29 Haziran 2010 Salı

Zehir

Orhan ARSLAN
Benim çocukluğumda duymuştum bu olayı. Anadolu’nun güzel bir sahil kasabasında Gülçiçek adlı kız evlenir. O zamanlarda adet olduğu üzere kocası ve kaynanası ile aynı evde birlikte yaşamaya başlar.
Lakin kısa bir müddet sonra kaynanası ile geçinmenin o kadar kolay olmadığını anlar. İkisinin de kişiliği tamamen farklıdır. Bu da onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bazen tartışma ve bağırma sesleri komşularına kadar ulaşır. Evdeki hengame kasaba geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrenin tepkisini alır. Genelde kabahat yeni gelinde bulunur ve ikaz edilir.
Birkaç ay sonra, bitmez tükenmez gelin kaynana kavgaları, hayatı ev halkı, komşuları ve annesi ile karısı arasında kalan eşi için de cehennem haline getirmiştir.
Artık bir şeyler yapmanın gerektiğine inanan genç kız soluğu, babasının da arkadaşı olan ve aynı zamanda Mevlevi dervişi olan kasabanın baharatçısında alır ve derdini anlatır. “Kaynanasını sakinleştirecek, sinirini yatıştıracak bitkisel bir karışım hazırlamasını” rica eder.Yaşlı baharatçı derviş, ona bitkilerden yaptığı bir şurup hazırlar ve şöyle tembihler:“Bu karışım etkilidir, ancak tesiri iki yönlüdür. Ya yaşlı kadınının sinir sistemine etki yaparak onu sakinleştirecek, veya ters tesir ederek onu yavaş yavaş öldürecektir. Bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanan için yaptığın yemeklerin içine koymalısın. Karışım kesinlikle az dozda verilecektir. Böylece eğer ters etki görülürse, yaşlı geçimsiz kadının gelini tarafından öldürdüğü belli olmamalıdır.”
Yaşlı adam, ayrıca genç kıza kimsenin ve özellikle eşinin şüphelenmemesi için, bu müddet esnasında kaynanasına çok iyi davranmasını ve ona en güzel yemekleri yapmasını, banyosuna yardım etmesini ve küçük hediyeler almasını da tembihler.
Bu çift yönde etkili ilaca fazla da aklı ermeyen, ama bir umutla fayda bekleyen Gülçiçek sevinç içinde eve döner, baharatçı dervişin dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel yemekleri yapıyor, kaynanasının tabağına da azar azar muhtemel ilaç-zehiri damlatıyordu. Kadına sıkça banyo yaptırıyor, temizliyor, küçük hediyeler ve çiçekler alıyordu.
Bir süre sonra, kayınvalide çok değişmişti. Gelinine kızı gibi davranmaya başlamıştı. Artık onu üzmüyor, kötü konuşmuyor ve her yapılana teşekkürle, gülücüklerle karşılık veriyordu. Hatta bir keresinde, kendisine annesinden kalan ve çok değer verdiği pırlanta yüzük-küpe-kolye takımını zorla gelinine hediye etmişti.
Evde bahar rüzgârları esmeye başlamıştı. Herkes birbirine iyilik yapmak için adeta fırsat kolluyordu. Ama genç kız, kendisini çok ağır bir yükün altında hissetti. Yaptıklarından bin pişman vaziyette baharatçı dükkânının yolunu tuttu ve yaşlı dervişe, şu ana kadar kaynanasına verdiği muhtemel ilaç-zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir hazırlaması için yalvardı. Yaşlı kadının artık ihtimal de olsa ölmesini istemiyordu.
Derviş, yaşlı gözlerle ve pişman vaziyette karşısında konuşup duran Gülçiçeğe baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı “Sevgili Balçiçek” dedi. “Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece güçlendirdin. Hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise beyninde olandı. Sen yaşlı kadına iyi davrandıkça beynindeki zehir de dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı. Böylece siz gerçek bir ana-kız oldunuz” dedi. “Haydi artık hayatı kendine, eşine, kayınvalidene ve herkese cennet yap…”
Kıssadan Hisse:Gül veren elde gül kokusu kalır. Sevilen insan, sevgisini diğer insanlarla paylaşan insandır.

Büyük Dev Niçin Korktu? (*)

Orhan ARSLAN
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir devler ülkesi varmış. Bu ülkedeki devler huzur ve sükûn içinde yaşıyorlarmış. Herkes hakkına razı ve herkes iyilikte birbirleri ile yarışıyormuş. Ama günün birinde, gücünü zorbalığından ve hilekârlığından alan bir kabadayı dev peyda olmuş. Küstah, hilebaz, düzenbaz ve zorba bir karakter sergileyen bu türedi dev, gücünün yettiğini zulmederek, yetmediğini de hile ile alt edermiş. Herkes bu zorbadan bizar olmuş ve yaka silker hale gelmiş. Devler ülkesinin cesaretli, dirayetli, asil ve güçlü reisi bu duruma daha fazla dayanamamış ve artık bu küstah ve haramzade zorbaya haddinin bildirilmesinin zamanının geldiğini düşünerek yola koyulmuş.Küstahlık yapan dev, her ne kadar dayılansa da, büyük devin karşısına çıkacak ve onunla hesaplaşacak ne gücü varmış, ne de cesareti. Olanca küstahlığına rağmen, ölüm telaşına düşmüş ve korkudan titremeye başlamış, dizlerinin bağı çözülmüş. Çünkü büyük deve karşı koyacak gücünün olmadığını en iyi bilen kendisiymiş. Bir kurtuluş yolu, bir tedbir düşünürken, karısı onu kaçınılmaz sondan kurtaracak bir yol bulduğunu söylemiş. Ecel terleri döken küstah dev, naçar eşinin planına uymuş. Eşi, onu yatağa yatırmış, üstüne bir yorgan örtmüş, fakat sadece ayaklarını açıkta bırakmış.Bu arada, kendinse serkeşlik yapan haddini bilmezin yerini öğrenen büyük dev, gökler gibi gürleyerek kabadayının inine girmiş ve:- “Nerede o!” Diye haykırmış.Küstah devin eşi, olanca soğukkanlılığını takınarak elini dudaklarına götürmüş ve yatağı işaret ederek:- “Sus!.. Çocuk uyuyor!” demiş.İşte o anda ve orada, o ana kadar özgüveni hakkında hiçbir kuşkusu olmayan, gücü ve kuvveti, celadet ve haşmeti, ikbal ve izzetiyle herkeste korkuyla karışık saygı hissi uyandıran büyük devin gözleri, yorganın alt ucundan görünen ayaklara takılmış.O da nesi!..Bu ayaklar neredeyse kendisininki kadar büyük ayaklarmış. O anda zihninden:- “Eğer çocuğu bu kadarsa, kim bilir babası ne kadardır” diye geçirmiş ve ilk defa içine bir ürperti düşmüş.Saniyeler içinde bu ürperti büyümüş ve tüm benliğini kaplamış. Özgüvenini kaybedip, tüm planları suya düşmüş. Vücut kimyası bozulup, içinde duyduğu korku yüzene yansımış. Cesaretini ve özgüvenini yitirdiği için, ne elini kaldırabilmiş ve ne de bir adım atabilmiş. Gerisin geri dönüp, adeta kaçarcasına orayı terk etmiş. Bu davranışı onu sadece cesaretinden ve onurundan değil, aynı zamanda iktidarından ve saygınlığından da etmiş.Masal kahramanını azizken zelil eden, onurluyken onursuz eden, muktedirken iktidarsız kılan, güçlüyken güçsüzleştiren ve kovalayan iken kaçan kimse haline döndüren onun eylemi değildir. Aksine, her şeyi tersine döndüren yanlış tasavvurudur. Tasavvuru yanlış kurulunca, kafasını doğru kullanması mümkün değildir. Dolayısıyla, doğru yapması da söz konusu olamaz.Büyük devin yanlış tasavvuru, yanlış bir kıyas yapmasına neden olmuştur:“Bu ayaklar çocuğa aittir; çocuğu bu kadar büyük olanın, babası çok daha büyük olur.”Burada tasavvurun sahibine ettiği azizlik nedir?“Bu ayaklar çocuğa aittir” öncülünü sorgulamamasıdır. İşte o nokta, her şeyin ters döndüğü, bilincin alabora olduğu noktadır. Büyük devin tasavvuru, küstah devin hilekâr eşinin ağzından çıkan sözü peşinen doğru kabul etmiştir. Bu tasavvur, büyük devin aklına yanlış istikamet açısı vermiş ve aklı da bu yanlış açıya uygun eylem geliştirmiştir. Burada tasavvurun vereceği istikamet açısı “doğru” kavramının içini, doğruya uygun bir biçimde doldurmaktı. Bu da, muhatabın güvenirlik durumuyla birebir ilgiliydi. Eğer tasavvur, onun konumunun “dost” değil, “düşman” konumu olduğunu sezebilseydi, sahibine şu emri vermesi gerekirdi:“ Yorganı kaldır!”Her şey bu noktada gizli. Yorganı kaldırmak büyüyü bozacaktı. Yanlış tasavvurun başlattığı süreç, sondan başa doğru şöyle gelişti:Yorganı kaldırmadığı için her şeyi kaybettiYorganın altındakinin çocuk olduğunu sorgulamadığı için yorganı kaldırmadı.Tasavvuru “dost-düşman” ayırımı yapmadığı için, muhatabın kimliğini sorgulamadı.Tasavvur, bir şeyin zihnimizde şekillendirilmesi, olmayan nesnelerin kafamızda, belleğimizde olabilecekleri biçimiyle resmedilmesi, göz önüne getirilmesi, tasarlanmasıdır. Tasavvur, olayların insan zihnine düşen gölgesidir. Tasavvur bilgiye ulaşmadaki ilk adımdır, bir bakış açısıdır. Tasavvur, varlığı ve olayları anlamlı kılan bir hikmet penceresidir. Bu kıssadan alınacak pek çok hisse vardır. Ülkemizin ve milletimizin içine düştüğü maddi ve manevi, iç ve dış bütün problemler karşısında muhataplarımız vardır. Bu muhatapların gücü ve kudretleri hususunda tasavvurumuzu doğru kurarsak, karşımızdakilerin büyük olmadıklarını görürüz. Şu anda kendi gücümüzü zaten biliyoruz. Fakat düşmanlarımızın güç, durum ve konumları hakkında yapmamız gereken tek bir şey vardır: yalan, abartma ve yanıltmalarını sorgulamak. Yani en baştan tasavvurumuzu doğru kurmalıyız.Dolayısıyla, açılımdan Kıbrıs’a, BOP’den AB’ne kadar karşımıza çıkan her konuda ilk yapacağımız şey;“Yorganı kaldır!” Diyerek, bize dayatılanları sorgulamak olmalıdır. Yani; “Söylediğin doğru değil, beni kandırmaya çalışma!”Böylece hem bize söylenenleri doğrulamış olacağız, hem de zihnimizdekileri düzelterek karşımızdakilerin ve kendimizin gücü ve pozisyonlarını doğru tasarlayacağız. Gerçeklere ulaşıldığında ise, artık geriye fazla iş kalmayacaktır.Bakışı yamuk olan baktığını göremezArılarla sinekleri ayıramayanın bal yemeye hakkı yoktur.
-------------------------------------------------------------------------------------------------- (*) Hayatın Yeniden İnşası (Mustafa İslamoğlu)

"Eğitim mi önemli, Cibilliyet?"

M. Koray BASYİĞİT
Padişah,Vezir demiş, Eğitim mi önemli, cibilliyet (Soy-Sop-Nesep) mi. Vezir duşunmeden Cibilliyet Padişahım diye cevap vermiş. Padişah memlekete tellallar salarak, Duyduk-Duymadık demeyin, en iyi hayvan terbiyecisine Padişahımız tarafından yüz kese altın verilecektir.ilam etmiş. Bir sure sonra seçilen en iyi hayvan terbiyecisi Padişahın huzuruna cikarilmis. Padişah hayvan terbiyecisine, Bir kediye tepsiyle servis yapmasını ne kadar zamanda oğretebilirsin diye sorunca, Hayvan terbiyecisi 6 ayda oğretirim Padişahım diye cevaplamiş. Altı ay sonra, Saray Erkanı toplanmış,kedi de elinde tepsi ile servise baslamış. Kedi tam Vezirin önüne geldiğinde Padişah,Vezire Eğitim mi Cibilliyet mi diye tekrar sorunca, Vezir Padişaha cevap vermeden önce cebinde hazır tuttuğu fareyı yere bırakmış.Kedide tepsiyi attığı gibi farenin peşinde koşmaya başlamış.Tabii 6 aylik eğitim de boşa gitmiş. Vezirin de cevabı da Cibilliyet Padişahım olmuş. Önüne fare düşünce yani eline fırsat geçince kendi cıkarları için Vatanı satmaktan,Milletini feda etmekten tereddüt etmeyecek yüksek eğitimli büyük kedilerden Yüce Mevla bu Vatanı ve Bu Milleti muhafaza kılsın.
M.Koray BAŞYİĞİT Em.Mat.Ogrt. Isparta Eğitimciler Ocağı Uluslararası Avrasya Eğitimcileri Derneği Isparta Il Temsilciliği

Sonra Yol Olur…

Orhan ARSLAN
Bir gün karısıyla beraber yatağında yatarken Nasreddin Hocanın yorganının üzerinden bir pire sıçrar ve yatağın öbür tarafına zıplar. Hoca hemen kalkar ve yorganı odadaki ocağa (şömine) atıp yakar. Bunu gören karısı yanan yorganın acısıyla:
“Hoca ne yaptın, yorganımızı durup dururken niçin yaktın?” diye sorar. Hoca da:
“ Yorganın üzerinden pire geçti, onun için yaktım” der.
“ Canım Hoca, bir pire için yorgan yakılır mı hiç, bırak geçsin?” diye yineler.
“ Bu pireye şimdi bir şey demezsem sonra yol olur, bütün pireler buradan geçmeye kalkışır!”
Bizim kültürümüzde çoook uzun yıllardır var olan ve pire-yorgan örneğiyle kolayca açıklanan “yol olur” darbımeseli, günümüzün modern psikologları tarafından “Kırık Cam Teorisi” olarak açıklanıyor.
"Kırık Cam Teorisi", psikologların yaptıkları bir deneyden ilham alınarak geliştirilmiştir. Psikologlar, suç oranının yüksek olduğu ve yoksulların yaşadığı bir semt ile; daha yüksek yaşam standardına sahip zengin bölgeye birer otomobil bıraktılar. Araçların plakası yoktu ve motor kaputları aralıktı. Sonra olup bitenleri izlediler. Yoksul semtteki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından psikologlar “sağ kalan” otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdılar. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zenginler bile) da olaya dâhil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti. "Demek ki" dediler psikologlar:
"İlk camın kırılmasına, ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerekli. Aksi halde kötü gidişatı engellemek mümkün değildir."
"Kırık Cam Teorisi"nin takipçileri bakın ne diyorlar:
"Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırarlar. Biz ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirmeliyiz. Bir elektrik direğinin dibine, ya da bir binanın köşesine biri bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Biz ilk konan çöp torbasını kaldırtmalıyız."
Biz de diyoruz ki:
“Pire yorganın üzerinden bir defa bile olsa geçmemelidir. Yoksa yok olur!”
Bu örnekleri niye mi anlattım? Hem kişisel olarak kendi iç dünyamızın camlarını, duvarlarını ve yorganını korumak, hem de toplumsal olarak ülkenin meseleleri hakkında çok duyarlı ve acil davranmak zorunda olduğumuzu belirtmek için…
Önce kendi iç dünyamızdan başlayalım. Kalbimizde ucundan kıyısından kırılmış camlar taşıyoruz sürekli... Ruhumuzun başköşelerine ilk başta önemsiz gözüken, laf etmeye değmez çöpler bırakıyoruz her gün. Küçük küçük günahlar, minik minik hatalar, yanlışlar, ihmaller, duyarsızlıklar camı kırık araba gibi diğerlerini de camları kırmaya, kapıları çerçeveleri indirmeye teşvik ediyor. Pişmanlığımızı fırsat bilip ortadan kaldıracak kadar ciddiye almadığımız çöplerimiz, sürçmelerimiz, kötülüklerimiz, ayıplarımız, kokuşmuş çöp dağlarına, kötülük yığınlarına kapı aralıyor. Bir sürü pire içimizde oradan buraya zıplayıp duruyor. "Böyle gelmiş, böyle gider" diye kendi kendimizi ağır veballer altında ezdirdikçe ezdiriyoruz. Bu kadar küçük ihmalden çıkar? Canım şimdi bunun ne önemi var? Gibi baştan savmalarla, adeta yangını kendimiz körüklüyoruz.
İkinci ve asıl önemlisi, toplumsal duyarsızlıklarımız olmaktadır:
Kıbrıs’ı veriversek ne olur?
Ermenistan sınırını azıcık açsak ne olur?
Karabağ’ı sonra halletsek de olur.
AB’nin istediği tavizlerin bazılarını versek ne olacak ki?
Kandilde teröristler barınsa ne olur?
Kerkük’teki kırmızıçizgilerimizi şimdilik unutsak ne lazım gelir?
Anadilde eğitim olsa ne kıyamet mi kopar?
Açıldıkça açılsak ne olur?
Anayasayı bir defa delsek ne olur? (Şimdiki gibi yol olur!)
Egemenlik haklarımızın bazılarından fedakârlık etsek ne olur?
Yukarıda yazılanların her birisi birer kırık camdır ve kırık camın oradaki varlığı, diğer camların da kırılabileceğine dair bir haklılık üretir içimizde. İlk geçen pireye dur demezsek, hayatımız pireler arenasına dönüşür; gidip gelirler ki vızır, vızır… Çöpün bizden önce oraya atılmış olması, oraya çöp atmanın bir alışkanlık olduğunu söyler bize. Çok geçmeden biz de o alışkanlığa alışır, alışık olunanı yapmakta haklı görürüz kendimizi. Cam ilk kırıldığında hafife alırsak, ağırlaşır cam kırıkları. Çöp ilk atıldığında umursamazsak, umursamazlığımız bir çöp dağını besler.
İlk geçen pireye izin verirsek, en azından Nasrettin Hoca atamıza ihanet etmiş oluruz. Alpaslanlar, Fatihler, Abdülhamitler ve Atatürkler ile birlikte…Sonra da vicdanımıza, geleceğimize ve çocuklarımıza…
İnsanlığımıza…

Gençler, Ana-Babalar…

Orhan ARSLAN
80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen 45 yaşında ve saygın bir işi olan oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:
“Bu ne oğlum?”
Oğlu şaşkın, cevapladı:
“O bir karga baba.”
Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu:
'Bu ne oğlum?'
Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı:
“Baba, o bir karga”
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu:
“Bu ne?”
Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:
“O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?”
Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:
“Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?”
Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hatıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:
“Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanı başımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.”
“Zira senin Rabbin, başkasına değil sadece kendisine kulluk etmenizi emreder. Bir de ana babaya iyilik etmeyi. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanındayken yaşlanırsa, sakın onlara “Üf” bile deme ve onları azarlama! Aksine onlara gönül okşayıcı şeyler söyle.” (17 İsra, 23)
“ Ve zaten insanoğluna ana-babasına iyi davranmasını biz tavsiye etmiştik” (29 Ankebut, 8)
“Nitekim (Allah şöyle buyurur): Biz insana anne babasına (iyi) davranmasını emrettik. Annesi onu ağır acılara katlanarak karnında taşıdı ve onun sütten kesilmesi iki yılda gerçekleşti: şu halde (ey insan), Bana ve anne babana şükret; (ama sonunda) dönüş yalnızca Banadır” (31 Lokman, 14)

Ana Kızmayacak…

Orhan ARSLAN
Hakan Bulur ’un şehir merkezindeki emlak bürosunun önünde İstanbul plakalı kırmızı, spor bir araba durdu. Arabadan inen şişman adam, büroya doğru yürüdü. Sıcaktan ter, ince elbisesinin üstüne kadar çıkmıştı. 50 yaşlarında görünüyordu. Yüzü heyecandan kızarmış, fakat kısık gözlerindeki kararlı, donuk bakış değişmemişti. İçeriye girince başıyla Hakan’a selam verdi.- “Hakan Bey mi?”Dükkân sahibi gülümseyerek,- “Evet benim, sizin için ne yapabilirim. Bay…?”Şişman adam,- “Cesur" diyerek kendisini tanıttı. “Zamanım çok az, hemen konuya girsek iyi olacak” dedi.- "Benim için de iyi olur Cesur Bey, İlgilendiğiniz belli bir yer var mı?"- "Doğrusunu isterseniz, evet. Şehrin kenarındaki eski bina."- "Sütunlu ev mi?""Ta kendisi. Yanılmıyorsam üzerinde SATILIK tabelası var. "Emlakçi Hakan kuru bir sesle,-"Evet." dedi. “Bizim satış listemizdedir."Kalınca bir defterin yapraklarını karıştırdı. Sonra daktilo ile yazılmış bir sayfayı isabet etti: -"160 yıllık bina. Padişah yaverlerinden birine aitmiş. Sonra varislerine kalmış. 8 odası, 2 banyosu, özel fırını, geniş terasları, çevresinde ağaçları var. Çarşıya, okula yakın sayılır. Satış Fiyatı 10 Milyon Lira." diye okudu ve ekledi:"Hala ilgileniyor musunuz?"Adam oturduğu yerde rahatsız olmuş gibi kıpırdandı.-"Neden olmasın. Olumsuz bir yanı mı var?"Emlakçi;-"Aslına bakarsanız, bu evi defterime yalnızca yaşlı Büyük Hanımın (Etrafta herkes O’na Büyük Hanım derdi) hatırı için kaydettim. Ev asla onun istediği kadar etmez. Uzun zamandır onarım görmemiş çok eski bir binadır. Kirişlerden kimi birkaç yıl içinde çökecek durumda. Bodrumu ise yılın yarısında su ile doludur."-"Öyleyse sahibesi neden bu kadar çok istiyor."Hakan Bey omuz silkti.-"Herhalde kendisi için manevi değeri olacak. Çok eskiden beri ailesine aitmiş. "Şişman adam gözlerini yerde gezdirdi.-"Bu çok kötü" dedi. Başını kaldırıp Emlakçiye baktıve çekingen bir biçimde gülümsedi. "Hoşuma gitmişti. O, nasıl söylesem bilemiyorum, tam aradığım evdi."Hakan güldü.-"1 Milyon Liraya belki iyi bir alışveriş olurdu ama 10 Milyon Liraya... Sanırım Büyük Hanımın düşüncesini de anlıyorum. Hiçbir zaman fazla parası olmadı. Kendisine İstanbul’da çalışan oğlu bakıyordu. Sonra oğlu 5 yıl önce öldü. Onun için evi satmanın akıllıca bir is olacağını biliyor. Fakat gönlü bir türlü evden ayrılmaya razı olamıyor. Bu yüzden eve kimsenin almaya yanaşamayacağı bir fiyat koyuyor. Böylece kendin avutuyor. "Üzgün bir ifade ile basını salladı. "Dünya ne kadar garip değil mi?"Cesur, soğuk bir sesle-"Evet." dedi. Sonra ayağa kalktı. "Kendisini bulup fiyatı biraz düşürmesini isteyeceğim."Otomobilini Büyük hanımın evinin önündeki yıkık dökük çürümüş tahta parmaklıkların önüne park etti. Evin çevresini tümüyle yabani otlar kaplamıştı. Kapıya çıkan kadın kısa boylu, beyaz saçlı idi. Yüzündeki hatlar, küçük inatçı görünüşlü çenesine kadar iniyordu. Kararlı ve azimli, görmüş, geçirmiş bir kadın izlenimini veriyordu. Havanın sıcak olmasına rağmen sırtında kalın, yün bir örme hırka vardı. -"Cesur Bey olmalısınız. Emlakçi Hakan Bey buraya gelmekte olduğunuzu telefonda söyledi. İçeri girmez misiniz?"Cesur; -"Dışarısı korkunç derecede sıcak" diye söylendi.-"Öyleyse içeri girin. Buzluğa biraz limonata koymuştum, içeriz."
İçerisi loş ve serindi. Panjurlar kapatılmıştı. Eski tarz geniş koltuklarla döşenmiş büyük bir salona girdiler. Yaslı kadın ellerini sıkıca kenetleyerek sallanan bir sandalyeye oturdu.
Şişman adam öksürdü. -"Hanımefendi, az önce emlakçiniz ile konuştum. "Kadın, -"Tümünden haberim var" diye sözünü kesti. "Hakan Bey fikrimi değiştirebileceğiniz düşüncesi ile sizi buraya yollamakla akilsizlik etmiş. Doğrusunu isterseniz amacımın bu olduğuna da pek emin değilim."-"Hanımefendi, sizinle biraz konuşabileceğimi sanmıştım."Büyük Hanım sallanan sandalyesini gıcırdatarak arkasına yaslandı.-"Konuşmak için para alınmaz, ne istiyorsanız söyleyin."-"Evet, haklısınız."Adam beyaz bir mendille yüzünün terini sildi.- "İzin verirseniz anlatayım. Bir is adamıyım. Bekârım. Uzun yıllar çalıştım ve iyi bir servet yaptım. Artik dinlenmeyi hak ettim. Yaşamımın sonlarını geçirebileceğim sakin bir yer arıyorum. Burayı sevdim. Bir kaç yıl önce İstanbul’a giderken buradan geçmiştim. O zaman bir gün buraya yerleşebileceğimi düşünmüştüm. Bugün Bursa’dan tekrar geçerken, burayı gördüm. Tam istediğim yerdi."-"Burayı ben de severim, Cesur Bey. Böyle oldukça yüksek bir fiyat isteyişimin nedeni de bu zaten."Cesur, gözlerini kaldırıp yaşlı kadına baktı.-"Oldukça yüksek bir fiyat değil mi? Kabul etmelisiniz ki Hanımefendi bu günlerde böyle bir ev en fazla..."-"Yeter!" diye bağırdı kadın. "Bay Cesur, bu konuda sizinle kesinlikle tartışmak istemiyorum... Eğer istediğim parayı vermeyecekseniz, üzerinde durmayalım."-"Fakat hanımefendi…”-"İyi günler Beyefendi”Adamın da ayni şeyleri yapmasını belirten bir tavırla ayağa kalktı. Fakat adam kalkmadı.-"Bir dakika bayan, delilik olduğunu biliyorum ama istediğiniz parayı ödeyeceğim."Yaşlı kadın uzun süre adama baktı.-"Emin misiniz, Bayım?"-"Kesinlikle, yeterince param var. Eğer evi satmanızın tek yolu buysa, parayı alacaksınız."Büyük hanım, bir kadın gibi, bir anne gibi anlamlı anlamlı hafifçe gülümsedi. Ama adam, kadının yüzündeki bu gülümsemenin derinliğini fark edemedi.-"Sanırım limonata iyice soğumuştur. Size getireyim. Siz içerken ben de evi anlatırım."Kadın elinde tepsi ile geriye döndüğünde Yabancı, yine mendille alnındaki terleri siliyordu. Limonatayı zevkle yudumlamaya başladı.Yaslı kadın, uzun yıllardan sonra ilk defa huzur ve mutlulukla sallanan sandalyesine yaslanırken;-"Bu ev" diye söze başladı. "1850'den beri aileme aittir. Buradaki en sağlam ev olmadığını da biliyorum. Oğlum Gülbey doğduktan sonra bodrumum su bastı. O günden bu yana da bir türlü kurutamadık. Emlakçi bazı yerlerin çürüdüğünü de söylüyor. Yine de bu eski evi severim. Bilmem anlatabiliyor muyum?"Cesur;"Evet."dedi.
Kadın, tane tane ve adeta ders verir gibi anlatıyordu:"Gülbey 9 yasında iken babası öldü. Ondan sonra sıkıntılar başladı. Gülbey, belki de benden çok babasını özlüyordu. Çok vahşi ve haşin bir çocuk olmuştu. Liseyi bitirince burayı terk edip İstanbul’a gitti. Çok hırslı bir insandı. İstanbul’da ne yaptığını bilmiyorum. Fakat başarıya ulaşmış olmalıydı. Bana düzenli para gönderirdi."
Gözleri nemlenmişti. "Kendisini 9 yıl görmedim. Dokuz yıl sonra geldiğinde başı dertte idi. Zayıf ve yaşlanmış bir durumda bir gece yarısı çıka geldi. Yanında ufak, siyah bir valizden başka bir şey yoktu. Valizi elinden almak istediğim zaman bana vurdu. Bana, annesine vurdu. Ertesi gün birkaç saat için evi terk etmemi söyledi. Ne yapmak istediğini açıklamadı. Döndüğümde valiz ortadan yok olmuştu. " Şişman adam gözlerini limonata bardağına dikmiş öylece dinliyordu."O gece evimize bir adam geldi. İçeriye nasıl girdiğini bilmiyorum. Gülbey’imin odasından sesler duydum. Oğlumun içinde bulunduğu tehlikenin ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Kapının arkasından dinlemeye çalıştım. Fakat yalnızca bağrışmalar tehditler ve... "Bir an durakladı. Omuzları sarsılıyordu."...ve bir silah sesi duydum." diye devam etti. “İçeriye girdiğim zaman yatak odasının penceresi açıktı ve yabancı gitmişti. Gülbey’im de yerde yatıyordu. Ölmüştü. Tüm bunlar bundan 5 yıl önce oldu. Ondan sonra polis bana olanları anlattı. Gülbey ve tanımadığım o adam birçok suç islemişler. Bir sürü yerlerdenyüz milyonlarca para çalmışlar. Gülbey parayı alıp kaçmış. Parayı buevde, hala bilemediğim bir yerde saklamış. Sonra diğer adam hissesini almakiçin olgumu arayıp bulmuş. Paranın yok olduğunu görünce de olgumuöldürmüş."Başını kaldırıp adama baktı. İste o zaman evimi 10 Milyon Liraya satışa çıkardım.Bir gün oğlumun katilinin döneceğini biliyordum. O bir gün gelip fiyat· ne olursa olsun evi almak isteyecekti. Bütün yapacağım, yaşlı bir kadının köhne evine bu kadar çok para vermeye razı olacak adamı buluncaya kadar beklemekti."Gözlerinde vahşi bir mutluluk parıltısıyla, sandalyesini ağır ağır sallıyordu. Yıllarca beklemiş ve sonuca ulaşmıştı. Cesur bardağı yere bıraktı, diliyle dudaklarını yaladı.- "Uf!" dedi.- "Bu limonata çok acı..."Bakışları canlılığını kaybetti, hafif titreme ile başı, omzunun üzerine cansız düştü.

Bu da geçer!

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varır. Karşılaştığı köylülere kendisine yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler dervişe kendilerinin fakir ve evlerinin de küçük olduğunu söyleyip onu Şakir diye birinin çiftliğine gönderirler. Derviş yola koyulur. Yolda rastladığı köylülerin anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir'in çiftliğinde çok iyi karşılanır. Yer içer, dinlenir. Şakir de ailesi de hem misafirperver hem gönlü geniş kişilerdir... Yola çıkma zamanı gelir, derviş Şakir'e teşekkür ederken, "Böyle zengin bir insan olduğun için hep şükret" der.Şakir şöyle cevap verir: "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, bazen görünen gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer... "Derviş yol boyunca bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Aradan birkaç yıl geçmiş, dervişin yolu yine aynı bölgeye düşmüştür. Şakir'i hatırlar, uğramaya karar verir. Rastladığı köylülere Şakir'i sorar. "Haaa o Şakir mi" der köylüler, "O iyice fakirledi, şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor. "Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir selde sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için çaresiz, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmaya başlamıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetkârıdır.Şakir bu kez dervişi son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Vedalaşırlarken derviş Şakir'e olup bitenlere çok üzüldüğünü söyler ve Şakir'den şu cevabı alır: "Üzülme... Unutma, bu da geçer..."
* * *
Yedi yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Ve büyük bir şaşkınlık içerisinde olanı biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır. Şakir Haddad'ın konağında oturmaktadır, geniş arazileri ve binlerce sığırıyla yine yörenin en zengini olmuştur. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: "Bu da geçer..."
* * *
Birkaç yıl geçmiş, derviş yine Şakir'e uğramak istemiştir. Ona bir tepeyi gösterirler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: "Bu da geçer." Derviş, "Ölümün nesi geçecek" diye düşünür ve gider.Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner, ama ortada mezar filan yoktur. Büyük bir sel gelmiş, bütün tepeyi süpürüp savurmuş, Şakir'den geriye hiçbir iz kalmamıştır.;
* * *
O yıllarda ülkenin sultanı, kendisi için çok farklı bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük olmalıdır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazelemeli, mutlu olduğunda ise kendisini tembelliğe kaptırmasına izin vermemelidir. Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Bir gün sultanın adamları bu bilge dervişi bulur, yardımını isterler. Sultan yüzük işine takmıştır. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz, çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Derken üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır. Yüzüğün üzerinde "Bu da geçer" yazmaktadır.
http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Kultur&pa=showpage&pid=344