22 Nisan 2011 Cuma

Hamalın İp Hesabı

Bir şehrin en zengini öldüğünde, tellallar sokaklara dökülüp; -Ey ahali, diye bağırmışlar. Biliyorsunuz Veli efendi öldü. Bir vasiyeti var. Ahiret hayatına alışabilmek için, kendisine bir günlük yardımcı arıyor.
Kim ki, mezardaki ilk gecesini onunla beraber geçirirse, Veli Efendiye ait servetin yarısı kendisine verilecektir. Ey ahali, duyduk duymadık demeyin...
Tellalların bütün çabasına rağmen kimse bu parlak, fakat korkulu vasiyete kulak vermemiş. Ama sonunda, şehrin en fakir sırt hamallarından birisi çıkmış ortaya. Adamcağız bakmış ki, hayatta zaten sırtındaki küfesinden ve ipinden başka bir şey yok. O halde "hamal olarak yatıp, ertesi sabah zengin olarak kalkarım" diyerek razı olmuş...
Genişçe bir mezara, iyice kefenlenen zengini ve yanına hamalı yatırmışlar. Az sonra sual melekleri gelmiş "İkisi de bize emanet" diye konuşmuşlar. "Zengin nasıl olsa kalacak, şu hamaldan başlayalım."Sormuşlar: -Dünyada malın mülkün var mıydı?
-Alay etmeyin demiş, hamal. Sırtımdaki küfeden ve ipten başka hiçbir şeyim olmadığını siz de bilirsiniz. -Peki, diye eklemiş melekler, o ipi ne karşılığında aldın.. Sonra küfeyi ne iş gördün de nasıl elde ettin?
Anlatmış hamalcağız. Beş kişinin malını 10 kuruşa taşıdım. İkisini yedim, sekizini sakladım..
Ertesi gün de ayni işleri yaptım. Yemedim içmedim, ucuza taşıdım ve bunları aldım. Melekler:
-Çık demişler, çık... Olmadı.... Hasan Efendiden aldığın para, hak ettiğinden çok düşük. Biz ondan bunun hesabini soracağız. Mehmet Efendiyle de ucuza anlaşmış ve ucuza taşımışsın....
-İyi ama, diye cevaplamış hamal, hak ettiğim parayı isteseydim, bana taşıttırmazdı. taşıttırmayınca da aç kalırdım..... -”O bizim işimiz” demiş melekler, nasıl olsa buraya o da gelecek.
Biz senin adına ona sorarız. Melekler, hamalı sıkıştırmaya devam etmiş.
-Söyle bakalım, aldığın paranın kaçını yedin, kaçını sakladın? -On kuruş aldı isem, yarısını sakladım..iki kuruş aldı isem,bir kurusunu biriktirdim...
-Çık demiş melekler... Yine olmadı, hem ucuza taşımışsın, hem de gıdandan kesmişsin... Yani sen, kendi nefsine zulmetmişsin... Nefsine zulmetmek de günahtır, bilmez misin?... Hamalcağız ne cevap vereceğini düşünüp ecel terleri dökerken,sabah olmuş.
Açılan mezardan yukarıya bir bakmış ki, bütün millet orada... Kadı Efendi ve şehrin mehter takımı da kendisini bekliyor.
Bir kıyamet ki sormayın. "Kutlu olsun" demişler..."Bu gece kimsenin yapamayacağı bir isi başardın ama, bak artık zengin oldun."
Yooo, diye bağırmış hamal. -İstemem , sizin olsun... Ben , bir iple küfenin hesabini sabaha kadar veremedim, Ya o kadar servetim olsaydı, ne yapardım?
http://dil-ibicare.org/kissadan-hisseler/hamalin-ip-hesabi.html

Annenin Hizmete İhtiyacı Var

İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
'Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi.
'Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü. Rüyasında bir ses ona:
'Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç:
'Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi. Ses ona:
''Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.
http://dil-ibicare.org/kissadan-hisseler/annenin-hizmete-ihtiyaci-var-2.html

Akbaba ile Çaylak

Akbaba bir çaylağa ‘Uzağı görmekte benden üstün mahlûk yoktur’ demişti.
Çaylak: ‘’Bunu söylemek yetmez. Gel bakalım ovanın etrafında ne görüyorsun?’’ diye karşılık verdi.
Akbaba bir günlük yol tutan bir yükseklikten ‘’İnanırsan, dedi ovada bir buğday tanesi görüyorum.‘’
Çaylak hayretinden sabredemedi. Yukarıdan aşağıya doğru süzülmeye başladılar. Fakat akbaba o tanenin yanına gelir gelmez, ayağına uzun bir tuzağın ipliği düğümleniverdi.
Zavallı o taneyi yemek düşüncesiyle, boynuna feleğin kement attığını bilememişti. Her sedef inciye gebe değildir. Nişancı her zaman hedefe vuramaz, değil mi?
Çaylak: ‘’Sen düşmanın tuzağını fark edemedikten sonra, taneyi görmüşsün ne faydası var’’ dedi.

21 Nisan 2011 Perşembe

PADİŞAHIN SORUSU

Padişah vezire sormuş:
-Vezir! demiş
-Cibilliyet mi eğitim mi?
-Eğitim mi önemli cibilliyet (soy-sop-mezhep) mi?
Vezir düşünmeden cevap vermiş:
-Cibilliyet padişahım. Padişah memleketin her yerine tellallar çağırtmış.
-Duyduk duymadık demeyin en iyi hayvan eğiticisine yüz kese altın...
En iyi hayvan eğiticisi padişahın huzuruna çıkarılmış. Padişah hayvan eğiticisine sormuş:
-Bir kediye tepsiyle servis yapmayı ne kadar zamanda öğretebilirsin?
-Altı ayda öğretirim padişahım. Altı ay dolmuş, huzura alınmış. Padişah:
-Öğrettin mi?
-Öğrettim padişahım.Saray erkânı toplanmış, kedi elinde tepsi servis yapmaya başlamış, tam vezirin önüne gelmiş; Padişah yine Vezire sormuş:
-Vezir! demiş.
-Eğitim mi önemlidir cibilliyet mi?
Vezir Padişahın sorusuna cevap vermeden önce cebinde hazır tuttuğu fareyi yere bırakmış. Kedi tepsiyi attığı gibi farenin peşinde koşmaya başlamış. Tabi altı aylık eğitimde boşa gitmiş. Vezir cevap vermiş.
-Cibilliyet padişahım.
Önüne bir fare düştüğünde, eline bir fırsat geçtiğinde, çıkarı için vatanını satmaktan, halkını harcamaktan tereddüt etmeyecek yüksek eğitimli kedilerden, Rabbimiz bu memleketi, bu milleti muhafaza kılsın.

NE KADAR ANLAŞILIR

Bir profesör konferans vermek üzere salona girmiş. Ama bakmış ki salon, ön sırada oturan bir seyis dışında bosmuş. Konuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen Profesör sonunda seyise sormuş:
- Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mıyım, yoksa konuşmamalı mıyım?
Seyis cevap vermiş:
- Hocam ben basit bir insanim, bu konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim. Bu sözlere hak veren Profesör konferansa başlamış. İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş, konferanstan sonra da kendini mutlu hissetmiş, dinleyicisinin de konferansın çok iyi olduğunu onaylanmasını isteyerek sormuş:
- Konuşmamı nasıl buldun?
Seyis cevap vermiş:
- Hocam sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelir, biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip de hayvanı çatlatmazdım.
Kıssadan Hisse:
"Ne kadar anlatırsan anlat, söylediklerin karşıdakinin anladığı kadardır."

Avcı İle Şahin

Avcı İle Şahin
Avcının biri tuzak kurmuş; serçeydi, sakaydı, sığırcıktı, bıldırcındı, Allah ne verdiyse ağına düşürüp avlıyormuş.
Yoksul serçe de tam tuzağa düşecekken gökte uçan bir şahin hemen ardına düşmüş, tuzağın içinde yakalamış küçük kuşu. Yakalamış ama, bir de ne görsün! Kendi de tuzağa düşmemiş mi! “Aman "Avcı,” diye yalvar yakar olmuş Şahin: “Anan yahşi, baban yahşi güzel avcı! Ben seni bilmem, sen beni bilmezsin. Bir iştir oldu, tuzağına düştüm. Koy-ver beni gideyim. Sana şimdiye kadar bir kötülüğüm oldu mu?”
“Peki,” demiş avcı, “şu yoksul serçenin sana bir kötülüğü oldu mu?”
Böyle demiş; ağını toplamış, şahin de içinde, sırtına vurup köyünün yolunu tutmuş.

Kıssadan Hisse:
Başkalarını korumak demek, kendini de korumak demektir. Kendini korumak isteyen, başkalarını da korur.

Allah Rızası İçin

Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi'nden başarılı dönmüştü. Bütün halk toplanmış onu şehre girerken alkışlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Padişah, gece olmadan şehre girmek istemiyordu. Bunun sebebini herkes merak ettiği halde hiç kimse sormaya cesaret edemiyordu. Sonunda büyük alimlerden olan İbni Kemal: "Padişahım, bir maruzatım var," dedi. Padişahın: "Efendi, ne istediğin varsa hiç çekinmeden söyle," demesi üzerine İbni Kemal cevabı merak edilen soruyu şöyle sordu: "Askerler merakta, bütün halk sokağa dökülmüş, sizi alkışlamayı beklerken siz hâlâ şehre girmezsiniz. Bunun sebebi hikmeti nedir?" Yavuz şu şahane cevabı verdi: "Efendi, sen bizi hâlâ tanıyamadın mı? Biz; şan, şöhret ve alkış toplamak için değil, Allah rızasını kazanmak için savaşırız."

Akıllara Ziyan Bir Hesaplama ve Bir Güzellik

Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi onunla evlenmek ister. Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsca’da “Güneş ve Ay” anlamına gelir. Kızla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar Sinan’dır.
Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir.
Koca Sinan evlidir, ellisindedir ve de Mihrimah Sultan’a deliler gibi âşıktır! Gerçi sevdiğine kavuşamamıştır ama aşkını, olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır. Üsküdar’a, Saray’ın isteğiyle elbet, 1540 yılında Mihrimah Sultan Camii’nin temelini atar ve 1548’de bitirir. Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir. Derken, ilk kez padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan’a. Cami küçücüktür. Minaresi otuz sekiz metredir, bir adet incecik kubbesi üzerindeyse yüz 61 pencere, camiin iç güzelliğini aydınlatır. İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler Mihrimah Sultan’ın topuklarını döven saçlarını anımsatır insana. İşte, aşka adanmış iki eser.
Şimdi, gidin Edirnekapı ve Üsküdar’daki camileri aynı anda görebileceğiniz bir yer seçin. Ve 21 Mart’ta, yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde seyreyleyin. Unutmadan, 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür.
Göreceğiniz manzaraysa şudur:Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar! Mihrü Mah eşittir Güneş ve Ay. Bu nasıl akıllara ziyan bir hesaplamadır; nasıl bir güzellik anlayışıdır ...

Efendi Göçtü

Akşemseddin Hazretleri birgün oğlunu (4 yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanımına döner. “Biliyor musun?” der, “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanımı omuz silker. “Amaaan efendi” der, “Sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek “İyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir. Talebelerine “okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Müridleri eve koşarlar “Başınız sağolsun.” derler, “Efendi göçtü!”