28 Ocak 2010 Perşembe

Batının İslami Kimlik Tanımlama Çalışmalarındaki Psikolojik Taktiği

Dünya genelinde gelişen son psikolojik harekat, Müslümanları daha anlayışlı ve mücadeleden caydırıcı nitelikte olup, bir takım kişiler etrafında geliştirilip, o kişilerce empoze edilen fikre inandırmaktadır. Bu kişiler empoze edilen fikir çerçevesinde sahte bir kişilik olarakta ortaya çıkabilmektedir. Veya psikolojik harekat çerçevesinde empoze edilmek istenen fikre yakın kişiler ve fikirler kullanılmaktadır. Yine inandırılmak istenen fikir, başka fikirler bu fikre göre şekillendirilmek suretiyle de kullanılabilmektedir..

İlk psikolojik harekat 17. yy Papa XV. Greguar tarafından Alman Luther’in kurduğu Protestanlık mezhebine karşı yapılmıştı. Vatikan’ın gelişen eleştirisel bu mezhebe karşı kurumunun yıkılmaması ve kurumunun gücünü yitirmemesi için.

Bazı fikirler etrafında kurulu bir takım güç merkezlerinin de güçlerini yitirmemesi için bu savaş devam ettirilir. Ancak kim bunun farkında.

Örneğin Filistin meselesi ile sürekli vurulan İslam buradaki psikolojik harekatın farkında mı? Ya da sürekli kendi fikrileri etrafında mücadele ettiklerine inandıkları kişilerinde dolaylı veya dolaysız yollarla bu psikolojik harekata dahil edildiğinin. İsrail Gazzeyi bombaladığında, hepiniz bön bön baktınız öyle değil mi? İşte onlarda ben orayı bombalarım Siz Hiçbir Şey Yapamazsınız mesajını vermek, bu mesaj altında SİZ GÜÇSÜZSÜNÜZ FİKRİNİ TELKİN etmek istemişlerdir (İsrail'in "Fosfor bombalarının atılması neticesinde bin 400'e yakın insan; çocuk, kadın, burada hayatını kaybetti. 5 binin üzerinde insan yaralandı ve Gazze'nin altyapısı yerle bir edildi. BM'nin Gazze'deki binaları dahi bu yıkımdan kurtulamadı..) Şimdi her bomba yağdırdığında Biz Güçsüzüz Telkininin Şuur Altınıza Yer etmesi sebebiyle, sizden herhangi bir müdahale görmemeyi GARANTİLEDİĞİ için, diğer bir seferde bombalamak istediğinde bunu kolaylıkla yapabilecektir. Filistin’in Sorun Olması Gerekmektedir. Sorun olmalıdır çünki Filistin Dünya Müslümanlarının Kontrol edildiği bir merkezdir. İsrail istese, kimseye aldırış etmeden Filistin’i İşgal eder ( Kral Davut Katliamı (22 Temmuz 1946), Deir Yasin Katliamı(9 Nisan 1948), Lida Katliamı (9-18 Temmuz 1948), Safsaf Köyü Katliamı(29 Ekim 1948), Davayima Köyü Katliamı (29 Ekim 1948), Kibya Köyü Katliamı(12 Ekim 1953), Kufr Kasem Katliamı (29 Ekim 1956), Samu Katliamı (Kasım 1956), Ürdün Katliamları (15 Şubat, 4 Haziran 1968), Abu Za’abel Katliamı (12 Şubat 1970), Sha’a Katliamı (8 Nisan 1970), Suriye Katliamı (8 Eylül 1972), Libya Katliamı (19 Şubat 1973), Beyrut Katliamı (20 Temmuz 1981), Sabra ve Şatilla Katliamları (15-16 Eylül 1982), Kudüs Katliamı (8 Ekim 1990), Hz. İbrahim Camii Katliamı (25 Şubat 1994), Kana Katliamı (18 Nisan 1996), Cenin Katliamı (3-15 Nisan 2002), Nuseyrat Katliamı ( Mart 2004) ) ve bunu kolaylıkla da yapar. Bu bir gerçek. Eğer gerçek olmasaydı herkesin gözünün içine bakarak orayı bombalayamazdı. Konulan Ambargonun anlamı SİZLER ÇARESİZSİNİZ, SİZLER HİÇBİRŞEY BAŞARAMAZSINIZ ‘dır. Bir kaçtane LOLİPOP şekeri dahi oraya sokmaya çalışmanızı bu sebeple kabul etmezler. Mesaj hiçbir şekilde mesele LOLİPOP şeker götürmek olsa dahi yön değiştirmemelidir. Bu hususta çıkartılan zorluklar bile Müslüman’a Cihad’a çıkmış hissi vermekle beraber, ASIL CİHAD’ı engellemek gayesi güder. Katil İsrail Filistinden Defol sloganı veya Katliamlar durdurulmalıdır gibi siyasi söylemlerin dışında, İsrail Müslüman Milletin herhangi bir eylemde bulunmayacağından emindir.

Şu an kullanılan diğer bir psikolojik harekatta muhalif düşünceleri kullanma yöntemi. Genelde muhalif düşüncelerin tümü İslamı yıpratma dejenere etme mahiyetinde destek görür. Zaman içinde muhalif düşünce İslami olsa bile tamamiyle İslami veya muhalif olmaktan çıkar, İslamın dejenerasyonunu sağlamaya başlar. İşte bu noktada İslamı İslamla vurmaya başlarlar. Bugün yoğun olarak bu düşünce etrafında gelişen İslamın en çok zarar gördüğü psikolojik harekat şekli budur.

Kendi tarihimizden örnek verecek olursak, görürüz ki Osmanlı bu harekatların sonuçları neticesinde yıkılmıştır. İngiltere’nin bugün hala devam ettirdiği psikolojik harekatın, asli görevi İslamı tam anlamıyla yeryüzünden kaldırmaktır. İngilizlerin, padişah karşıtlarına vermiş olduğu destek (1800 yıllarda Fransanın desteklediği oluşumu ,1899 yılından sonra İngiltere, çeşitli yollardan yurt dışında kalan İttihat ve Terakki muhalefetini desteklemeye başladı.) Osmanlının iç işlerini daha sonra dış işlerini yönlendirmelerine sebep olmuştu(Mithat ve Hüseyin Avni Paşalar 30 Mayıs1876'da askeri bir darbe ile Sultan Abdülaziz'i tahttan indirerek yerine V. Murad'ı oturtmuşlardı. Ancak onun da sağlık problemlerinden dolayı tahtta kalması sakıncalı görülmüş ve II. Abdülhamid, Kanun–ı Esasi'yi ilan etmek şartıyla tahta çıkmıştı. Bir ferman anayasası olarak nitelendirilen Kanun–ı Esasi, meşruti idare öngörmekle beraber padişahın yetki ve idaresi anayasa hükmü kazanmıştı. Ancak 14 Şubat1878 tarihinde II. Abdülhamid, Kanun–ı Esasi’nin ilgili maddesi gereğince Osmanlı – Rus Savaşı’nı da gerekçe göstererek mebusanları dağıttı ve I.Meşrutiyet devri sona erdi. 1878 yılında Meclis–i Umumi'nin kapatılmasıyla Osmanlı Devleti’nde II.Abdülhamid'in yönetimi eline aldığı istibdad dönemi başladı. 1908 yılına kadar sürecek bu dönemde II.Abdülhamid iktidarı elinde bulundurmayı başarmış olsa da kendisine karşı olan oluşumlara engel olamadı. İşte bu oluşumların başında da İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türkler geliyordu..) Padişah karşıtlarının İngilizlerden aldıkları güç ile, iktidara gelmeleri, iktidara gelme aşamasında halk desteği de görmüş, bu destekler etrafında yerel yönetimlerin haksız tutumlarından bulanan halk kullanılmıştı (Abdülhamit rejimine muhalefet eden herkesi, ki buna Ermeniler ve Rumlar da dahil olmuştu, ulusçu eğilimleri ön plana çıkan bir grup oluşturmuşlardı. Önce sadece Türkler, daha sonra Türkler arasında sadece İttihatçılar için kullanılır bir terim oldu. II. Meşrutiyet için çaba gösterenler anlaşılmaktadır. İlk devrimci kuşak ise Türkiye’de daha çok Yeni Osmanlılar diye tanınmaktadır. Osmanlı Devleti’ndeki muhalif güçlerin birleşmesinden oluşan bu grubun hedeflerinin başında süregelen rejimin değişmesi yatıyordu. Bu zümre eğitimli kesimden oluşuyordu. 1892 yılında Abdülhamit cemiyetin varlığından haberdar olmuştu. Okul kumandanı Ali Saip Paşa görevinden alınmış, bu komployu önlemekle görevlendirilen askeri okullar müdürü Zeki Paşa iş başına getirilmişti. Birçok öğrenci sorguya çekilmiş, aralarında Abdullah Cevdet, Giritli Şefik ve Şerafettin Mağmumi'nin de bulunduğu bir kaçı tevkif edilmiş ve nihayet bu olayları protesto eden on dört öğrenci daha tutuklanmıştı.. Ahmet Rıza Bey, Auguste Comte pozitivizmi ile Namık Kemal'in ütopik “Osmanlı Milliyetçiliğini” birleştirmişti. Cemiyetin Paris başkanı oydu. Sıra cemiyetin yayın organını çıkarmaya gelmişti. İstanbul'daki merkezi örgüt, gazetenin adının İttihadı İslam olmasını istiyordu. Ahmet Rıza ise gazetenin sadece Müslümanların değil, Yahudi, Rum, Ermeni yani tüm Osmanlı'nın çıkarlarını gözeteceğinden, adının İttihat ve Terakki olmasında ısrar ediyordu. Doktor Nazım ise orta yolu buldu ; gazetenin adı Meşveret oldu ve ayda iki defa altı sayfa olarak çıkacak olan gazete 1 Aralık1895'te yayın hayatına başladı. İttihat ve Terakki'nin planları arasında, bazı yüksek düzeydeki kişilerin işbirliğinin sağlandığı belirtilerek, batıya güven verilmekteydi.) İç işlerinde meydana gelen karışıkların, halkın amacının dışında sonuçlar getirmesi, halk desteğini ortadan kaldırırken, muhalifler tasviye edilerek (Osmanlıda ilk suikastler bu dönemde olmuş) iktidar elegeçirilmiş, ve bir sonraki iktadarda hesapların şaşmasından ötürü tasviye edilerek, tasviyeler şeklinde günümüze kadar gelmişti(Çok geçmeden İttihat ve Terakki'ye karşı olan muhalefet sertleşti, bunda İttihat ve Terakki'nin sert siyasetinin de rolü vardı. Ayrıca ittihatçılar Meşrutiyet'e ve vatana ihanet ettiğini düşündüğü siyasal kişiliklere karşı açıktan açığa siyasal tedhiş yöntemleri uygulamaktan da kaçınmıyordu. İttihat ve Terakki'nin egemenliği altında Mebusan'ın Kamil Paşa hükümetini düşürmesinden sonra kurulan Hilmi Paşa hükümeti sırasında da cemiyetle hükümet arasındaki çalkantılar azalacağına daha da arttı. Gerçektende 31 Mart Ayaklanması'na doğru siyasal çatışmanın serleştiği ve arttığı görülmektedir. 31 Mart ( yeni takvimle, 13 Nisan1909 ) olayı asker – softa bağlaşması aracılığıyla, muhalefetin yaptığı sonuçsuz kalmış bir hükümet darbesidir. İrticai bir faaliyet olarak görülen bu faaliyette, Almanya ve İngiltere’nin parmağı olduğu görüşü ortaya çıkmıştı. 31 Mart Olayı Ahrar Fırkası’nın da sonunu getirdi. Hatta 31 Mart Olayı'nda Prens Sabahattin Bey'in de kışkırtması olduğu iddiası ile tutuklanmış ise de sonra serbest bırakılmıştır. )İlk muhalifler ile sonraki muhalifler aynı kaynaktan yani İngiltere’den beslendiği halde birbirleri ile çarpışmaya kadar gidebilmişlerdir. (Çerkez Ethemin, M.Kemale İsyanı gibi)- Doğan Avcıoğlu Milli Kurtuluş Tarihi’nde (Cilt 2, sayfa 576) olayı Ethem’in İngilizlere yaranma çabası olarak niteler. “Çerkezler ile Müslümanların en içten koruyucusu olan Büyük Britanya’ya manevi bağlılık ve saygı duygularını göstermeyi başaramayan Ethem Bey, İngilizlerin tutukladıkları valinin oğlunu kaçırarak İngilizlere saygı göstermektedir.- 1920 yılı sonlarına doğru Çerkez Ethem ve emrindeki 1. Seyyar Kuvvetler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne karşı 29 Aralık 1920’de isyan etti. Kılıç Ali ise, Mustafa Kemal, Ethem’in kendisini istirkap ettiğinin, öldürmek istediğinin de farkında idi. Diyor)Burada aynı merkez bir tarafı kendi içinde muhalifleştirirken diğer tarafıda kendi çıkarları etrafında kullanmaya devam etmiştir. Yani iktidarda da muhalefette de var olan gücü kendi çıkarlarına hizmet ettirebilmiştir. İngilizlerin desteğinden habersiz bu VATAN HÜRRİYET aşıklarının sloganlarına aldanan bazı kimselerin, başkaldırdıkları Saltanat’la aynı dini duygu ve hassasiyetlere sahip olmaları bile, ne Saltanatın, içinde bulundukları gruptan ötürü bunları cezalandırmasını engelleyebilmiş nede o grup içinde hareket edenlerin gerçekten aldanmış olduklarının önüne geçebilmiştir. Buradaki ince oyun iki Dindar kesimi karşı karşıya getirirken, asıl muhalifleri iki kesimide ezip iktidarlaşmaya götürmüştür. (Said Nursi, 31 Mart İsyanı sonrasında tutuklandı, yargılandı suçsuz bulunarak serbest bırakıldı. Sultan II. Abdülhamit'e karşı çıktı, Selanik'ye İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri ile görüştü. Milli Mücadele'ye destek verdi, Ankara'ya giderek Mustafa Kemal Paşa ile görüştü.) İngilterenin egemenliği ve desteği altındaki bu muhalif güç, 1. Dünya Savaşında ise muazzam işlere imza atmıştır(Toktamış Ateş de Siyasal Tarih isimli geniş kapsamlı kitabında, bu konuya değinmektedir: "Babıali, Birinci Dünya Savaşı öncesi gelişmelerin ve kendini bekleyen tehlikelerin farkındaydı. Ve Abdülhamid'in başlattığı 'denge politikası'ni İttihatçılar da sürdürüyorlardı. Avrupa'da savaş patlak verince, Babıali Londra'ya başvurmuş ve Boğazlar ve toprak bütünlüğü konusunda güvence verilirse, Almanya ile yapmış olduğu anlaşmaya rağmen, savaşa girmeyebileceğini bildirmişti. Ancak İngiltere bu öneriye ilgi duymadı. Zira, Rusya ile yaptığı gizli anlaşmalarla, Osmanlı topraklarının paylaşımını çoktan yapmıştı. Kısaca belirtmek gerekirse, Osmanlı savaşa girmese bile, eğer savaşı İngiltere-Rusya-Fransa kazansaydı, imparatorluk parçalanacaktı. Bu koşullar altında savaşa Almanya'nın yanında girmekten başka çare yoktu." [Sayfa 412]Tuğgeneral Ziya Yergök de, hatıralarında şöyle demektedir: "Boğazlar bizde idi. İngiliz ve Fransızlar İstanbul'u Ruslara verme sözü vermişti. Bunun için bizi ittifaklarına almıyor, isteklerimizi kabul etmiyorlardı. Açıkça anlaşılıyor ki, harbe girmesek bile İstanbul elden gidecek, ülkemiz parçalanacaktı. Artık doğal olarak Almanların tarafına geçmemiz gerekiyordu. Denize düşenin yılana sarılması gibi..." Sayfa 22, Enver Paşa'nın yaptığı şu konuşma, Birinci Dünya Savaşı'na niçin girdiğimizin en açık göstergesidir: "Bizi doğrudan doğruya boğazlamak isteyen Çarlık Rusyası ve İngilizlere karşı, yalnız hayatımızı bağışlamaya razı olan Almanlarla yan yana harp ettik.") . Muhalif gücün Saltanata hucumları, Halifeyi Tahtan İndirmeleri etrafında bir İslami söylem politikası geliştiren İngiltere, 1.Dünya savaşında kendisinin desteklediği muhalif gücü kendi sömürgesindeki diğer Müslümanlara Halifeye savaş açan ve Almanlarla işbirliği yapan hilafeti yıkmak isteyen taraf olarak göstermiştir. Halifeyi bu muhalif gücün tehlikesinden kurtarmak için savaşmaları gerektiğine inandırmıştır(İngilizler I. Dünya Harbinde Müslüman ülkeler halkını propaganda bombardımanına tutarak onları kandırmışlardı. Çanakkale Muharebeleri’nde savaşmak üzere sömürgelerden getirdikleri Müslüman askerler Almanlarla savaşmaya geldiklerini sanıyorlardı. Propagandaya göre Almanlar Osmanlı Müslüman halifesini esir almışlardı ve Hintli askerlerde halifeyi kurtaracaklardı. İngilizler bunun dinî bir borç olduğunu telkin etmişler ve inandırmışlardı. Yrd. Doç. Dr. Hamit Pehlivanlı ). Diğer taraftan, kendi desteğine sahip muhalif gücün ricasına rağmen, bu gücü itilaf devletlerine dahil etmemiş, mahsus kasıtlı bir şekilde Almanya tarafında göstermiştir. Kısacası Almanya ve İttihat adı altında geliştirdiği psikolojik harekatla, hem muhalefettekileri hemde Müslümanları (“... yabancı hatırı ve menfaati için harb-i din etmek istiyorsunuz. Bu muharebe mukaddes yani cihat değildir. Teessüf olunur ki İslâm karındaşlar birbirini Alman İmparatoru’nun uğruna. Almanya İmparatoru memnun olsun diye İslâm’ın İslâm’ı kesmesi nasıl tecviz edilebilir.’ deniliyordu Yrd. Doç. Dr. Hamit Pehlivanlı ) kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmiştir. Nihayetinde savaş sonrasında, savaş öncesi bir takım gizli antlaşmaların neticesinde VATAN Hürriyet aşıklarının payıda kendilerine verilmek süretiyle İslam alemi tam anlamıyla geleceğinden yoksun bırakılarak, bir daha ebediyete kadar toparlanamamak gayesiyle yok edilmiştir.

İngiltere bugün hale güdümündeki Müslümanları kullanmak ve yönlendirmektedir. Şu an Dünya üzerindeki tüm İslami Hareketlerin Planları 18.yy İngiltere’de belirlenen İslami Anlayış Şekline Göre Düzenlenmiştir. (19. asırdan beri bu iki dünya görüşünü uzlaştırma ve bu iki tip insanı anlaştırma çabaları hep sonuçsuz kalmıştır. Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh'la başlayan, İslam dininin nass'larını yeniden yorumlama akımı, günümüzde de devam etmektedir. Buna örnek olarak Yaşar Nuri Öztürk ile bazı ilahiyat profesörlerini gösterebiliriz. Yeniden yorumlama eyleminde egemen olan yöntem, Batı'da halen mevcut olan ve ortaya çıkacak olan kavram ve pratikleri esas alıp bunlara, İslam'ın nass'larında meşruiyet bulmaktır. )Bunun ilk çalışmaları Medeniyetler İttifakı Olarak İsimlendirilmiş, bugünkü İslami Hareket Düşüncesinin liderleri o günkü toplantıda belirlenen anlayışların savunucularının İslami Hareket Tanımlamasına verdikleri anlamdan etkilenmişlerdir. Bu yanlış tanımlama çerçevesinde gelişen tüm olaylar (Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin AB'ye alınmasını bir 'asimilasyon' olarak nitelerken, Türkiye Başbakanı bunu 'entegrasyon' olarak ifade etmiştir.), bu tanımlama içerisinde yapılan tüm eylemler o grupların veya derneklerin ötesine gidememekte, Dünya gelenine yayılabilecek bir yapıya bürünememekte olduğu gibi, hakiki manada Gerçek İslami Mücadelenin Önünü de tıkamaktadır. Çünkü tanımlama('Batı karşıtsız İslami bir kimlik modeliyle', modernleşme) İslami Ölçüler içerisinde değil, İngiltere çıkarlarına göre yapılmış bir tanımlamadır.
İngiltere’de görev yapan (İngiltere’de Din Devletten hem destek görür hem de parasal yardım-İmamlar devletten maaş alır) 136 İmam’ (136 imamdan birisi ve şu anda İngiltere’ye gelen imamların denetlenmesi içi çalışan bir kurumun başında ) dan biri olan Masud Ahmada İngilteredeki Camilerin İmamlarının bazılarının Cami dolaplarında bomba bulundurduğunu, ve cemaattekilerden de ele geçirdiklerini İntihar Eylemcisine dönüştürebildiklerini söylüyor. Aynı zamanda İngiltere’nin İslama bakış açısının büyük bir hoşgörü içerisinde olduğunu lanse ederek, Müslümanların kendi ülkelerinden daha çok İngiltere gibi bir ülkede daha özgür, hak ve hürriyetler içerisinde yaşadığının siyasetini (Lordlar kamarasındaki 3 müslümandan birisi olan Baroness udin benim vatanım İngiltere burası, bangladeş değil diyor. Bu ülkede müslümanlar olarak her türlü düşünce özgürlüğüne sahip olduklarını kendi ülkelerinden bin kat daha rahat yaşadıklarını anlatıyor.) yapıyor. Geçmiş siyasetinde 1.Dünya Savaşında kullanmış olduğu söylemde ( “Ey bizim gazi ve sevgili Türk kardeşlerimiz! Mısır ve Hindistan’daki İslâm kardeşlerinizin sözünü ve sesini işitiniz.Mısır’da İngiltere’nin taht-ı idaresinde bulunan Müslümanlarla rahat ve saadettedirler...) buydu. Böylelikle yayılmacı politikasını Kendi Vatanları Uğruna savaşmaya gerek duymayacak nesiller ile idame edebilmek. Bunun için onların ülkelerini yerle bir edip onlar için yaşanmaz kılmak, kendilerine sığınanlara ise rahat baskısız özgür ortam aldatmacası içinde Yeni Bir İslami Yapı, Bünye, Düşünce Tarzı ortaya koymak. Hristiyanlar veya Hristiyanlık Dostlarımızdır gibi. Batı yaşam ve ahlak tarzının İslami yaşam ve ahlak tarzı olabileceği gibi.

Bu düşünce Tarzının gelişmesi için, geliştirilen diğer psikolojik taktikte, bizden olanlarla veya bizden gibi görünenlerle bizleri psikolojik çerçevede etkisiz veya yönlendirilebilir kılmak. Ya varolan ile yada varolmak isteyeni kendi elleri ile oluşturarak geliştirdikleri hareketleri çıkarlarına hizmet ettirmek. Geçmişte bunu İngiltere, Thomas Edvard Lawrence ile gerçekleştirmişti (“Büyük Arabistan” hayali nasıl, Mekke şerifini büyülemişse; “Arzı Mev’ut” hayali de İsrail oğullarına diz çöktürmüştü. İşte; kadınıyla erkeğiyle, çoluğuyla, çocuğuyla muazzam bir gizli ordu. Diyordu. O, yıllarca Hind’i, Çin’i, Afgan’ı birbirlerine kattı. Afganistan kıralı Emanullah Han’ ın tahttan indirilmesiyle biten büyük isyan tamamen Thomas Edward Lawrence’in eseriydi.). Şeyh kıyafetiyle bol paralar sarf ederek, Müslüman kılığına girerek, saf Müslümanları ve Arapları Osmanlı aleyhine kışkırtmış, “ Din iman elden gidiyor, sizin en büyük düşmanınız Türklerdir ” diyerek, bir Müslüman kitleyi kullanmış kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmiştir. Yeni versiyonlar ise öteden beri içlerine yerleştirilmiş ve zamanı gelince liderlik makamında görebildiğimiz ama o an tespit edemediğimiz kendi adamlarıdır. Bunlar bizdendir fikri ile her sözünü emir telaki ettiğimiz kişilerdir ki, kim onlardandır kim değildir anlayabilmek için bunların bütününe işaret eden parçalarına bakmak yeterlidir. Çoğu İktidarlarla uyumlu hareket eder, veya kendilerinin benzeri olmayan fikirdekileri destekler. Bir çoğuda yaptırıma tabi olur. Anlıktır varlıkları (Aczmendi Tarikatı). Tarikat ve Cemaatteki yapılanmaları bu çerçeve içerisinde hapsedilmiş Müslümanlara hem kolay ulaşmak hemde empoze edilen psikoloji ile yön verebilmek adınadır. Hepsinin fikri ve mücadele şekli farklı olup birbirlerini hazmetmezler ve birbirlerini de kolaylıkla tekfir ederler. Aynı Allah’a ve Peygambere ve aynı amel şekillerine sahip oldukları halde anlaşamadıkları nedir anlaşılmamıştır. Veya varlık sebepleri neye hizmet içindir. Bunlar hala düşünülmüş ve sonuca bağlanmamış beklide ifade edilmekten çekilinen psikolojik harekatların İslam Ümmetini Kullanma yöntemleridir.

1895-1900) İngiltere’nin Hindistan Müstemleke Nazırı Matbuatta intişar eden bir makalesinde, müslümanların elinde Kur’an bulundukça İngiltere’nin İslâmlara tamamıyla hâkim olamayacağını tam hakimiyetin tesisi için Kur’an’ın sûkut ettirilmesi icab ettiğini yazmak suretiyle, hükümetinin İslamiyet hakkındaki gizli siyasetini açığa koymuştu. İngiltere hükümeti, İslamlar hakkında iki türlü hatt-ı hareket takip etmektedir.
Birisi:
O zamanın İslamların önderliğini yapan Türklere karşı olup, Türkiye’de gizli bir ifsad komitesi kurarak Türkleri İslamiyet’ten uzaklaştırmaya ve Kur’an-ı Türkiye’de sûkut ettirmeye çalışmakta idiler.
Diğeri de:
Türkiye’den başka memleketlerdeki müslümanlara tatbik edilen siyaset idi ki, bu siyasete göre de din hususunda müslümanlara geniş müsamaha gösteriyorlar ve onları okşuyorlardı. Türkiye’deki faaliyetlerinden, Türkleri İslamiyet’ten uzaklaştırmak ve bu gayede muvaffak oldukları takdirde Türkleri diğer müslümanların gözünden düşürerek Türklerin önderliğini bertaraf etmek amacını güdüyorlardı.

“Büyük Doğu'nun yirmidokuzuncu sayısında; "Lozan'ın İç yüzü" diye yazılan makaleden:
İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en manidar sözünü söyledi. Dedi ki:
"Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz."

Lozan'da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıdları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hristiyan emellerinin Türkiye'yi mazisindeki ruh ve mukaddesatı kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:

"Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden (yani an'ane-i İslâmiyet'ten) kurtulmak hususunda besledikleri (yani İsmet'in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir."

Nihaî Vesika
Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası'nda "Türkler'in istiklalini ne için tanıdınız?" diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon'un verdiği cevab:

"İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz."

-- Nazlı Güral'a teşekkürler--

Abidin Özmen

Yıl 1934, o dönemde Milli Eğitim Bakanlığı Ulus'tadır. Bakan ise Niğdeli Abidin ÖZMEN'dir. Bakan, makamında çalışmaktadır. Kapı çalınır. Bakanın gür sesi: "Giriniz!" Atatürk'ün yaverlerinden biri, yanında iki çocukla makama girerler. Konuklara yer gösterir ve zarfı açar. Atatürk'ten gelen bir mektuptur bu: "Bay Abidin ÖZMEN, Milli Eğitim Bakanı..." Abidin ÖZMEN zarfı özenle açar ve mektubu dikkatle okur: "Yaver Bey'le, size iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderiyorum. Bu çocukları, uygun göreceğiniz bir liseye (parasız yatılı olarak) kaydını yaptırın..." Bu, Atatürk'ün bir emridir. Kesinlikle yerine getirilecektir. Bakan ÖZMEN, Orta Öğretim Genel Müdürünü çağırtır ve şu direktifi verir: "Yaver Bey'in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve bu çocukların Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Atatürk'ün ismini yazdırarak bana getiriniz." der. Bakanın emri yerine getirilmiştir. Abidin ÖZMEN de kısa bir mektup yazarak Yaver Bey'le Atatürk'e yollar. Mektubun içeriği şöyledir:

"Muhterem Atatürk, Yaver Bey'le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için; bu çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğunda emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ek'te takdim ediyorum..."

Atatürk bu mektup üzerine, devrin Başbakanı İsmet İnönü'ye telefon ederek: "Bak senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı." diyerek olayı anlatmış. İnönü, Bakan adına özür dilemiş. Atatürk: "Yok! demiş özür dileme. Çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve doğruyu gösterebilse."
Alıntı.Tarihi değeri olan ve hiçbir yerde yayımlanmayan bu anının unutulup gitmesine gönlü razı olmayan bakanın yeğeni yüksek mimar H. Rahmi ÖZMEN, 15.08.1985 günü bu mektubu gazeteci yazar Vahap Okay'a iletir.
O da 15.09.1985'te gazetesinde yayımlar.İşte devlet böyle adamlarla yönetilir...

Simurg

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg ( Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix ), Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir… Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş, hepsi birbirinden çetin yedi vadi... İstek, aşk, marifet, istisna, tevhid, hayret ve yokluk vadileri... Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş... "Aşk Denizi"nden geçmişler önce...". "Ayrılık Vadisi"nden uçmuşlar...". "Hırs Ovası"nı aşıp, "Kıskançlık Gölü"ne sapmışlar... Kuşların kimi "Aşk Denizi"ne dalmış, kimi "Ayrılık Vadisi"nde kopmuş sürüden... Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle... Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp. Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş. (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış) Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş. Balıkçıl kuşu bataklığını. Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "Şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "Yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş: Farsça "si", "otuz" demektir... murg" ise "kuş"... Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki; "Simurg - otuz kuş" demekmiş. Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. 30 kuş anlar ki, aradıkları sultan kendileridir ve gerçek yolculuk kendine yapılan yolculuktur. Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız. Şimdi kendi gökyüzünüzde uçmak zamanıdır...

Hazân İle Geçti Gülşeni Bustan (Koşma)

Hazân ile geçti gülşeni bustan
Eyler dertli bülbül zâr garip garip
Haraba yüz tuttu bezmi gülistan
Ağla şimdengeru var garip garip.

Hançeri feleğin ucu ciğerde
Gittikçe artıyor yara bu serde
Diyarı gurbette tutuldum derde
Gel tabip yaramı sar garip garip.

Emrah bizim elin gonca gülleri
Açılmıştır öter dost bülbülleri
Ben sefil sergerdan gurbet elleri
Gezeyim bir zaman yâr garip garip.

Erzurumlu Emrah

(Ahmet Kömeçoğlu'nun hatırlatmasıyla)

Kifayetsiz muhterisler ve 'cahil cesareti'

Dunning-Kruger Sendromu

Psikologlar Justin Kruger ve David Dunning'in tarihe geçmelerine vesile olan bulguları, Türk sağduyusunun yüzyıllardır "cahil cesareti" dediği şeydir aslında. Teorileri özetle, "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der. Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:

-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.

-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.

-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.

-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerini n farkına varmaya başlarlar.

Değerlendirme zaafı:

İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da buldular. Cornell Üniversitesi' nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istediler.

En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60'ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70'e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı.

En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70'ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü. (Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Nobel de kazandılar.)

Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.

İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır.

Sonuçta, "kifayetsiz muhterisler" her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır.Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak vereceksiniz.

Enver Behnan’ın İlk Millet Meclisi Dersim milletvekili Diyap Ağa’yla röportajı

(Yeni Gün, 27 Temmuz 1931)
“Bizim memleket ahalisi Kürtmüş, orada bir Kürt Hükümeti kuracaklarmış, bunu duyunca kızdım”.
“Biz Kürt değiliz, biz Türk’üz.”
“Türklük tehlikeye düştü. Kurtuluş Savaşı’na katıldım.”
“Allah Büyük Gazi’ye çok ömür versin, kıymetini bilelim.”

Millet Meclisi’nin ilk azalarından Diyap Ağa’ya Karaoğlan’da rast geldim. Felaket ve zafer günlerinin bu bir hatırası olan bu aksakallı ihtiyara yaklaştım. Selam verdim ve kendimi tanıttım. Ertesi günü Natbantoğlu Hıfzı Bey’le beraber misafir kaldığı Kayseri Oteli’ne gittik.Otelin avlusunda bu tarihi şahsiyetle karşı karşıya idik. İri ak kaşlarını kaldırdı, mavi gözlerini gözlerime dikti:
— Oğul sen beni nereden tanıyorsun? dedi.
— Birinci Millet Meclisi’nde Dersim Mebusu idiniz, sizi o zaman tanımıştım.
— Aha!.. Unutmamışsın.
— Memleketin kurtuluşuna koşanlar hiç unutulur mu? dedim sonra ilave etti:— Benden ne soracaksın?
— Nasıl mebus olduğunuzu Birinci Millet Meclisi’nde neler gördüğünüzü ve hayatınızı soracağım!
— Sor ki, söyleyem.
Sordum, şunları anlattı:
Diyap Ağa bugün bir asrı idrak etmiştir, yani tam yüz yaşındadır. İkinci Mahmut zamanında doğmuş ve Türkiye’de ilk gazete ile hemtevellüttür.1831 tarihinde dünyaya gelmiştir. Doğduğu yer Çemişkezek kazasının Eğerek karyesidir.. Babasının adı Seyyit Han, dedesi Kahraman Ağa’dır. Mensup olduğu aşiret Ferhat uşağıdır. Hayatını Dersim’in Balıkkayalı Dağlarında atlı olarak geçirmiş. Ferhat Uşağa reis olmuştur. Üç yüz adamı ile dağdan dağa koşmuş, tam bir Türkmen hayatı yaşamıştır. Birçok mücadelelerle girmiş olan bu efsanevi dağ adamı, bin bir ölüm tehlikesi geçirdikten sonra, Sultan Abdülhamit’in fermanı ile de Dergâhı âli Kapıcıbaşılığı rütbesini almıştır. Dersim havalisinde teşkilat yapmağa gelen altı Ermeni komitacısını yakalamış ve bunların ellerini ayaklarını bağlayarak Yıldız Sarayı’na yollamıştır.Bundan sonra bir müddet Nahiye Müdürlüğü ve Mahkeme azalığında bulunmuştur. Sekiz defa evlenmiş, on beşe yakın çocuğu olmuştur. Hiçbiri sağ değildir. Bunlar arasında eceli ile ölen yoktur.
— Ağam okumak yazmak bilir misin?
— Mebus olanda bilmezdim. Allah, Büyük Gazi’ye ömür versin. Yeni harfleri öğrendim.
— Nasıl Mebus çıktınız?
— Gâvur Anadolu’yu sardı: Hepimizi bir düşünce aldı. Din ve diyanet ırz ve namus. Türklük tehlikeye düştü. İşittik ki Erzurum taraflarında can kurtaran bir Paşa çıkmış. Meclis kuracakmış. Onu hep gözledik. Öğrendim ki bu Paşa’nın adı Mustafa Kemal imiş. Onun büyük yüzünü görmeğe can attım. Fakat o zaman olmadı. Sonra Sivas’a oradan da Ankara’ya gelmiş.Bu zaman bizden iki mebus istedi. Herkes korktu, ihtiyar halimle vatanı kurtaranların yanına koşmayı, hatta başımı bile vermeyi göze aldım.Bana “gitme ölürsün” dediler. “Zaten herkes mahvoluyor, varam, gidem, onlara ulaşam, hep beraber ölek” dedim.Benimle mebus seçilen Ayas Uşağı aşiretinden Zeynozade Mustafa Ağa korktu, gelmedi. Ben yanımda bir uşağım, atlara atladık, Elâziz’e geldim. Elâziz’de bana harcırah verdiler. Oradan bir yaylı araba tuttum. Malatya, Sivas, Kayseri yolu ile on sekiz günde Ankara’ya vardım.
— Nerede kaldınız?
— Taşhan’da bir müddet kaldım, sonra Hacı Bayram’da bir ev tuttum.
— Kaç senesinde geldin?
— 1336 senesinde geldim.
— İlk defa Meclis’e nasıl girdin?
— Dersim’den tanıdığım Hasan Hayri Bey vardı. Beni Meclise o götürdü. Kapıdan içeri girince yüreğime bir şevk geldi. Gözüm yaşardı. Burasını mektebe benzettim, kara kara sıralar vardı. Bir sıranın bir köşesine ben de çöktüm. Biraz sonra Hasan Hayri Bey, beni dışarı çıkardı. Bir odaya götürdü.
— Odada kimler vardı?
— Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa, Kâzım Paşa vardı. Gazi Paşa ile birbirimizin elini tuttuk. “Safa geldin Ağa” dedi. Beni Paşalarla tanıştırdı. Yanında oturdum. O dakikada Paşa’ya gönlüm ısınıverdı. Gözümü, gözlerinden ayırmadım. Bu büyük adamla cenge değil, bastonuma dayana dayana ölüme bile giderdim.
— Hiç Millet Meclisi kürsüsüne çıktın mı?
— İki kere çıktım. Bir sene geçmişti. Daha Mustafa Ağa gelmemişti. Meclis’te onun lafını ediyorlardı. Anladım ki Mebusluktan çıkaracaklar. Kürsüye geldim. Konuşanlar bile sustu. Herkes bana şaştı. Diyeceğimi bekliyorlardı . Dedim ki: “Mustafa Ağa’ya telgraf vurdum, yan gelir, yan gelmez, ola ki gele.” Hep bir ağızdan bağrıştılar, el çırptılar.
— Başka yok mu?
— Bir kere de Lozan Konferansı sırasında kürsüye çıktım. Aha bizim memleket ahalisi Kürtmüş, orada bir Kürt Hükümeti kuracaklarmış, bunu duyunca kızdım kürsüye çıkıverdim. Gene sustular: “Lâilaheillâh Muhammedürresullâ llah” dedim. “Gerek Şafiî, gerek Hambelî, gerek Hanefî hepimizin kıblesi birdir. Meclisimiz, kulübümüz, dinimiz, milletimiz birdir. Biz Kürt değil, biz Türk’üz. Hepiniz Lâilaheillâh demişsiniz. Şimden sonra mı, ayrı bir din, ayrı bir millet olacağız.” dedim. Gene el çırptılar, İsmet Paşa ayakta kürsünün yanına gelmiş, sakalımın dibine yaklaşmıştı. O da coştu, o da el vurdu.
— Ağam o zamanlar, sizin bir ecnebi kadına aşık olduğunuzu söylemişlerdi?
— Aha canım! Ben Meclis’te büzülmüş otururdum. Yukarıya bir gâvur karısı gelmiş, beni görmüş sormuş: Meclis dağıldı, dışarı çıkıyordum. Kara Bekir kolumdan tuttu beni riyaset odasına götürdü. Hep Paşalar ayakta idiler, aralarında güzel bir kadın gördüm. Paşa Hazretleri dedi ki:
— Ağa bu kadın seni sevmiş! dedi.
— Kadın elimi tuttu. Ben de yüzüne bakarak şu beyti söyledim:
Sev seni seveni hâk ile yeksan etse deSevme seni sevmeyeni Mısır’a sultan etse de.
Hep gülüştüler. Kadın resmimi istedi: “yarın gel yan yana bir resim çıkarak” dedim. Bir daha görünmedi.
— Ağa kanunları nasıl yapıyordunuz?
— Kanun yapmak, tıpkı yayıkta yağ yapmağa benziyor. Çalkalıyorduk, çalkalıyorduk. Yayıktan yağ çıkar gibi kanun da çalkalana çalkalana çıkıyordu.
— Bir zaman seyahate çıkmıştınız?
— Evet. Bir gün Meclisin kapısı önünde idik. Gazi Paşa Hazretlerine dedim ki: “Allah düzenimizi bozmasın, şanımızı arttırsın, kılıcımızı keskin, talihimizi açık etsin” dedim. Bunu dediğim zaman gözümden yaş aktı. Paşa Hazretleri, beni kolumdan tutarak otomobiline aldı. Beraberce Eskişehir’e seyahat ettik. Allah Büyük Gazi’ye çok ömür versin, çok büyük bir adamdır. Kıymetini bilelim, ne diyem, bana çok şefkat ve muhabbet gösterdi. Allah da onun sevenini çok etsin. Bizim Meclisimizde bir duamız bir de arkadaşlara iman vermemizden başka bir gayretimiz olmadı.
— Ankara’yı nasıl buldunuz?
— Cennet olmuş, şaştım kaldım. Tanınmaz bir hale gelmiş. Çalışanların gayreti var olsun.
— 12 sene sonra bu seyahatiniz ne içindir?
— Gazi Hazretlerini ziyarete geldim.
— Arzunuz nedir?
— Hey oğul, ihtiyarlıktan çalışamıyorum. Memlekete çok hizmet ettim. Son ömrümde devletimden ve milletimden bir tekaütlük maaşım almağa geldim. Bu işim de olursa mesut olarak memleketime döneceğim!

DOĞRU BULDULAR Kİ NOBEL VERDİLER

Justin Kruger ve David Dunning, 2000 yılında nobel kazanan psikologlardır. Kruger-Dunning teorisi " Cehalet, bilgeliğin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.Cahil oldukça cesur olur.Cesur cahil,haddini de bilmez.Hem yetersizdir,hem de sınırsız ölçüde ataktırlar.Eğitim aldıklarında," Yetersizlik+Cesaret+Doyumsuzluk" gibi özelliklerinin farkına varır,cahiller tarafından alkışlandıkça daha da atılgan olurlar.Yetersizliğine rağmen,kendini ve yaptıklarını över,her konuda öne çıkar,her türlü üstün konumun hakkı olduğuna inanırlar.Kariyer edinme bakımından cesaretleri ve haddini bilmez atılganlıkları," Cehaletin kazandırdığı bir avantaja dönüşür."
Oysa gerçek bilgili ve yetenekli insanlar, seviyelerine göre artan oranda " "Alçakgönüllüdürler" ön plana çıkmazlar. Aslında hakları olan görev, mevki ve makamlara kendiliklerinden talip olmazlar. Değerlendirilmek ister, teklif beklerler. Beklentileri gerçekleşmeyince de küser, kırılır, daha da geriye çekilecek, yaşarken öleceklerdir. Bu sebepledir ki; İhtiraslı olmayan yeteneklilerin mezarlığı, Cahil, fakat ihtiraslı olanların mezarlığından milyonlarca kat daha kalabalıktır.
Sonuç olarak ; " Yetersiz-İhtiraslı Eğitilmiş Cahiller, yetenekli-bilgili bu yüzden de fazla alçakgönüllülere göre, genelde hızlı yükselecek, ünlenecek, önemsenen, özenilen bir konuma geleceklerdir.
Acaba Kruger-Dunning İkilisi haklı mı, haksız mı ? Etrafımıza bir bakalım ! Tepeden tırnağa, vicdanımızla baş başa, ön planda görünenlerin, yönetenlerin bulundukları konumları değerlendirelim ! Acaba yüzde kaçı " Yetenekli-Bilgili ve Alçakgönüllü " Bana göre %10-20'yi geçmez. Size göre bu oran kaç acaba ?
Milletler, hak ettikleriyle, hak ettikleri şekilde yönetilirler. Monarşilerde egemenlik, ilahi kaynaklıydı ve kadere bağlıydı. Bugün, DEMOKRASİ-CUMHURİYET idaresi " Milletin Kaderini, Yine Milletin Karar ve Gayreti Belirler ! " ilkesini getirmiştir. Egemenlik, Kayıtsız Şartsız Milletin ise; Egemenleri millet belirliyor demektir. Bu doğru yapılmamışsa kimsenin şikâyet hakkı yoktur.
Allah(cc) müstahakkımızı versin !

Taş Plaklar

GRAMOFON KOLEKSİYONCUSU

http://www.gramofonkoleksiyoncusu.com/tas_plak_dinletisi.php?id=102

Dinlemek istediğiniz parçaya tıklayınız.

Munir Nurettin SELÇUK Kalamış
Munir Nurettin SELÇUK Dönülmez Akşamın Ufkundayız
Safiye AYLA Muhabbet BağıSafiye AYLA Sarı Kurdelem Sarı
Hamiyet YÜCESES Kadifeden Kesesi
Hamiyet YÜCESES Çile Bülbülüm Çile
Müzeyyen SENAR Feraye
Müzeyyen SENAR Ben Giderim Batuma
Abdullah YÜCE Bu Ne Sevgi Ah Bu Ne Izdırap
Abdullah YÜCE Bir Sigara İç Oğlan
Sabite Tur GÜLERMAN Bahar Pembe Beyaz Olur
Behiye AKSOY İnleyen Nağmeler
Behiye Aksoy At Kadehi Elinden
Zeki MÜREN Bir Muhabbet Ku şu
Zeki MÜREN Manolyam
Zeki MÜREN Pencerenin Perdesini
Secaattin TANYERLİ Sana Nerden Gönül Verdim
Secaattin TANYERLİ Papatya
AvareAliye AKKILIÇ Ay Dolanaydı Gün Dolanaydı
Nezahat BAYRAM Dedim Gız Yaşın Nedir
Muzaffer AKGÜN Ceviz Oynamaya Geldim Odana
Mediha DEMİRKIRAN Karam

Parçaların tümünü aralıksız dinlemek için tıklayınız.

İDEAL ÇİFTLİK EKONOMİSİ:

İki ineğiniz vardır.
Birini satıp bir öküz alırsınız.
Sürünüz çoğalır, işler artar, ekonomi büyür...
Örneğin,
ÇİNLİYSENİZ...
Bir ineğiniz ve bir öküzünüz vardır.
Buzağıları satar zengin olursunuz.
HİNTLİYSENİZ...
Bir ineğiniz ve bir öküzünüz vardır.
Ama onlara taparsınız...
Açsınızdır ama Nirvana'ya ulaşırsınız.
PAKISTANLIYSANIZ...
Hiç ineğiniz yoktur.
Hindistandaki tüm ineklerin size ait olduğunu iddia edersiniz.
Bütün paranızla nükleer başlık alırsınız...

AMERİKALIYSANIZ...
İki ineğiniz vardır.
Altı inek kadar süt almak için 24 saat 3 vardiya zorlarsınız.
İnekler telef olunca, suçlayıp işgal edecek bir ülke ararsınız...
ALMANSANIZ...
İki ineğiniz vardır.
İkisi de mekanik harikasıdır...
Her saat başı, dakik süt verirler.
FRANSIZSANIZ...
İki ineğiniz vardır.
Birinden şarap diğerinden peynir sağarsınız...
BELÇİKALIYSANIZ...
Bir Fransız, bir Hollanda ineğiniz vardır.
Hükümet üçüncüyü vermiyor diye her yıl greve gidersiniz...
İNGİLİZSENİZ...
İki dananız vardır.
İkisi de deli-dana'dır.
İTALYANSANIZ...
İki ineğiniz vardır.
Nerede olduklarına dair bir fikriniz yoktur.
İSPANYOLSANIZ...
İki ineğiniz vardır.
Sürekli siesta yaptıklarından nerde olduklarını bilirsiniz.
YUNANLIYSANIZ...
AB damgalı iki ineğiniz vardır.
Ama süt sağmayı bilmezsiniz.

İSVİÇRELİYSENİZ...
Beşyüz ineğiniz vardır.
Ama hiç biri sizin değildir.
Hepsinden kira alırsınız.
JAPONSANIZ...
İki ineğiniz vardır.
İkisi de bilim harikasıdır.
Tavşan kadar küçük ve iki kat fazla süt verirler.
RUSSANIZ...
İki ineğiniz vardır.
Fakat dört tane var sanırsınız.
Çünkü votkayla çift görünürler...

TÜRKSENİZ...
İki öküzünüz vardır.
Birini başbakan, diğerini cumhurbaşkanı yaparsınız!

Dünyanın Son Günü

Bir Üniversitede , Profesör derse şöyle aşlamış : - "Düşünün ki bugün Dünyanın son günü. Yarın bu saatte her şey bitecek. Kurtuluş şansınız yok. Bugün ne yapardınız?" Tüm öğrencilerden bir çok değişik cevap gelmiş: - İbadet eder Tanrıdan günahlarımı affetmesini dilerdim,- Tüm sevdiklerimle vedalaşırdım,- Ailemle zamanımı geçirirdim, - Anneme veya Babama giderdim, - Arkadaşlarımla yarım saat eski günlerdeki gibi basket oynardım, - Barbekü partisi yapardım, - Tüm sevdiğim yemekleri son bir defa yerdim. - Yatar uyurdum.- Ormanda son defa dolaşırdım, - Güneşin doğuşunu ve batışını son defa seyrederdim. - Akşam yıldızları seyrederdim. - En sevdiğim yemeği hazırlar tüm sevdiklerimi akşam yemeğe davet ederdim. - Piknik yapardım, - Hayatta en çok gitmek istediğim yere gider orda ölümü beklerdim, - Jet uçağına binerdim, - Üzdükler imi arar özür dilerdim beni affetmesini isterdim vs..Hoca bütün hepsini tahtaya yazmış. Sonra gülerek ; -" Çocuklar bunları yapmak için dünyanın son günü olması şart mı ..? " diye sormuş.

BEN FARK YARATAN BİR İNSANIM

Öğretmen, lise son sınıf öğrencilerinin her birine, kendisinin ve başkalarının hayatında yarattıkları farkı onlara söyleyerek ne kadar değerli olduklarını ifade etmeye karar verdi. Her öğrenciyi birer birer sınıfın önüne çağırdı. Önce onlara kendisi ve sınıf için nasıl fark yarattıklarını söyledi. Her öğrenciyi özel olarak takdir etti. Sonra her birinin göğsüne altın harflerle yazılı 'Ben Fark Yaratan Bir İnsanım' yazılı mavi bir kurdele taktı.
Sonra, takdir edilmenin toplumda nasıl bir etki yaratacağını görmek için bir ders projesi gerçekleştirmeye karar verdi. Her öğrenciye üç kurdele daha verdi. Kendi çevrelerinde bu takdir seremonisini yapmalarını söyledi..Bir haftanın sonunda öğrenciler sonuçlarıyla birlikte sınıfta sunum yapacaklardı.
Sınıftaki çocuklardan biri bir şirkette alt derecede yönetici olarak çalışan bir adama gitti. Ona kendisine kariyer planlamasında yardımcı olduğu için şükran duyduğunu söyledi ve göğsüne mavi kurdele taktı. Sonra ona iki kurdele daha verdi. 'Takdir etmekle ilgili bir sınıf projemiz var' dedi. Onun da takdir ettiği bir kişiye gidip göğsüne mavi bir kurdele takmasını ve üçüncü kurdeleyi ona verip onun da aynı şeyi bir başkasına yapmasını söyledi. Takdir seremonisi böylece sürüp gitmeliydi. Genç yöneticiden kendisini de sonuçtan haberdar etmesini rica etti.Aynı gün akşama doğru, genç yönetici, üst düzey yöneticisinin odasına gitti. Üst düzey yönetici asık suratlı ve huysuz bir insan olarak tanınıyordu. Genç adam, yöneticisine oturmasını rica etti ve yaratıcı bir dehaya sahip olduğu için ona hayranlık duyduğunu ifade etti. Yönetici şaşkınlık içindeydi. Genç yönetici mavi kurdeleyi göğsüne takmak için izin istedi. Şaşkın va ziyetteki üst düzey yönetici 'Tabii, olur' dedi.
Genç yönetici mavi kurdeleyi, patronunun ceketine, yüreğinin üzerinde bir yere taktı. Üçüncü kurdeleyi de ona uzatarak, 'Bana bir iyilik yapar mısınız? Bu ekstra kurdeleyi alıp, takdir etmek istediğiniz birinin göğsüne takar mısınız? Bu kurdeleleri bana veren liseli çocuk bir okul projesi hazırlıyor ve takdir seremonisinin insanları nasıl etkilediğini araştırıyor' dedi.
O akşam, üst düzey yönetici evine geldi ve on dört yaşındaki oğluna kendisiyle konuşmak istediğini söyledi.
'Bugün başıma olağanüstü bir şey geldi. Ofisimde oturuyordum ve gençyöneticilerimden biri odama girdi. Bana hayranlık duyduğunu yaratıcı birdeha olduğum için bana mavi bir kurdele taktı. Düşünebiliyor musun? Benimyaratıcı bir deha olduğumu düşünüyor. Sonra üzerinde 'Ben Fark Yaratan Birİnsanım' yazan bu kurdeleyi ceketime, yüreğimin tam üzerine iliştirdi. Banafazladan bir kurdele daha verdi ve benim de takdir ettiğim birisini bulmamısöyledi. Eve gelirken arabada kurdeleyi kime takacağımı düşünüyordum veseni düşündüm. Seni takdir etmek istiyorum' dedi.
'İş hayatında günlerim çok yorucu geçiyor. Eve geldiğimde sana pek fazlailgi gösteremiyorum. Bazen sana okul notların iyi olmadığı ya da odan çokdağınık olduğu için bağırıyorum, ama bu akşam, seninle beraber olmakistiyorum ve sana hayatımda nasıl fark yarattığını söylemek istiyorum.Annen ve sen hayatımdaki en önemli insanlarsınız. Sen harika bir evlatsınve seni seviyorum!'
Çocuk şaşkınlık içindeydi ve ağlamaya başladı, ağlıyor ağlıyor ağlıyordu.
Ağlamasını durduramayarak hıçkırıklara boğulmuş, katıla katıla ağlıyordu..
Tüm bedeni hıçkırıklarla sarsılıyordu. Gözyaşları kucağına damlarken,başını babasına doğru kaldırdı, titrek bir sesle, 'Ben de yarın intiharetmeyi planlıyordum baba. Çünkü beni sevmediğini düşünüyordum.'Babanın takdiri, çocuğun hayatında büyük fark yaratmıştı.
Yaşamla ölüm arasında bir fark.
Herkes takdir edilmek ister ama takdir etmek konusunda cimriyizdir nedense.Daha doğrusu birisiyle ilgili olumlu düşünce ve duygularımızı dile getirmeyi pek aklımıza getirmez, nasıl olsa onların bunu bildiklerini ya da hissedeceklerini varsayarız.Bugün fark yaratan insan ol. Sevdiklerini, hatta çok yakından tanımadığın halde takdir ettiğin kişileri takdir etmek için adım at. Takdir edilmek yaşama sevincini ve gücünü artırıyor.
İster mavi kurdeleyi, ister kırmızı kalpli mavi kurdeleyi takdirinin sembolü olarak ver sevdiklerine, öğrencilerine, çalışanlarına, patronuna, bakkalına, kapıcına. Birilerine 'iyi ki varsın' dediğimizde kendi varlığımızı da onaylamış oluyoruz. Var eden var olur. Var olmanın dayanılmaz hafifliği bu.
Birisini seviyor musun? Ona söyle.
Birisi senin hayatını olumlu etkiledi mi? ona telefon et. Hayatında fark yaratan birileri oldu mu? Onlara mektup yaz, not yaz, kart yaz ya da e-mail gönder.Bu insanlara duygularını ifade etmek için bir gün daha beklemeden hareketegeç. Özellikle yazılan şeyler, daha kalıcı olur. Çekmecende sakladığınmektupları bir düşün. Yazılarak paylaşılan duygular özeldir. Bu mektupları,kartları özellikle kendini mutsuz hissettiğin günlerde okumak, birantidepresan ilaçtan çoook daha etkilidir; ne kadar şanslı ve mutluolduğunu hissedersin birdenbire.
Hayat, söylenmemiş sözleri ertelemek için çok kısadır. Yazdığın birkaçcümle, öylesine büyük fark yaratabilir ki.

ÇOCUKLUĞUMUZDA...

Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiçaçmadım.Hatta Babanım bile anahtarı yoktu. Annem evimizin birparçası gibiydi, hep evdeydi.Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecekbir yer yoktu ..... En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya,zıplaya yürüyerek gelirdik
Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlarakoyar oyuna bile dalardık.Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizlebizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi.
Susayınca girer evlerine su içerdik.Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar,hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.Kısacacıevine gidip gelen (...ki;sadece çişi gelen giderdi evine)elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere degönderirdi.Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesindiye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince gerialırdık.Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...
Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazlasaçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yineoyuna dalardık.
Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardıalnımıza, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlaragirmezdik.Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşumu tanımıyorum ama evinincamında, temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsinder konuşurum.Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece ; bilmem kaçkuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var,içinde oynayan çocuk yok.Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüksbinalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz.. Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız,onlara dede, nene diy ehatırını soran çocuklarımız yok oldu.Ben kapılarında ' vale ' lerin, ' bady 'lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp,taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermekters gelir bana.Benim değildir bu kültür. Ne ruhuma, ne kültürüme ne decüzdanıma hitap eder.Nedir bunlar? Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmişinsanlar olduk.
Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.İyi de neden böyle olduk ? Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi?..'Her toplum hakettiği gibi yönetilir'' derler ya, hakettiği gibi de yaşar diyelim mi ?

Evliya Çelebi

Fakirin Bayramoğlu Nam Mahalde Vakf û Aram İttiğüdür (I)


13 Temmuz günü TÖRE'nin İstanbul'da bulunan yazarları ve idarecileri dergimizin üçüncü yılını Bayramoğlu'nda, Basın İlân Kurumu Tatil Köyü'nde kutladılar. Sey­yahı Fakir bu toplantıyı kendi diliyle ve gözüyle okuyucularımıza anlatıyor. Anlattıklarında, az abartma var ise suç tamamen Evliya Çelebi’nindir.


Seyyahı Fakir EVLİYA ÇELEBİ


Bu, Bayramoğlu nâm mahal, İslâmbol'un bir konak şarkında, MIR-MIRAĞA deryası kenarında, sadâbâd mislü bir mahaldür. İslâmbol'un keyf ehli kimesneleri cümle buraya gelürler. Hatta Engürü diyarından dahi gelenler vardur. Meğer Engürü’de mukim, Medrese-i Şark-ul Avsat (2) ulemâsından İSKENDER YETİMİ ile zevcesi, udebâdan
ÂMİNE HATUN evvelce ol yere gelüp, İslâmbol ulemâsını davet eyle­mişler. Fakir bunu haber alıcak hemân mezkûr ulemâ ile temasa geçtim.


Nihayet HARAM İSKELESİ’nde cem olduk. İslâmbol Medresesi'nden NECMEDDİN HACI EMİNZADE, MUSTAFA KAFA ALİ OĞLU, Söke'li MUHAMMED İRİÖZ, EROL GÜNGÖRMÜŞZÂDE vü haremleri gelmiş idiler. Bunların cümlesi ashâb-ı TÖRE'dendür. Hemen bir MİNNİBÜS kiraladuk kim, ÖTEBAS tesmiye olu­nan vâsıtanın yavrusudur. Bir saatte kârip bir yolculuktan sonra Bayramoğlu’na vasıl olduk. Kenâr'ı râhta (3) SİTTE-İ BASIN deyû bir tahrir göricek, aman karındaşlar, biz buraya baskına gel-dük de bize niçün dimezsiz. Bu hakîr silâhlarını almamıştur; imdi ne ile cenk iderüz deyû feryada baş-ladukta, ayıttılar kim, «Evliya, basın, cerîdecilik dimektür. Bunun baskın ile bir alâkası yoktur. Sitte dahi kûy ü oba gibi küçük iskân yirlerine dirler. Yâni cerîdecilerin köyüdür.» Fehmeyledüm ki altı adet hanelerden mürekkeb yerler olduğu içün buralara sitte dirler. Mihmandarlarımız Âmine Hatun ile zevci İskender Yetimi bizi istikbal idüp, kûye götürdüler. Cennet bahçesi gibi bir yer olduğun şundan fehmeyledüm ki, bir hayli elma ağaçları olup, anlardan yemek mem­nudur.
Daha oturup üç - beş kelâm dahi itmemiş idük kim, yoldaşlardan Sökeli Muhammed İriöz, «Aman deryaya girelüm» deyû soyunmaya başladı. Biz dahi ana tâbi oluben soyunduk. Lâkin diğer karındaşlarımızı bir türlü ruzı idemedük. Necmeddin Hacıeminzâde ile Erol Güngörmüş zade Asyâî vasıflarının derya ile imtizaç eylemedüğünü, boğulmaktan havf ittüklerini, Mustafa Kafa Ali Oğlu yoldaşımız ise, gaayetle iri cüsseli bir zât oldu­ğunu, deryayı taşurup kûy-ü suya
gark itmekten endişe duyduğunu beyânla suya girmeyüp, sâye-i eş-carda muhabbete karar virdüler.


Biz, Muhammed İriöz yoldaşımızla köyün BÎİLÂC kısmına azimet eyledük. Oraya vâsıl oldukta gördük kim bir alay avret ü er kişi cemaat cemaat kumlar üzerinde Bîilâc safâsı yaparlar. Fakir avretleri yarı üryan göricek hayli teeddüp eyleyüp, didelerimi kapatup deryaya ilerledim. Ol esnada bir kalp ürümesi işitüp didelerimi açtukta, kedi cesametinde bir kelp’in bize doğru hücum eyledüğünü gördüm. Bu kelp müstesna bir kelp olup, bizim çomarlara hiç benzemez. Suretindeki ifâde dahi, yaşı yetmişbeşe baliğ olmuş yahudi hahamlarının ifâdesi gibidür. Lâkin serv-i hırâmân (4) bir duhter bu kelpin zincirini elinde tuttuğundan üstüme ziyâde geleme­di. Bu işe canım hayli sıkılup, Muhammet İriöz yoldaşıma dönüp, birâderüm bu kelp nice kelptür kim, cismine bakmadan bize ürür? Kanden almıştur bu cesareti deyû şekva eyledüm. Bu kelpin cesaretinin daha sonra fehmeyledüm. Meğer bunda bir kaç adet yahudi zengin­leri dahi var imiş. Anlara güvenerek bu cesareti göstermiş.


Bir müddet sonra deryaya girdük. Lâkin bu Muhammet İriöz yoldaşımın şenâverliğine (5) ve dilâverliğine hayret eyledim. Deryadaki mâhîler (6) bile anın gibi yüzemez. Şenâverlikte de ilminden geri kal-maz bir âdemdür (Allah selâmet virsün). Beraber deryaya açıldukta, baktım ki ânın duracağı yoktur, ey yoldaşım haydi geri dönelim, fakir yüzmeyi Kızılırmak'ta ta'lim eylemiştür daha ziyâde gidemez deyû bir teklifte bulundum. Ol dahi şöyle cevap verdi : «Karındaşım, son eyyamda Yunan keferesi işi azıtmıştur; hele Yunan cezirelerine varup anlara bir gözdağı vireyim.» Biz ânın yarenlik ittüğünü zannederek geri döndük. Bir müddet sonra dideden nihan oldu. Biz ânı intizar (7), iderken, İskender Yetimi karındaşımız yanıma gelüp, «Muhammet İriöz hâcemiz kandedür? (8)» deyû sual ittükte, ahvâli kendüye nakleyledüm. Anınla dahi bir miktar deryada yüzdük. Bu yoldaşımız uzağı göremedüğü içün gözlük isti'mâl iderdi. Lâkin deryadan çıktukta, «Aman Çelebi, ben etrafı­mı iyi göremiyorum; tiz gözlüğümü bulalım.» dedi. Biz, haydi beraber arayalım deyince, «Benim bulmam içün, gözlüğümü takmam gerek» deyû cevâp virdi. Kendüye ziyâde hak virüp ben aramaya başladım. Hayli müşkilât ile gözlüğü bulup, kendüyü rahata kavuşturdum. Bâ'dehû Muhammet İriöz yoldaşımızı intizara başladuk. Meğer bizimle yârenlik itmemiş. Bir müddet sonra koltuğunda iki adet kâfir kafası ile çıktı geldi. Böyle, TOZKOPARAN İSKENDER sîretli bir kimesne olup, hayretlere garkeyledi.


Bundan sonra kûyün aşhanesinde bir sofra kuruldu kim, hân-ı yağma didükleri bu olsa gerek. Bu sofrada daha nice ehl-i ceridiyyûn var idi. İskender Yetimi vü Âmine Hatun'un misafirperverliğine aşkolsun. Andaki gülamlara (9) muhkem tembihatta bulunmuş olacaklar kim, her ne istesem hemân getürürlerdi. Biz bundan taam iderken, ar­kamızda ba'zı kimesnelerin, KURUMÎ lisânı ile mükâleme ittüklerini isti'ma eyledük. Meğer, DE-RE-DE kabilesi reisi Samuel Kepekçi ile ashabı dahi anda taam idermişler. Bizim bunda olduğumuzu işiterek zannedüp, «Varıp ânın sakalların yolayım.» deyû tefekkür idermiş. Lâkin, bastuğu yeri titreten bir ci­van olduğumu göricek, taamdan sonra dîdeden nihân oldu.
Bu yerin hevâsı vü suyu ol mertebe hoştur kim, âdeme yevmiye altı öğün taam yidürür. Nitekim bi­raz sohbetten sonra bir sofra dahi kurdurup, peynir, domates ekleyledük. Ba’dehû İskender Yetimi yoldaşımız hepimizi cem idüp, FET-VÂGRAF nâm bir âlet ile tasvirleri­mizi çıkardı. Encamı İslâmbol'a rücû vakti gelüp, yaran ile vedâlaştuk. Âmine Hatun'un ânesi HALİDE NUSRET ninemizin dahi destin bûs eyledik. Kendüsü şuarâdan olup, hayli yaşlı, nûr yüzlü bir hâtûndur. Minnîbüsümüze süvâr olup, İslâmbol’a döndük. Hak tealâ TÖRE ashabının gönlünü dâim böyle hoş eyleye. Âmîn..
(1) Durup dinlenme.
(2) Burada, Ortadoğu Teknik Üniver-
sitesi.
(3) Yol kenarı.
(4) Servi şahnişli.
(5) Yüzücülük.
(6) Balık.
(7) Beklemek.
(8) Nerede.
(9) Erkek köle.


EVLÎYA ÇELEBİ
TÖRE DERGİSİ: YIL : 6 (DEVRE : 2) SAYI: 39 – 40 AĞUSTOS - EYLÜL 1974

Dadaş Diyarından

Can bula cananını
Bayram o bayram ola
Kul bula sultanını
Bayram o bayram ola
(Erzurum Türküsü)

Birbirini Çok Seven İki Kardeş

Vaktiyle birbirini çok seven ikikardeşvarmış.
Büyüğü Halil.
Küçüğü ise İbrahim...
Halil, evli çocuklu.
İbrahim ise bekârmış...
Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...
Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.
Bununla geçinip giderlermiş...
Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.
İkiye ayırmışlar.
İş kalmıştaşımaya.
Halil, bir teklif yapmış :
İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Senbuğdayı bekle.
Peki, abi demiş İbrahim...
Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... .
O gidince, düşünmüş İbrahim:
Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine
Böyle demiş ve
Kendi payından bir miktar atmış onunkine...
Az sonra Halil çıkagelmiş.
Haydi İbrahim. De miş, önce sen doldur da taşı ambara.
Peki abi.
İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurupdüşer yola.
O gidince, Halil düşünür bu defa:
Der ki:
Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.
Ama kardeşim bekâr.
O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.
Böyle düşünerek,
Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.
Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.
Bu, böyle sürüp gider.
Ama birbirlerinden habersizdirler.
Nihayet akşam olur.
Karanlık basar.
Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.
Hatta azalmıyor bile.
Hak teala bu hali çok beğenir.
Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki...
Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.
Şaşarlar buişe...
Aksine çoğalır buğdayları.
Dolar taşar ambarları.
Bugün 'Bereket' denilince, bu kardeşler akla gelir.
Bu bereketin adı: halil ibrahim bereketidir

EVİNİZE VEHAYATINIZA
HALİL İBRAHİM BEREKETİ DİLERİM.
(Osman Kibar'dan)