıp kalmıştı. Bunun sorumlusu elbette halk değildir, düpedüz kültür ortamı ve eğitim sistemidir. Soyut düşünme yeteneği büyük ölçüde uygun kültür ve eğitim koşullarında kazanılır. Bilimi yapan düşünce O halde soyut düşünme nedir? Bilişsel gelişim kuramcılarına göre soyut düşünmenin temel özellikleri varsayımlarla akıl yürütme ve olasılıkları dikkate almadır. Bir sorunu doğrudan gözlemlenebilen verilerle düşünen çocuklara karşılık, soyut düşünme yapılarına sahip olan ergenler aynı sorunu olasılıklar bağlamında düşünebilmektedirler. Soyut/formel düşüncenin en ayırt edici özelliği işte bu olasılık yaklaşımıdır (olasılık deyip geçmeyin; "mutlak" olandan "muhtemel" olana geçmek zihinsel bir devrimdir). Olasılık anlayışını ölçmek için geliştirilen bir ölçekte şu tür sorular yer almaktadır: İtalya'da çok değerli resimler, heykeller bulunmaktadır. Dünyanın her yerinden insanların görmek istediği bu sanat eserlerini korumak gerekmektedir. Floransa'da son zamanlardaki seller bu eşsiz eserlerin çoğuna zarar vermiştir. Deneklere İtalyanların bu eserlerin zarar görmesinden dolayı suçlu sayılıp sayılmayacakları sorulmuştur. Somut düzeyde düşünen çocuklar hayır demişlerdir, suçlu olan hava ve yağmurdur (yani "takdir-i ilahi"). Soyut düzeyde düşünen ergenler ise eserleri sellerden korunabilecek şekilde saklayamayan İtalyanları (yani olasılıkları düşünmeyen insanları) sorumlu bulmuşlardır. Yoruma gerek var mı? Soyut düşünme; varsayımlar geliştiren, olasılıkları dikkate alan, zaman perspektivine sahip olan, önermeler mantığını kullanan, işlemler üzerinde işlem yapan, sistematik olan bir düşünme biçimidir. Bu özellikler de gösteriyor ki, soyut/formel düşünce bilimi yapan ve bilimsel bilgiyi anlamamızı sağlayan bir düşünme yoludur. Bilimsel kavramların anlaşılması soyut düşünce yapılarını gerektirmektedir. Soyut düşüncede başarılı olanların bilimsel ilgileri de yüksek bulunmuştur. Başka bir deyişle, bilime ilgi duymak ve bilimsel bilgiyi talep etmek soyut düşüncenin varlığını gerektirmektedir. O halde bir toplumun bilgi ya da bilim toplumu olabilmesi insanlarının çoğunun soyut düşünme gelişimini göstermesine bağlıdır. Alt sosyoekonomik düzey, kırsal çevre kültürü, otoriteryen ilişkiler, ezberci eğitim sistemi, yaratıcılıktan yoksun müfredat programları soyut düşünceyi desteklemez. Böyle bir kültür ve eğitim ortamında yetişen insanlar da kaçınılmaz biçimde soyut düşünceden uzak, dolayısıyla bilime yabancı kalırlar. Gelişmenin yönü Bütün gelişmeler basitten karmaşığa, somuttan soyuta, bağımlılıktan bağımsızlığa, yerelden evrensele doğrudur. Ahlâk gelişiminde de öyle. Ahlâk gelişiminde en üst düzey ahlaki düşünceye evrensel ilkelerin rehberlik ettiği düzeydir. Ahlâkın felsefi bir yapı içerdiği düzeydir bu, dolayısıyla yetkin bir soyut düşünceye dayanır. Ahlâkın bu en yüksek düzeyinde temel ilke "yaşamın değeri"dir ve bu değer bütün değerlerin önündedir. Dolayısıyla insanın varlığına hiçbir gerekçeyle, hiçbir inanç ya da ideal uğruna kıyılamaz. Yaşamı böylesine korunması gereken insan da artık tek boyutlu, basit, dümdüz, sığ, çelişkisiz, çatışmasız bir
varlık olarak görülemez. Televizyondaki "din ve ahlak" saatlerinden birinde ilahiyatçı bir öğretim üyesinin şöyle dediğini duyunca kanım donmuştu: Bir insan ya iyidir ya kötüdür, hem iyi hem kötü olamaz! (İnsan bunun ardından ister istemez "katli vaciptir" sözünün gelmesini bekliyor.) İnsan asıl hem iyi hem kötü olduğu zaman insandır. İnsanın çelişkiler barındıran bir varlık olduğunu kavrayabilmek için de üst düzeyde soyut düşünme yeteneği gerekmektedir. Ayrıca soyut düşünme gelişirken insanın kişilik yapısının da geliştiğini unutmamak gerekir; bu bağlamda insanın kendini algılayışından ahlak anlayışına kadar pek çok şey de değişmekte ve gelişmektedir. Bazı araştırmacılara göre soyut akıl yürütmenin en ileri aşamasında diyalektik düşünce söz konusudur. Artık düz mantık her şey demek değildir, yaşamın bütün sorunlarında tek ve doğru çözümü gösteremez. Yaşamdaki belirsizlikler, çelişkiler, iki anlamlılıklar ancak diyalektik düşünme yoluyla kavranabilir. Diyalektik bakış dünyayı, toplumsal ve siyasal sistemleri, kişilerarası ilişkileri ve bütün bunlardaki değişimleri ve evrimi kavramamızı sağlar. Her türlü bilginin göreli olduğunu, çelişkinin gerçekliğin en temel özelliği olduğunu, insanın da bir çelişkiler yumağı olduğunu diyalektik yaklaşımla kavrarız. Yaşam deneyiminin kişiye kazandırdığı bilgelik diyalektik düşüncede yansır, ama diyalektik düşünme düzeyine ulaşabilmek için de soyut düşünme yeterliğine sahip olmak zorunludur.
Laikliği anlamak ve benimsemek Formel ve/veya diyalektik düşünme, matematiği, fiziği, biyolojiyi, ama aynı zamanda insanı, ahlakı, dini, laikliği derinliğine anlamamızı sağlayan düşünce yapısıdır. İçinde barındırdığı sentez nedeniyle özellikle laikliği. Bu topluma laiklikle ilgili üç büyük yalan söylenmektedir: Kişinin değil devletin laik olduğu, İslamın laiklikle bağdaşmadığı, laikliğin dinsizlik olduğu. Üçü de yanlış olan bu önermelerin sonuncusu en çok istismar aracı olanıdır. Bir insanın laik ise dindar olamayacağı, dindar ise laik olamayacağı sık sık söylenmektedir. İnsanın hem inançlı hem laik olabileceği akıllarına sığmamaktadır. Bir insanın ahlaklı olmak için ille de dindar olmasının gerekmediğini kavrayamadıkları gibi. Her dinin bir ahlak sistemi olduğunu, ama her ahlak sisteminin dinsel olması gerekmediğini bilmedikleri gibi. Bugünün laik batı bilimini yaratan birçok bilim adamının koyu dindar olduğunu tarihten öğrenmedikleri gibi. İşte bu sentezi kavrayabilmek için de soyut düşünme düzeyine ulaşmış olmak gerekmektedir. Geniş kitlelerin hâlâ somut düzeyde düşündüğü toplumlarda bilimi anlamak ve istemek de çok güçtür, laikliği kavramak ve benimsemek de. Laiklik sadece demokrasinin değil bilimin de olmazsa olmaz koşuludur. Adının önünde akademik ünvanlar olan kişilerin laikliğe karşı, şeriattan yana olduklarını söyleyebildikleri bir toplumda, yalnız sokaktaki eğitimsiz insanların değil üniversitedeki kimi öğretim üyelerinin de düşünce düzeyinden kuşku duymak yanlış olmayacaktır. Evreni, dünyayı, toplumu, insanı, yaşamı kavrayabilmek için gelişmiş düşünce yapılarına gereksinmemiz var. Geleneksel toplumun basit düşünsel araçlarıyla ve değer sistemleriyle modern dünyanın karmaşık, çok boyutlu, hızla değişen sistemlerini kavrayamayız. Toplumumuzda daha fazla insanın daha gelişmiş zihinsel araçlarla düşünebilmesinin yollarını aramamız gerekmektedir. Araştırmalar uygun eğitim programlarının soyut düşünmeyi geliştirebileceğini göstermektedir. Daha çok insanın bilim yaptığı, bilimsel bilgiyi daha çok insanın istediği bir toplum olmak istiyorsak bu olanağı biz de kullanmak zorundayız. Bütün sorun, kültür ve eğitim ortamımızı bu amaç çevresinde örgütlemek ve zenginleştirmektir. (Tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarında yapıldığı gibi.)
Son birkaç söz. Bu yazıyı kaleme alırken bazı kaygılarım vardı. Bütün açıklamaların temeline düşünsel yapıları koyarak "psikolojizm" yapmakla, bilişsel gelişim kuramına yöneltilen eleştirileri dikkate almamakla suçlanmak gibi. Somut düşüncenin gündelik yaşam için önemini gözardı etmekle eleştirilmek gibi. Bu konuların da elbette farkında olduğumu söyleyebilirim. Ama düşünce yapılarını, süreçlerini araştırmayı ve geliştirmeyi genellikle ihmal etmiş bir toplumda yaşamak bunların vurgulanmasını gerektiriyordu. Bir toplum en öğündüğü değerler, en acı çektiği felâketler konusunda bile bilimsel yorumlar üretemiyorsa bu sorunun altını kalın kalın çizmekte yarar var demektir.
*A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi. Yayınlandığı yer: Cumhuriyet Bilim Teknik, 9 Eylül 2000.
http://www.scribd.com/doc/16555827/Soyut-DuUNCE

27 Ocak 2011 Perşembe

Nasıl İnsan Oluruz?

Bir bilgeye " Nasıl insan oluruz?" diye sormuşlar "Üç adım atlama" gibi bir cevap vermiş bilge kişi:
....Önce sana kötülük yapanlara kötülük düşünmemen gelir, İnsanlığa attığın ilk adım budur... Sana kötülük yapanlara iyilik yapabildiğin an ise ikinci büyük adımı atar ve hakiki insan olmaya başlarsın..
Nihayet, sana iyilik yapanla kötülük yapan arasında bir fark hissetmeyecek hale geldiğin zaman insan olursun.

21 Ocak 2011 Cuma

ŞİMDİ TAHTINA YENİDEN ÇIKABİLİRSİN

“Bir gün Yahyâ Efendi, görev yaptığı medreseye gitmek için yola çıkmıştı. Yolda atının yularını tanıdığı bir papaz tuttu ve “Ey Yahyâ Efendi! Sana bir sorum var. Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devlet haraç istiyor? Her sene yeni defter tutulmayıp, eski defter üzere vergi gidiyor. Bu nasıl iştir? Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultânımız ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz; “Yahyâ Efendi şunu iyi bil ki, ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Ne olur bunu Sultan Süleymân Han’a arzedin, haber verin…” dedi.
Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Hemen kâğıt-kalem istedi ve Sultan Süleymân Hana hitâben; “Ey cihân sultanı Süleymân Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Bu mudur din gayreti? Halbuki böyle bir zulmü senin ecdâdın yapmamıştı. Bak, müminleri bir kâfir ilzâm ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra bu mektubu Sultan’a gönderdi. Mektup, Kanûnî’nin eline ulaşıp okudu. Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendi’ye göndererek dergâhına geleceğini bildirdi. Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına vardı. Selâm verip “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz? Nedir suçumuz? Bize bunu beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu.
Yahyâ Efendi hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir? Haraç defterlerini her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız hâlâ haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal hiç helal olur mu? Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi.
Hayretler içinde kalan Kanûnî; “Allah biliyor ki, bu söylediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi.
Yahyâ Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın Allah’ın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur? Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı, kul hakkı olur. Er-geç Allah’ın huzûruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin eline vereceksin. Netîcede korkarım cehennem ateşine atılırsın. Cihân pâdişâhının kâfirle birlikte hesâba gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur din gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allah’ın rızâsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, buna Rasûlullah efendimiz hiç rızâ gösterir mi? Yaptırdığın iş yanlıştır. Niçin adâletle işlerini görmezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihân pâdişâhı! Şöhret zînetinin hepsi bu dünyâda kalır. Eğer adâletle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu.
Kanûnî Sultan Süleymân Han bu sözleri işitince ağladı ve yanındaki vezîrine emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını iyi tutun. Hazîneye haram para getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm yoktur.” diye ferman etti.
Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp; “Sen bizim doğru yolu gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allah senden râzı olsun.” dedi.
Yahyâ Efendi de ona; “Ey cihân pâdişâhı! Tevbe edin ki, Allah affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu.
Kanûnî ise Yahyâ Efendi’ye: “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye sordu.
Yahyâ Efendi, Kanûnî’nin elinden tutup “Evet şimdi tahtına rahatça çıkabilirsin.” buyurdu.

Dr. Hayati Bice "Kanûnî’nin Pîrleri veya ‘İhtişâm’ın Manevî Yüzü" makalesinden
http://haber10.com/makale/22688/

HIZIR

Kanûnî Sultan Süleyman, Yahyâ Efendinin Hz. Hızır’la sık sık görüştüğünü bildiğinden bir gün kendisine “Beni Hz. Hızır’la görüştürür müsün?” diye sorar. Yahyâ Efendi sadece, “Nasib” der. Bir gün Yahyâ Efendi ve Kanûnî tebdil-i kıyafet gezintiye çıkarlar. Kayıkçının birine takılıp, boğaza açılırlar. Tekneye Salı Pazarı’ndan boylu poslu, tertipli, temiz yüzlü, insan güzeli bir genç biner. Yanlarına ilişir ve Yahyâ Efendi ile muhabbete başlar. Genç ile Yahyâ Efendi arasındaki bu ledünnî sohbetten pek de bir şey anlamayan Kanûnî, dalgınlıkla, elini suya sokar, dalgaların etkisiyle değerli yüzüğünü denize düşürür. Sandaldakilere belli etmez ama yüzüğünün gittiğine çok üzülür. Kayık tam Kuruçeşme iskelesine yaklaşırken genç elini suya daldırır ve denizden çıkarttığı yüzüğü alıp Sultan Süleyman’ın avucuna bırakır. Kanûnî şaşkın bakışlarla bir sandaldan inip kayıplara karışan gencin ardından bir avucuna bırakılan yüzüğe bakar Yahyâ Efendi ile Kanûnî’ye der ki:
-Hadi bakalım gözün aydın. Aradığını gördün; yitirdiğini buldun işte…”
-Kimi gördüm?
-Hızır Aleyhisselam’ı.
-Hani nerede?
-Bir saattir sandalda yanımızdaydı.
-Yoksa o genç Hızır mıydı?
-Ta kendisiydi… Yüzüğünü bulunca da anlayamadın mı?

Dr. Hayati Bice'nin "Kanûnî’nin Pîrleri veya ‘İhtişâm’ın Manevî Yüzü" adlı makalesinden
http://haber10.com/makale/22688/

19 Ocak 2011 Çarşamba

M. AKİF

Atsız

Akif, şair, vatanperver ve karakter adamı olmak bakımından mühimdir. Şairliğine kimse itiraz edemez. Onun oldukça bol manzum eserleri arasında öyle parçalar vardır ki Türk edebiyatı tarihinde ölmez mısralar arasına girmiştir.

Vatanperverliği, tam ve tezatsız bir vatanperverliktir. Akif, sözle vatanperver olduğu halde fiille bunu tekzip edenlerden değildi. Vatan-perverane şiirler yazdığı halde en sefil bir namert ve en rezil asker kaçağı hayatı yaşayanlar henüz ara-mızda bulunduğu için Akif'in vatan-perverliği yüksek bir değer kazanır.

Karakter adamı olmak bakımından ise Akif eşsizdir. 0, daima bulunduğu kabın şeldini alan bir mayi veya cıvık bir halita değil; şeklini sıcakta, soğukta, borada, kasırgada muhafaza eden katı bir cisimdir.

İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü îslamcılık da o idi. Esasen İslamcılık Osmanlı Türklerinin millî mefküresiydi. On dördüncü asırdan beri Türklerden başka hiçbir müslüman millet, ne Araplar, ne Acemler, ne de Hintliler İslamlık mefküresi gütmüş değillerdir. Bir Osmanlı şairi olan Akif'te millî mefküre kemaline ermiş, fakat yeni bir millî mefkürenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı görünmüştür.

Mazide yaşayanların fikir ve mefküreleri bize aykın gelse bile onları zaman ve mekan şartları içinde mütalea ettiğimiz zaman haklannı teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz.
Çanakkale şehitleri için yazdığı şiir kafidir. Başka söz istemez...

Akif inandı, dönmedi ve öyle öldü.

(Hüseyin Nihâl Atsız)
(Kızılelma. 1947, Sayı:9)
ORKUN • Kasım 1999 • 21. Sayı

ÜNİVERSİTELERİN ÖNÜNE HEYKELİ DİKİLECEK ADAM!

Böyle bir adam tanıdım. Bundan yaklaşık üç yıl kadar önceydi. Yeni Hayat'ın idarehanesine gelmişti. Giyim kuşamından yoksul olduğu belliydi. Beti benzi solgun, adeta bir deri bir kemik, orta yaşlı bir adamcağız. O kadar zayıf ve nahifti ki, konuşurken bile zorlanıyordu sanki. Son derece saygılı ve kibardı. Buyur ettim, hal hatır sordum. Şeker hastasıymış ve yılda bir iki kez İstanbul'a tedavi amacıyla geliyormuş. Sivas'ın Koyulhisar ilçesinin bir köyündenmiş. Bana dedi ki, "ilk sayısından beri derginizi izliyorum. Buradaki hemşehrilerimden rica etmiştim. Fakat yeterince ilgilenmedikleri için bazı sayılarınızı elde edemedim. Mümkünse bana, bende eksik olan sayılarınızdan verebilir misiniz?" "Elbette dedim!" Kalktım, kendi elimle mevcut sayılardan elimizin altında ne kadar varsa hepsinden birer tane seçip ayırdım ve kendisine verdim. Yine de eksik sayılarını tamamlamak mümkün olmadı. Verdiğim dergilerin parasını ödemek istedi. Ben, "hayır! para istemez; bunlar bizim armağınımız!" dedikçe; o, ısrarla ve çok mahcup bir edayla para vermek isteğinde diretti. Uzun bir süre çekiştikten sonra, yine de bu durumdan ötürü çok mahcup olduğunu anladığım bir ruh haleti içinde zorla kabul etti.
Aradan bir yıl kadar bir zaman geçti. Bu kişi tekrar ziyaretimize geldi. Ancak bu kez, sanki bizim parasını almadan kendisine verdiğimiz, (armağan ettiğimiz) dergilerden ötürü bize -en azından manevi anlamda borçlu kalmamak gibi ince bir düşüncenin eseri olduğunu tahmin ettiğim büyük bir incelikle- "Yeni Hayat'a Eski Notlar!" başlığıyla yazdığı on sayfadan artık bir yazıyla geldi. Kendisinin daktilo ile yazmış olduğu anlaşılan bu notlara -bütün ısrarlarıma rağmen beni meşgul ettiği düşüncesiyle fazla oturmamaya da özen gösterdiği için- o gittikten sonra şöyle bir göz attım. Aman Allah'ım! Bütün sayılarımızı tek tek taramış ve ancak en titiz bir musahhihin yapabileceği ölçüde, dergide çıkmış yazıların Türkçenin imlasına ve gramerine aykırı bulduğu yanlışlarını sayıp dökmüş. Bununla da yetinmemiş. Dergideki yazılarda adı geçen kişilerle ilgili biyografik bilgiler de vermiş ki, aramaya kalksanız hiçbir yerde bulamayacağınız türden. Sözgelimi, 1928 yılında Resimli Ay dergisinde çıkmış yazılar gibi. Bunlar arasında bir başka misal olmak üzere belirtmeliyim. Bir yazımızda sözünü ettiğimiz Tansu Çiller'le ilgili ek bilgilerin yanında, onun Robert Kolej yıllığındaki resmi ve kendisiyle ilgili sayfa da "Yeni Hayat'a Eski Notlar" yazısına ekliydi.
Geçen yıl yine geldi. Çok iyi hatırlıyorum. 2000/Haziran sayımız yeni çıkmıştı. Ne var ki, dizgisine ve düzeltmelerine onca özenmemize rağmen, Mckintosh markalı bilgisayarında çıkan arıza üzerine, bizim düzeltmelerimizi yanlış okuyan makinaya, bir de İletişim Fakültesi mezunu dizgici arkadaşın cehaletini eklerseniz, sonuç bir facia olur. Düzelttiğimiz metinlerdeki bir çok yerde makinanın yuttuğu veya yanlış algıladığı harfleri kendi kafasana göre düzelten - ki biz son düzeltmeleri yaptığımız sanısıyla baskıyı bekliyoruz- arkadaşın kurbanıyız. Tabii sayı baskıdan çıkıp elimize gelince hırsımızdan saçımızı başımızı yolduk, ama ne fayda. İşte sözünü ettiğim kişi, tam o sırada geldi; yeni çıkmış sayıyı eline aldı, şöyle bir göz gezdirdi. En arka sayfanın iç kapağında Atatürk'ün bir sözü yer alıyordu ve kaynak olarak da Tevfik Bıyıklıoğlu'nun bir eseri verilmişti. Ancak biraz önce sözünü ettiğim yanlışlıkların ve azizliklerin kurbanı olan bu kişinin adı, İletişim Fakültesi mezunu arkadaşın müthiş öngörüsü sayesinde "Tevfik Büyükoğlu" diye çıkmıştı. Dedi ki: " Yani pes! Bu adamın soyadıyla bir sorunu vardı zaten! Önce Bıyıktay idi, sonra Bıyıkoğlu yaptı, olmadı Bıyıklıoğlu diye değiştirdi. Siz de Büyükoğlu yaptınız. Tüy diktiniz! Kanım dondu. O kadar duygulandım ki; anlatamam. "Mustafa Bey !" dedim. Adı bu. "Sizin tahsiliniz nedir?" Cevap ne olsa beğenirsiniz? "İlkokul mezunuyum!" Ona şöyle dedim: "Senin heykelini bütün Üniversitelerin önüne dikmek gerek!" Kimse üzerine alınmasın ama; bugün her biri çapına göre, ilk, orta ve lise dengi birer yüksekokul haline gelmiş bulunan Üniversitelerimiz ile onların akademik unvanlarına bir şekilde sahip olmuş bulunan mensuplarına ithaf olunur! Saygılarımla!
Hanifi Altaş

Bir Atasözü ve Bir Adam

Yaklaşık 15 yıl önce İstanbul’da yapılan uluslararası voleybol şampiyonasında Türkiye batı ülkelerinden biriyle karşılaşacaktır. Karşılaşmanın file (baş) hakemi Sovyet federasyonundandır.Hakemlerin istirahat ettiği salonda Sovyet hakem tesadüfenbizimkilerinyanındaki masada oturmaktadır. Bizimkiler maçımızı yönetecek hakemitanırlar ve Türkçe bilmediğinden emin olduklarından, kendi aralarındasohbete devam ederler. Konu Sovyet hakeme bizim takıma toleranslıdavranması konusunda ricadır. Ancak, geçen uzun süreye rağmen cesaretedip söyleyemezler. Bu arada tüm konuşmalar yan masadan duyulmaktafakat-Türkçe konuşulduğundan- misafirlerin anlamadığına inanılmaktadır. ½saat-45 dakika sonra Sovyet hakem masasından kalkıp giderkenbizimkileredöner, eğilir ve alçak sesle konuşur. “Hereket sizden, bereketbizden.”
........................
Akşam yemekte bizimkiler Sovyet hakeme yaklaşıp sohbete başlarlar.Başlangıçta Rus olarak yorumlanan hakemin Azerbaycanlı RAMİZ SAMEDOVoluğu anlaşılır. Sohbet esnasında bir (Azerbaycan) Türk atasözünü dilegetirir.“Adam vardır adamlara nahşidir (nakıştır),Adam vardır eşeh ondan yahşidir.”
........................
Bir kaç yıl sonra, hakemimizi Amerika’da yapılan olimpiyat oyunlarındaUSA-Japonya maçında file (baş) hakem olarak görüyoruz. Kritik birpozisyonda, topu ve sayı kararını USA lehine verir. Japon oyuncularınitirazına ve diğer hakemlerin aksi kararına rağmen; kendi kararındaısrar eder.Maç sonrasında yapılan itirazlar ve video görüntülerinin kontrolüsonucunda topun Japonlara verilmesi gerektiği; bizim hakemin yanlışkarar verdiği ve kararında ısrar ettiği için olimpiyatlardaki görevine son verilmesi söz konusu olur. Maçın tekrarı gündeme gelir. Ramiz SAMEDOV’un görevine son verilip ülkesine geri gönderilir. Tekrarlanan maça Japon takımı -protesto amacı ile- saçlarını usturayavurdurarak çıkarlar ve maçı alırlar.
........................
Ramiz SAMEDOV Azerbaycan’a döndükten 2 gün sonra bir otel odasında ölübulunur. İntihar etmiştir. Hiç bir açıklama-not veya mesajbırakmamıştır.
............................................................
Mekanın cennet olsun Ramiz SAMEDOV. Tanrı taksiratını affetsin. Adam gibi yaşayıp, adam gibi ölmesini bildiğin için.

Kenan Erzurumlu'ya Teşekkürler.

Gazetelerimiz

Osman Yüksel Serdengeçti

Bu milletin bir derdi var: bir değil bin derdi var!...
Fakat bu dertlerin başında, şu demokrasi devrinde Müslüman Türkün davasını benimseyen,onun derdini kendine dert edinen, onun isteklerini, ihtiyaçlarını dilegetiren bir tek, amma bir tek yevmi gazetenin bulunmayışı geliyor.
Bugün kelimenin hakiki manasıyla ortada 'Türk Matbuatı' diye bir şey yoktur.
Sadece Türkçe çıkan yahudi menşeli, yabancı ruhlu, yalancıhaber veren bir yığın basma kağıt tüccarı vardır.
27 yıllık, nefes aldırmaz, kopkoyu bir tiranlık devrini alkışlayan,gidene söğen, geleni övenler bunlardır. Zavallı Türk Milleti fakrü zaruretiçindeinim inim inlerken, meçhul şehidin kanı, kanıyla kurtardığı vatanı, namusu, şerefi, malı bu maksatlar için kullanılırken, ortalığı gül-gülistan gösteren bunlardır. Kıtalara, iklimlere sığmayan, dalgası Viyana surlarına vuran imparatorluğun kurucuları, tezlil ve tahkir edilirken; Hz.Peygamber içki masalarında, sarhoş ağızlarda 'Arap Mehmet' diye istihfaf olunurken, bir şehitler gaziler mücadelesi olan Milli Mücadele ve onun kurtardığı vatan, aziz Anadolu toprakları, Selanik dönmelerine, imansızlar saltanatına babalarının çiftliği gibi teslim edilirken; nice nice din uluları, ahlak kahramanları, vatanperver insanlar, meçhul şahıslar tarafından gece yataklarından kaldırılıp ve sürülüp, şafakla darağaçlarında sallandırılırken susan, susan değil, herzeler kusan, canileri, katilleri alkış tufanına tutan yine bu gazetelerdir.İçlerinden bir tanesi Akdenize düşse Akdenizi Karadeniz yapacak kadarkirli, mülevves olan bu adamlar ve takipçileri, şimdi birer vatanperver,hürriyet kahramanı, ahlak, seciye başbuğu kesildiler...Hangisini sayalım? Biri var: Mandacıdır, yahudidir!... Vatanı satılığa çıkarmıştır. İspatedilmiş tam 5 ihaneti vardır. 5 damgalıdır. Bir diğeri 6 damgalı... Gençliğinin kısmı azamını hamamda geçiren bu adam, yıllarca devletin resmi gazetelerinin başköşesine oturdu. Yazıları adeta milletin alın yazısı oldu. Ne yazdıysa kanun haline geldi. İmansızlar saltanatı yıkıldıktan sonra, şimdi üç gazetede Atatürkçülük ve inkilapçılık perdesi arkasında tahrikçilik yapmakta, gençliği çileden çıkarmaya çalışmaktadır. Günde yalnız ilandan 2000 lira alan mağrur, büyük bir gazete var. Bu gazetenin kurucusu hakkında bir hadiseyi nakledelim: Devir Atatürkdevri...Soyadı kanunu çıkacağı sıralarda bir sürü soysuz Atatürk'ün etrafınıkuşatmış, soyadı istiyorlar. Mahut gazetenin kurucusu: '-Atam bana birad' ver deyince, Atatürk: '-Sen' der 'KÖPEK' adını al.'-Köpek mi?-Evet.Dalkavukta cevap hazırdır:-Atam, kurtarıcım, senin kapında köpek olmak bile benim için birşeref!...Şimdi bu adamın veledi mahut gazetenin başındadır. Bu veled, Beyoğlunda bir gecede, bir içki masasının başında, bir fahişeninkoynunda üç köyü birden harcar. Para yerine imza bırakır.İmzası Merkez Bankasının çıkardığı bankonotlardan daha muteberdir. Adı güzel, kendi müptezel bir diğer gazetenin bütün sermayesi de çıplak kadın resimleri, Holivut röportajlarıdır. Halkı daha iyi soymak için kahramanlık ticareti de yapar... Mehmetçiğin resimleri, kahramanlık sahneleriyle, fuhuş sahneleri yanyana, iç içedir. Birinin ismi cismine uygundur... Sütun sütun, satır satır, hece heceyepyeni, terütaze yahudilik, dönmelik, bolşeviklik kokar.Yegane itimat ettiğimiz, baş makalelerini seve seve okuduğumuz gazeteyi bile katlayınca gazetesine koyduğu çıplak kadınların ayıp yeri, sürümü arttırmak için neşrettiği hacıların ve Kabe'nin yüzüne kapanır, yamanır. Az kaldı Ankarada Ezrailin ziyaretten unuttuğu hortlağı biz deunutuyorduk... Bu hortlak üç devir yaşamıştır. Üç devrin kiri kat kat üzerindedir. Bu üç devirde herşeyi değişmiş, yalnız ve yalnız mukaddesat düşmanlığı değişmemiştir. Bu ittihat ve terakki artığı (tereddi desek daha iyi) şimdi C.H.P. kalemşorlarının yeni açtığı İnönü meydan muharebesinin başkomutanlığını yapmaktadır. Türk Milleti, kendi öz davalarını Bab-ı adi sekenesinin elinden kurtarmadıkça kurtuluş yolu yoktur. Benim, zavallı yoksul, sabırlı milletim: işte senin okuduğun gazete ve gazetecilerin iç yüzleri... 'Gazete okudum, gazetede gördüm' diye, sen bu pespayelerin yazdıklarına inanıyorsun! Bunlar senin yıllarca imanına, vicdanına hükmettiler. Seni 'Köylü efendimizdir' diye diye boyuna soydular, ne utandılar, ne bıktılar ne doydular... Yıllar ve yıllarca imansızlar saltanatının şakşakçılığını, yardakçılığını yaptılar. Sen Allah'a imanınla birtürlü yaşar, bir türlü konuşurken, bunlar bin türlü konuştular, bin türlüyaşadılar, bin türlü yediler, bin türlü içtiler...
İnkilapçılık perdesialtında akla gelmeyen fenalıkları yaptılar. Yalnız ve yalnız beyaz kadına, sarıaltına iki yüzlü paraya taptılar!...
Bunları alma, satma, okuma okutma!...

Serdengeçti Osman YÜKSEL , 11 / 9 / 1949
--------------------------------------------------------------------ÖTÜKENhttp://www.otuken.net

13 Ocak 2011 Perşembe

MÜZİK KUMBARASI

http://www.trt.net.tr/MuzikKumbarasi/

ABD'deki Okul Andı

AkIl fukara olunca , fikir ukala olur.

İŞTE SİZE 72,5 MİLLETİN YAŞADIĞI ABD'DE HER SABAH SÖYLENEN AND

"Ya onlar da kürdüm doğruyum demek isterse"' diyenlere ithaf olunur.

BIZ DE HÂLÂ.. TÜRKÜM DOĞRUYUM ÇALIŞKANIM DEMEYI TARTIŞIYORUZ ...

ABD'de çocuklar her sabah sınıflarında andlarını söylüyorlar. ABD'de okul öğrencileri sabahları ders öncesinde , sınıflarında ayağa kalkarak hazır olda şu yemin ediyorlar : ( Lise sona kadar söylüyorlar bu yemini ) "I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands : one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all."

Yani diyorlar ki: Amerika Birleşik Devletleri'nin BAYRAĞINA ve o bayrağın simgelediği CUMHURİYETE Bağlılık ve herkes için özgürlük ve adaletle,TANRI'nın gözetiminde, BÖLÜNMEZ TEK MİLLET için and içiyorum.

--
Günahtan kaçInmayan bilgin, meşale tutan bir kördür: Doğru yolu gösterir, kendisi görmez.
Sadi


Gül Dediğin Nedir Senin? Üç Beş Diken Biraz Yaprak, Ömür varya Ömür Çok Sevdiğin Üç Beş Nefes Sonra Toprak. . .
Hz.Mevlana

Sizin için benim duam: rahman ve rahim olan Allahım işinizi ayan etsin, azınızı çok noksanınızı tamam, zorunuzu kolay kılsın.

Mustafa Uyan

Gönül bahçeme bekliyorum.
http://www.dil-ibicare.org/

GÜZEL SİTELER, GÜZEL İNSANLAR

http://www.dil-ibicare.org/

12 Ocak 2011 Çarşamba

Atatürk Takvimi

2011 Yılı Takvimi
<2010 2012>

Ocak
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31
Şubat
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28
Mart
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31
Nisan
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30
Mayıs
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31
Haziran
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30
Temmuz
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31
Ağustos
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31
Eylül
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30
Ekim
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31
Kasım
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30
Aralık
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 3

BİR YILDAN DAHA AZ BİR ZAMANDA…

25.Eylül 2010

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 24 Eylül’de New York’da CFR (Dış İlişkiler Konseyi) adlı örgütün yuvarlak masasındaydı. Ve bu gizli, masonik, ‘dünyayı işgal’ amacı güden Siyonist oluşumun toplantılarına 3. kez katıldı.
1997 de katıldığı toplantıda CFR’nin konusu Refah Partisi idi. Bu toplantı sonrası Refah Partisi içinden AKP doğacaktı.
Nisan 2001 ‘de Abdullah Gül yine masonik / Siyonist örgütün masasındaydı. Bu toplantıdan sonra AKP iktidara çıkacaktı.
AKP sahneye çıkmadan önce yollardaki taşlar CHP ve MHP’ye temizletilecek, bunun için özel bir görevli Kemal Derviş Türkiye’ye gönderilecekti.
Ve 9 yıl sonra Abdullah Gül, Türkiye’nin ‘tarihi virajında’ yine CFR (Council on Foreign Relations) Dış İlişkiler Konseyi masasına oturdu. Görüşmeler GİZLİ olduğu için, toplantı konusu hakkında Türk milletine bir açıklama yapılmadı.
CFR de ne?
Emperyalizm soyut bir kavram. Emperyalizmin eli kolu kafası yok. Görülebilir değil. Görülenler, CFR, Bilderberg, Trileteral mensupları. Küresel şirketlerin ağababaları, CIA nin başındakiler, NATO’nun Rassmussen’i, BM’nin Ban Ki Moon’u, İMF’nin Strauss-Kahn’ı, Brooking Enstitüsünün Kemal Derviş’i, psikopolitikin Vamık Volkan’ı, dünyayı parçalama uzmanı, Martti Ahtisaari, AB başkanı Rompuy ve bunların ülke içindeki uzantıları…
Dünyaya yön veren gizli örgütlerin en tepesinde CFR var. Yani Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations.) ‘Küresel Memurlar’ başlıklı yazımda yazmıştım:
‘Bu gizli örgüt, ilk paylaşım savaşı sonrası örgütlendi. Dev şirketlerin sahipleri, ve dünyanın en büyük kan emicileri çekirdek bir yapılanmada birleşti. Başkanı, Avrupa’nın en zengini Lord Rothshields’di. En büyük patlayıcı yapan fabrikalar, tüm savaş oyuncakları bu ailenindi.
Hedefleri tarih boyu diğer istilacılarınki gibiydi: Dünyaya ‘Yeni bir düzen’ kurmak, bunun için ulus devletleri ‘bölüp parçalamak!’
1927de Amerika’nın en zengin adamı Rockefeller de onlara katıldı.. Dünyayı bir ağ gibi saracaklardı. Nato ve BM genel sekreterleri de, İMF, Dünya bankası başkanları da, AB yönetimi de, bazı devlet ve hükümet başkanları da bu gizli örgüt tarafından ‘atanmaktaydı’.
CFR yani Dış İlişkiler konseyi, Bilderberg ve Trileteral adlı bu gizli örgütlerin mottosu: ‘Herşey tek dünya devleti için!’dir.. Bunun tercümesi, ‘Herşey çok uluslu şirketlerin çıkarı için’dir.
Örgüt’ün onursal başkanı olan David Rockefeller hedefi şöyle açıklamıştır:
‘Dünyada 200 civarında olan devlet sayısı yakın gelecekte 1000’e çıkacaktır. Dünyada ulus devletlerin modası geçmiştir.. Gelecekte devletler, finans sektörü tarafından idare edildiğinde dünyaya barış ve huzur gelecektir..’
Demekki küresel çetenin bekası için, ulus devletlerin tasfiyesi gerekiyor. Küçük olanı yutmak daha kolay. Bu nedenle ulus devletler önce şehir devletçiklere bölünecek sonra enerji ve madenler, su kaynakları ele geçirilecek. Planın özeti bu.
Planın hayata geçmesi , CFR’ye sadık devşirilmiş ‘siyasiler’e bağlı …
‘AKP’nin tüzük ve programında CFR imzası var.’
AKP bir CFR projesiydi. Amerikan gizli devletinin bir ürünüydü. Arslan Bulut ‘Küresel haçlı seferi’ adlı eserinde yazıyor:
‘New York'tan gönderilen memorandumda belirtilen Türkiye'nin şehir devletlerine ayrılması plânı, AKP Program ve Tüzüğüne hemen hemen aynı ifadelerle’ geçirilmişti. 2001 yılında bu hükümeti kuracak olanlara New York'tan gönderilen memorandumda 'Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve millî hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır.’ deniyordu.
AKP kuruldu. Program ve tüzük CFR ‘tavsiyesine’ uygundu. Ve 9 yıl sonra gelinen noktada Türkiye yerel yönetimlere ‘geçiş’ konusunda büyük adımlar attı. (Meraklısı Küresel Haçlı Seferinde CFR Memorandum’unun Türkçe ve İngilizcesine bir göz atsın.AKP program ve tüzüğüyle karşılaştırsın.) Bu adımlar atılırken, küresel çete, başından beri olduğu gibi, sadece AKP ile iştigal etmedi. CHP, MHP ve SP içindeki ‘özel’ kişilikleri de yönlendirdi. Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel operasyonları ELİTLER eliyle yönetti. BASIN YAYIN ve ÜNİVERSİTELER’de darbeler yaptı. Bunlara muhalefet edecek olanları Kanada’da beslenen hahamların ve benzerlerinin ‘iddialarıyla’ hapise tıkdırdı. TSK’yı önce NATO’yla zehirledi, ardından diğer CFR uzantılarıyla sızma operasyonuna tabii tuttu. CFR’ce kurdurulan platformlarda, mesela Global İlişkiler adlı platformda, TSK’nın üst düzey mensuplarından, işadamlarına, siyasilere ve akademisyenlere kadar uzanan ‘seçilmiş elitler’ yeraldı. Bu şeytani plana uzak kalanlar, sahnenin de dışında kaldı. Sahne ışıkları altında olanların hepsi, ‘tek dünya’cı Rothshield/Rockefeller camiasının, periferisinde olanlardı. ‘Herşey Ankara’dan çözülemez!’ Şimdi ‘YEPYENİ’ bir anayasa yolda! CFR federasyon anayasası istiyor! Vazgeçilmezi ‘başkanlık sistemi’. Başbakan bu konuyla referandum ertesini açtı. Sonra birden konuyu kapattı. CFR memurları, ‘henüz erken’ ikazı yapmıştı.‘Daha yavaş ve dikkatli’ adımlar atılacaktı. Cumhurbaşkanı Gül, son CFR toplantısından sonra mesajı verdi: ‘Herşey Ankara’dan yönetilemez!’di. CFR memorandumuna uygun olarak önümüzdeki 1 yıl içinde ‘YERELLEŞME /EYALET SİSTEMİ’ yani Rockefeller /Rothshields ‘Tek Dünyacı’ örgütünün nihai hedefi, fısıltılardan konuşmalara, derken yeni anayasaya geçecek ve gümbür gümbür gelecekti.
Türkiye Eyalet sistemine taşınırken, küreselcilerin en önemli iki aygıtının, Türkiye’yi mekan seçtiğini de açıkladı. Küresel sermayenin başkenti, New York, ilk kez yurtdışında bir ‘EYALET İRTİBAT BÜROSU’ açacaktı. İstanbul, evsahibi olacaktı. Doğu’dan sonra Türkiye’nin batısı da olandan kat kat fazla nitelikli ajan kaynayacaktı.
Yine İstanbul, 2011’de UNPF (BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NÜFUS FONU)na evsahipliği yapacaktı. (Bu kurumun yakın coğrafyada özellikle balkanlardaki nüfus manüplasyonu faaliyetleri incelenmeye değer.)
CFR, gizli ve açık örgütleriyle üzerinde çalıştığı, ‘İstanbul merkezli yakın Doğu federasyonu’ ve Diyarbakır merkezli Ortadoğu federasyonu’ vizyonunda adım adım ilerliyor..
.. CIA istasyon şefi Paul Henze’nin ‘Türk halkına sabah akşam ‘federasyondan’ bahsedilmeli, kulakları bu duruma alıştırılmalıdır!’ sözüne uygun olarak televizyon ve gazeteler marifetiyle, ‘federasyon’ ‘yerelleşme’ halk arasında ‘normalleştiriliyor’.
Ve medya ‘Sayın’ APO’nun siyasi bir aktör oluşunu beyinlere çakacak. Bundan sonra hergün her haber bülteninde karşınıza APO ve federasyon söylemi çıkacak
Birkaç ay sonra, 2011’de Türkiye daha sıkışık bir gündemle yaşayacaktır. ‘Zaman daralıyor’ …
Emperyalizmin Türkiye ve bölge planları, bir kukla devletçik ön görüyor. PKK ve siyasi kolu BDP, Barzani ile birlikte CIA ve diğer istihbarat birimleri eşliğinde adım adım ilerliyorlar.
Bunlar ‘boş laf’ olarak niteleyenler, son birkaç günün ‘görüşmelerini özetleyen haberleri alıp duvara yapıştırsınlar!
24 Eylül tarihli Yeniçağ gazetesinde Fatih Erboz haberi:
*Adalet ve İçişleri bakanlıkları ile MİT, Genelkurmay Başkanlığından isimler, Öcalan’la görüşüyor.
*AKP, BDP’yle görüşüyor. BDP , APO’yla görüşüyor.*PKK, ‘Türkiye ortak düşman!’ şiarıyla İsrail ve Ermenistan’la görüşüyor. *MİT müsteşarı Hakan Fidan ABD’de CIA ile görüşüyor.*CIA Direktörü Panetta, Fidan’la görüşme öncesi gizlice İsrail’e giderek MOSSAD Başkanı Dagan’la görüşüyor.
*Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik, Barzani’yle görüşüyor.
*PKK uzantısı STK’lar Barzaniyle görüşüyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül New York’da CFR ile görüşüyor.
Muhalefet lideri Kılıçdaroğlu, Avrupa’da ECFR* üyeleriyle görüşüyor.
Halkla kim görüşüyor? CIA uzmanları ve bağlı memurlar halkla en sıkı fıkı ilişki içinde olanlar…
Bu araba devrilir!
Onlar Türkiye’nin iki cepheli bir çatışma ortamına gireceğinden sözediyor. Yani buna hazırlık yapmaktalar. Henri Barkey, ‘Kürt -Türk ve dinci – laik ekseninde çatışmalar’ bekliyor.
‘Dünyayı ele geçireceğiz!’ diyen küresel sermayenin komuta merkezi CFR emriyle, Türkiye hızlı bir virajdan geçiyor.
Sözümüz odur ki, bu virajın sonunda bu araba devrilir. Enerji anlaşmaları, uyuşturucu işleri, krom ve bakır peşkeşleri, Türkiye, İran,Suriye, Irak’ın parçalı haritaları yollara serilir…
Öncelikle, Güneydoğu’da yaşayan PKK ve uzantısı ağaların elinde tarumar olmuş yöre halkı, bu baskı ve zülme ‘yeter’ diyecektir. Ortak dertlerle kavrulan ülkenin her yanında mazlumlar da giderek seslerini yükseltecektir.
Bunu öngören yabancı istihbarat memurları, milli duruşu, Kürt Türk çatışmasında eritmek isteyeceklerdir.
Her unsuruyla Türk halkı, tüm partilerin içindeki vatansever güçler, bir araya gelecek, başımıza örülen çorabı delik deşik edecektir. Ve tüm bunlar 1 yıldan az bir zamanda gerçekleşecektir.
Bana gelen iletilerde sık sık kızgın bir tonda, ‘Çözüm ne onu söyle!’ diyen kardeşlerime sesleniyorum. ‘Çözüm hepimiziz!. O muhteşem pratik zekamızı kullanmazsak… ezilip gideriz!
*ECFR : European Council on Foreign Relations.
Banu Avar
banuavar@superonline.com
www.banuavar.com.tr

'Tüm dünyanın atası Türkler'

Bu tezin sahibi çılgın bir Türk değil, Amerikalı araştırmacı Gene D. Matlock...
14 Eylül 2009 11:35








Geçen hafta bir konferans vermek üzere Türkiye'ye gelen Amerikalı araştırmacı yazar Gene D. Matlock, AKŞAM'dan Mine Akverdi'ye konuştu. Matlock, 'Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz' adlı kitabında din, dil, tarih ve kültür odaklı pek çok kaynak aracılığıyla tezine çarpıcı kanıtlar da sunuyor.













Kadim Türkler, tüm insanların ataları olabilir mi? Maya ve Azteklerden Kızılderililere, Ruslardan Hintlilere, Araplardan İngiliz, İtalyan ve Kuzey Avrupalılara hepsinin kökenlerinin Türk olduğu söylense inanır mısınız? Peki, acaba Hz.. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed ve Buda da Türk müydü? Tüm dinler Kadim Türklerin "Tengri" dininden mi türedi?
Bunlar kafa karıştıran ama bir o kadar da merak uyandıran, cevaplaması zor sorular. Ancak bir araştırmacı bu soruların hepsine 'evet' cevabını veriyor. Ve iddiasının doğruluğuna dair kanıtları da 'Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz' adlı kitabında önümüze sunuyor. İşin ilginç yanı, bu tezin sahibi Türk değil, bir Amerikalı: Gene D. Matlock.
Temmuz ayında Hermes Yayınları tarafından Türkçe olarak basılan 'Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz / Kayıp Bir Uygarlığın Sırları Dünyayı Nasıl Değiştirebilir' adlı kitabında Gene D. Matlock ilk insanların Türklerle başlayıp daha sonra dünyaya dağıldığını, ilk konuşulan dilin Türkçe olduğunu, bilimin, felsefe ve dinin yine Türklerden doğduğunu söylüyor. 65 yıldır Meksika'da yaşayan ve hem Hıristiyanlığın kökenleri hem de Meksika'daki Amerikan yerlilerinin kökenleri üzerine uzun yıllar boyunca araştırmalar yapan Matlock'un dini kitaplar, mitolojiler, kültür, gelenekler ve özellikle de dil biliminin ışığında elde ettiği ipuçların ı birleştirerek sunduğu kanıtlar da hayli şaşırtıcı. 81 yaşındaki Matlock ile bir konferans vermek için geldiği İstanbul'da buluştuk ve çarpıcı iddiası üzerine konuştuk..

Dünyadaki tüm insanların Türklerden geldiğini söylüyorsunuz. Sizi bu konuda bir araştırma yapmaya yönelten şey neydi?

Yıllar önce İsraillilerin Filistinlilere yaptığı kötü muamele sebebiyle çok üzülmüştüm ve bu insanların bir türlü paylaşamadığı kutsal toprakların tarihi ve buradaki dinlerin kökenleri üzerine araştırmalar yapmaya başladım. Bu araştırmalarımı bir yandan da yazıyordum. Araştırma ilerledikçe her şey beni önce Hindistan'a, daha da derinleştiğindeyse Hindistan'ın kuzeyine götürdü. Elimi neye atsam önünde sonunda her şeyin kaynağı olarak karşıma Türkler ve coğrafya olarak da Türkiye ve Orta Asya çıkıyordu. Zira dikkatle incelediğimde Eski Ahit (Kitab-ı Mukaddes'in ilk bölümünü oluşturan, Tevrat ve Zebur'u da kapsayan 39 kitap) ve İncil'de İsrail'den bahsedilmediğini gördüm. Ku tsal kitaplarda bahsedilenler aslında Türkiye ile bağdaşıyordu. Nuh'un Gemisi efsanesi, Büyük Tufan... hepsinin kökeni Türkiye ve Türklere dayanıyordu. Bu da bana şunu gösteriyordu: İnsanlığın başladığı yer Türkiye idi. Biz insanlar tüm uygarlığın atası olarak Sümer, Yunanistan, Mısır ve Çin'i görmeye yanlış bir şekilde şartlanmışız.

İNSANLIK TÜRKİYE'DEN BAŞLADI

Peki, nasıl oluyor da Türkler tüm insanlığın atası oluyor?

Birkaç bin yıl önce Kuzey Kutup bölgesinde bir cennette, bolluk içinde yaşayan ileri derecede uygarlaşmış bir halk vardı... Dünyadaki bütün dinler hangi ulusa ait olursa olsun insanlığın beş kökensel ırkı olduğunu söyler. Bu beş ırka Kurus, Krishti ya da Krishtaya deniliyordu. Yaşadıkları yere ise Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta Aden denir. Hindular buraya Uttura Kuru adını verir. Eski Yunan tarihçileri ve mitolojisi ise buraya Hiperborea olarak göndermede bulunur. Tibetli Budistlar ise Khedar Hand (Tanrı Şiva'nın ülkesi) ve Şambala der. Aynı zamanda buraya Tanrı Şiva'nın toprakları anlamında Sivariya ve Sibirya da denmektedir. Yeni ilk insanların yaşadığı cennet bahçesi Sibirya bozkırlarıdır. Buradaki ilk insan olan Adem (İngilizcedeki yazılışıyla Adam) Türk dilinde 'insanoğlu' anlamında kullanılır. Nitekim buradaki yüksek zeka ve uygarlığa sahip ari ırk (aryan) Türk'tür. Türkler'in kendilerinden Kıpçaklar, Kurular ya da Aryanlar diye bahsetmesi de bunun kanıtıdır. Ancak pek çok farklı din ve mitolojide geçtiği üzere bu insanlar lanetlenip bir doğal felaket yaşar, dünya ekseninde meydana gelen ani bir sapma ile yaşadıkları yer donmuş, büyük seller olmuştur. Şimdi adına Türkler dediğimiz Kurular güneye, Orta Asya'ya kaçmak zorunda kalmıştır. Bu anlatılan Büyük Tufan'dı. Nuh ve insanlığın soyunu devam ettiren oğulları da işte bu kökenden geldi yani Türk'tü. Nuh'un gemisinin karaya oturduğu Ararat Dağı'nın Türkiye'deki Ağrı Dağı olduğu inancı da bunu kanıtlıyor. Böylece Türk soyundan gelen insanlık Türki ye'ye ve aşağıya Mezopotamya ve Hindistan'a dağıldı. Dolayısıyla Sümerler, Hititler, Iraklılar, Kürtler, Hintliler, Mısırlılar hepsi aslında Türk'tü. Kuzey Kutbu'ndan aşağı inerek Kuzey Avrupa'ya İsveç, Finlandiya, İngiltere'ye ve tüm dünyaya yayıldılar. Bugün herkes kendi neslinin izlerini Türklere dek sürebilir.

Buna kanıt olarak neleri gösterebiliyorsunuz?

Dünyanın her köşesinde kullanılan dilden inançlara ve tanrı isimlerine kadar her şeyin dil olarak aynı kökenden geldiğini görebilirsiniz. Bu tüm dinlerin, dillerin de tek bir kaynaktan çıktığını gösteriyor: Türklerden! İngiltere'den, Finlandiya'ya insan isimlerinden yer isimlerine Türkçe kökenli kelimelere rastlayabilirsiniz. Finlandiya'da Kırkpınar diye bir yer var! Urdu dilinde binlerce Türkçe kelime var. Hintlilerin Kutsal Kitabı Mahabharata aslında Türklerin tarihlerini anlatıyor. Yunanlıların büyük tanrısı Zeus'un ismi de Türkçe. Kudüs, İsa gibi kelimelerin kökeni de aslında Türkçe ve dahası bu bah sedilen yerler de aslında İsrail'de değil Türkiye'de İsa da bu topraklarda yaşadı. Öte yandan yakın tarihte Keltlerin (İrlandalılar, Galiler, İskoçyalılar) DNA'sı incelendi ve Altay'dan geldikleri kanıtlandı. Vikingler, Finikeliler ve İtalya'nın Roma İmparatorluğu'ndan yıllar önce burada yaşayan ve Roma'nın kurucuları sayılan yerli halkı Etrüskler de Türk'tür. Estrüskler'in DNA'larının Türklerinkiyle yüzde 97 aynı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Amerika'daki Kızılderililerin de Türk olduğu sıkça dile getirilen bir iddiadır....

Evet, Kızılderililer Türk'tür, bunu kendileri de söyler. Kültür ve geleneklerindeki benzerlik aşikar. Özellikle Amerika'da Türk soyundan geldiğini söyleyen Meluncanlar'dan olan Cherokee'ler Türkiye ile bugün çok yakın ilişkiler içindedir.

Bu iddialarınızı dünyanın pek çok yerinde dile getiriyorsunuz. Peki, nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Önceleri herkes bana gülmüştü ama şimdi durum değişiyor. Amerikanın yerli halkları, Kı zılderililer, Meksikalılar bu teze çok pozitif tepki veriyor. Çoğu kabul de ediyor. Ancak ABD'deki Amerikalıların veya İngilizlerin pek hoşuna gitmiyor.

Dünya bunu kabul etse ne olur sizce?

Hepimizin kardeş olduğuna inanmak insanlığın sahip olduğu tüm sorunlar ve huzursuzluk çözüme ulaşır. Dünya daha iyi bir yer olur.

Amerika'yı İspanyollar değil, Türkler keşfetti'

Amerika kıtasındaki pek çok yer ismi aslında Türkçe kökenli. Meksika'daki Teotihuacan kalıntıları aslında Türkçe olan Tea (tanrı)+ Tiwa (Bir Türk boyu olan Tuvaların bugün bir cumhuriyeti de vardır) + Han (krallık anlamına gelen Türkçe kelime) kelimelerinden türemiştir. Peru'daki Karal kalıntılarındaki piramitler Mısır'dakilerden daha eskidir ve Türkçe'de 'hükümdar' anlamına gelen kral kelimesinden türemiştir. Meksika'da bugün de Türkçe kökenli birçok kelime kullanılıyor. Örneğin dağ/tepelere Meksika'da tepek deniliyor Atatepek, Çapultepek isminde şehirler bulunuyor. Havasu diye bir yer bile var. İspanyollar Meksika'ya ilk geldiklerinde Aztek'lere hangi tanrıya inandıklarını sorduğunda onlar 'İnana' cevabını vermişti. Bu Antik Sümer'de de bir tanrıçanın adı. Yani Sümerler ile Aztekler aradaki onca mesafeye, okyanusa rağmen aynı adlı tanrıya inanıyor. Dahası Meksikalılar da Hintliler de Türkleri aynı kelimeyle 'Karaskus' diye adlandırıyordu. Demek ki Amerika'yı İspanyollar değil, önce Türkler keşfetmişti. Sonuçta bunlar gibi sayısız örnek şunu gösteriyor: Dünyanın her köşesindeki bütün uygarlıklar Orta Asya'dan geçmiş ve her yerde ortak olarak karşımıza çıkan din, dil, kültür ve inanışları buradan tüm dünyaya taşımıştır.'


iNGİLİZCE öZET

Did you know that the Central Asian and Northern Indian Turks (Aryan Krishtaya) begat all modern races, nations, civilizations, gods, and religions? In the religious text What Strange Mystery Unites the Turkish Nations, India, Catholicism, and Mexico? learn the world’s best-kept secret about people and the power they possess.
Author Gene Matlock traces the ancient Turks, progenitors of all humankind, from their first home at the Arctic Circle. Consisting of five races, which the Bible calls Nephilim, they were the Yadu, Druhyus, Turvasa, Anu, and Puru.. Also called Aryans (Ari) and Kuru, the Nephilim were the progenitors of all civilizations, religions, and nations. What Strange Mystery Unites the Turkish Nations, India, Catholicism, and Mexico? discusses the religion of the Aryans, called Khristi, Krishtaya, or Kristihan. Their religion taught that by understanding the mysteries of the Cross and the Holy Trinity, mankind could live forever, both in and out of the flesh. Matlock also examines their ancient religion and its cultural and spiritual affect on India, Mexico, and Catholicism.
In What Strange Mystery Unites the Turkish Nations, India, Catholicism, and Mexico?, Matlock guides us in relearning mankind’s most important, simple, and easily verifiable "spiritual solutions". He also reveals how the objective practices of Duality, Cross Science, and the Holy Trinity can spiritually advance humans of all religious beliefs.