12 Kasım 2021 Cuma

İki şey

 Kilise tarafından yakılarak öldürülen Giordano Bruno (1548-1600) Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biri olup, evrensellik ve zaman mefhumundan uzak "iki şey" öğretisi kulağa küpe olacak cinsten...


İki şey "Kalitesiz İnsan" özelliğidir:

1- Şikayetçilik.

2- Dedikodu.


İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer:

1- Bakış açısını değiştirmek.

2- Karşındakinin yerine kendini koyabilmek.


İki şey yanlış yapmanı engeller:

1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgeçinden geçirmek.

2- Hak yememek.


İki şey kişiyi gözden düşürür :

1- Demagoji (Laf kalabalığı).

2- Kendini ağıra satmak (övmek, vazgeçilmez göstermek).


İki şey insanı "Nitelikli İnsan'' yapar:

1- İradeye hakim olmak.

2- Uyumlu olmak.


İki şey "Ekstra Değer" katar:

1- Hitabet ve diksiyon eğitimi almak.

2- Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek.


İki şey geri bırakır:

1- Kararsızlık.

2- Cesaretsizlik.


İki şey kaşif yapar:

1- Nitelikli çevre.

2- Biraz delilik.


İki şey ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar:

1- Baskın yeteneği bulmak.

2- Sevdiğin işi yapmak.


İki şey başarının sırrıdır:

1- Ustalardan ustalığı öğrenmek.

2- Kendini güncellemek.


İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır:

1- Niyetin saf olması.

2- Ruhsal farkındalık.


İki şey milyonlarca insandan ayırır:

1- Sorunun değil, çözümün parçası olmak.

2- Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek.


İki şey gelişmeyi engeller:

1- Aşırılık (mübalağa, abartı, ifrat).

2- Felakete odaklanmış olmak.


İki şey çözüm getirir:

1- Tebessüm (gülümseme).

2- Sükut (susmak).


İki şeyin değeri kaybedilince anlaşılır:

1- Anne.

2- Baba.


İki şey geri alınmaz:

1- Geçen zaman.

2- Söylenen söz.


İki şey ulaşmaya değerdir:

1- Sevgi.

2- Bilgi.


İki şey "hayatta önemli olan her şey" içindir:

1- Nefes alabilmek.

2- Nefes  verebilmek.


Giordano Bruno (1548- 1600)

Şehit çocukları ve 23 Nisan

Kurtuluş Savaşı’nda sayısız şehit çocuğu öksüz ve yetim kalmıştı. Bu kutsal emanetlere sahip çıkabilmek için, bizzat Mustafa Kemal’in himayesinde 1921’de Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti kuruldu.

*

23 Nisan henüz “hakimiyeti milliye” bayramıydı. Çocuk bayramı değildi.

*

23 Nisan 1923’te TBMM’de yapılan Hakimiyeti Milliye Bayramı töreninde, Mustafa Kemal’in isteğiyle, Himaye-i Etfal Cemiyeti Başkanı’na protokolde yer verildi.

*

Bir sene sonra, 23 Nisan 1924 törenlerinde Himaye-i Etfal Cemiyeti’ni Mustafa Kemal’in eşi Latife hanım temsil etti.

*

23 Nisanlar cemiyetin tanıtımı için fırsat olarak değerlendiriliyordu. Mesela… Gelir elde etmek için rozet satılıyordu, 23 Nisan törenlerine katılan herkes bu rozetleri takıyordu. gazeteler teşvik edici yayınlar yapıyordu, her rozet, bir şehit çocuğuna destek manasına geliyordu.

*

23 Nisanlar, Himaye-i Etfal’le özdeşleşmişti. 23 Nisan denilince şehit çocukları, şehit çocukları denilince 23 Nisan akla geliyordu.

*

Milliyet gazetesi 23 Nisan 1926’da “Çocuk Bayramı” manşeti attı. Alt başlığında “bugün istiklal günü, vatanın kimsesiz çocuklarına yardım edelim” deniliyordu. Bağış patlaması oldu. Cemiyet, yardım kutuları koydu, para atmak için kuyruk oluştu. Ankara’nın lokantacı, kahveci, otomobilci esnafı 23 Nisan hasılatlarını Himaye-i Etfal’e verdi.

*

23 Nisan 1927… Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin yayınladığı bildiri gazetelerin manşetlerindeydi: “Büyük Gazimiz, çocuklarımızın 23 Nisan bayramını daha sevinçli geçirmelerine vesile olacak büyük bir jestte bulunmuşlardır. Mustafa Kemal Paşa, otomobillerinden birini, törenlerde çocuklara tahsis etmiş, Cumhurbaşkanlığı bandosunun çocuk bayramı için görev yapmasını sağlamıştır. Çocuklarımız ne kadar övünse ve sevinse yeridir.”

*

Himaye-i Etfal aynı zamanda şu çağrıyı yapıyordu: “Yaşınızı, memuriyetinizi, işinizi bir tarafa bırakarak, bugün çocuklarınızı şevk ve muhabbetle eğlendiriniz, çocuk şenliklerine katılınız. Bu saadetli günü yavrunuzu bağrınıza basarak bahtiyarlıkla geçirirken, sizin müşfik yardımlarınızı bekleyen, memleketin anasız, babasız yavrularını unutmayınız.”

*

Mustafa Kemal o sene Himaye-i Eftal balosuna katıldı. Ankara Evkaf Oteli’ndeki baloda, 10 bin lira yardım toplandı.

*

23 Nisan 1928, artık tamamen “Hakimiyeti Milliye ve Çocuk Bayramı” adıyla kutlanıyordu.

*

23 Nisan 1929, sadece bir günlük bayramla bırakılmadı, Mustafa Kemal’in talimatıyla yedi güne çıkarıldı, “çocuk haftası” ilan edildi. Etkinlikler çığ gibi büyümüş, tüm yurda yayılmıştı. Himaye-i Etfal’in bu organizasyonu tek başına yapabilmesi artık mümkün değildi. Balolar, konferanslar, anne eğitimleri, müsamereler, yarışmalar, şenlikler içeren kapsamlı kutlamaların organizasyonu, dönemin en büyük sivil toplum kuruluşu Türk Ocakları’na verildi.

*

(Çocuk Haftası’nın ilk sürprizi şuydu… Türk Ocakları’nın yönetimi 23 Nisan’da çocuklara bırakılacaktı. Bugünkü koltuk geleneği böyle icat edildi.)

*

Himaye-i Etfal, sadece üç kuruşluk rozet satarak başladığı macerada… Yedi sene gibi çok kısa sürede 300 binden fazla şehit çocuğuna ulaşmayı başarmıştı. 1929 itibariyle, 300 binden fazla yetime düzenli olarak kitap, elbise, çamaşır, oyuncak, süt, yemek ve şeker dağıtır hale gelmişti.

*

Himaye-i Etfal sayesinde herkes gücü ölçüsünde amca, teyze, dayı, hala olmuş, şehit çocuklarının elinden tutmuştu. Mustafa Kemal vizyonuyla “dünyanın en büyük ailesi”kurulmuştu.

*

23 Nisan Çocuk Bayramı’nın varlık sebebi şehit çocuklarıdır.

*

23 Nisan, kendi çocuğumuzu şefkatle bağrımıza basarken, şehit çocuklarını unutmayalım günüdür. 23 Nisan, bizim çocuklarımızın saçının teline zarar gelmesin diye, kendi canını hiçe sayan kahramanları unutmayalım günüdür.

*

23 Nisan, bu milletin şehitlerine ve çocuklarına borcudur.

*

Şehit çocuklarını himaye etmek için kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti, 1935’te Çocuk Esirgeme Kurumu’na dönüştü. 


Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayram'ınızı saygı ve minnetle kutluyorum.

Prof. Dr. Celal Şengör'den



Okumakla kalmayıp ders kitaplarına sokulması gereken bir yazı!

Türkiye halkı kravat takar, lüks otomobillerde dolaşır, bikinili hatunları sosyetik plajları doldurur veya şehirlerini şekilsiz gökdelenlerle doldurup oraları yaşanmaz hale getirir, ama tüm bu halk zenginiyle fakiriyle, şehirlisiyle köylüsüyle zır cahildir.

Kendi tarihinden habersizdir.

Aslında ne dilini, ne dinini bilir, ne geleneklerini tanır, ne de toplumsal değerlerinin evriminden haberdardır.

Muhteşem Yüzyıl diye televizyonlarda alkışladığı dönemde, devletinde Amerika’dan gelen gümüşün ilk enflâsyonu başlattığını bilmez (çünkü Avrupalı dünyayı keşfederken, muhteşem [!] padişahları hareminde gönül eğlendirmekte, dünyayı öğrenelim diyen Pirî Reis’in kafasını vurdurmaktadır).

O Muhteşem (!) yüzyılda Anadolu’da medrese o kadar ayağa düşmüştür ki, öğrenci haydutluğa başlamıştır (buna softa şekâveti denir). Avrupa’da ilk yenilgimizi Muhteşem (!) Süleyman devrinde aldığı gibi (I.Viyana bozgunu: 1529), Hint Okyanusuna her çıkışımızda mini mini Portekiz’den sopayı yiyip Kızıldeniz’e veya Basra Körfezi’ne tıkılışımız da bu büyük (!) padişah efendimizin devrindedir.

Gene onun zamanında dünya keşfedilirken, Hint Okyanusu’na kadırga denen sandallarla açılan ve 1554’te Hindistan’da karaya vuran büyük (!) bir amiralimiz, yürüyerek üç senede Hindistan’dan Edirne’ye gelmiş ve meşhur bir kitap (Mirât-ül Memâlik) yazmıştı. El alemin dünyayı öğrendiği bu dönemde Seydî Ali Reis gazel söyleyip, eğlence partilerini anlatmaktan başka tek bir detaylı coğrafya bilgisi toplamayı gerekli bulmamıştı.

Büyük (!) Sultanımız Süleyman’ın Fransa kralı I. François’yı hapisten bir mektupla kurtardığını okurduk mektepte. O François’nın kurduğu Collège de France bugün dünyanın en önemli araştırma kurumlarından biridir. Bizimkinin hangi kurumu ayakta kaldı? Hangi kurumunun insanlığa beş paralık bir faydası oldu? Tek becerdiği kalıcı şey, aklı başında öz oğlu Şehzade Mustafa’yı Hürrem uğruna katlettirip, devleti bir ayyaşa teslim ederek halkının geleceğini karartmak oldu.

Artık yeter! Bu ve benzeri rezillikleri yalanlarla bezeyip yücelten, buna karşılık bize bütün dünyada saygınlık kazandıran, aklımızı kullanıp onurlu insanlar olmamızı sağlayan Atatürk ‘ü aşağılayan âlim pozlu, ukala tavırlı zır cahilleri her gün halkın karşısına diken televizyon kanallarından ve gazetelerden gına geldi.

Yükselen ahlaksızlık grafiğimiz kimin eseridir sanıyorsunuz? Cehalet tüm fenalıkların anasıdır. Biz de o anayı besleyip duruyor, onun tosuncuklarına oylar veriyoruz.

Artık yeter! Memleketimde her elimi attığım yerde cehalet çirkefine bulaşmaktan bıktım.

Prof. .Dr. Celal Şengör..

Antakya müzesindeki bir lahitten alıntı;

Duvarda yazan söz MS 65 yılında vefat eden "Seneca" isimli bir düşünüre ait.

Para ile satın alınan sadakat, daha fazla para ile de satılır.

Başlayan her şey biter.

Büyük bir servet, büyük bir köleliktir.

Ölüm, bazen ceza, bazen bir armağan, çoğu zaman da bir lütuftur.

Yeryüzünde gün ışığına layık olmayan nice insanlar vardır ama, güneş her gün yeniden doğar.

Hayatı komedi sananlar, son espriyi iyi düşünsünler!

Yaşıyorsak, hala umut var demektir.

Aza sahip olan değil, çok isteyen fakirdir.

Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey vardır, yaşamın anlamını kaybetmek.

Unutmazsan senin, affetmezsen onun canı acıyacaktır. Unutma, affetmek ve unutmak sadece iyi insanların intikamıdır.

Ey hayat, senin bu kadar önemli tutulman ölüm sayesindedir.

Unutma ki, birlikte olduğun insanın geçmişini kurcalamak, onunla kurmayı düşündüğün geleceği yok etmekten başka bir şeye yaramaz.

İnsanları tanımak için onları sınamaktan korkmayın; çünkü kaybedilmesi gerekenler, en önce kaybedilmelidirler.

Gençliğinde bilgi ağacını dikmeyen, yaşlılığında rahatlayacağı bir gölge bulamaz.

Hafif acılar konuşabilir ama, derin acılar dilsizdir.

ÖLÜM HER ŞEYİ EŞİT KILAR.

BU TOHUMU SİZ EKEBİLİR MİSİNİZ?

Bir zamanlar Çin'de bir adam o kadar aç ve bitkin düşmüştü ki, dayanamayıp bir armut çaldı..

Adamı yakalayıp cezalandırılmak üzere İmparator'un karşısına çıkardılar. Hırsız İmparator'u görünce ona şöyle dedi;

"Değerli efendim, çok açtım, 

dayanamadım çaldım ve yedim. Beni affetmeniz için yalvarıyorum. Eğer affedersiniz size paha biçilemez bir armağanım olacak.."


İmparator dudak büker;

"Senin gibi birinde paha biçilemez ne olabilir ki?"


Hırsız, avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatır ve;

"Bu çekirdeği ekerseniz bir gün içinde altın meyveler veren bir ağacın yeşerdiğini göreceksiniz.."


İmparator kahkaha atarak; 

"Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni.." dedi.


Yoksul adam;

"Haşmetlim bu tohumu ben ekemem çünkü ben bir hırsızım..

Bu tohumu ancak, ömründe hiç

çalmamış, başkalarına hiç haksızlık yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir, aksi takdirde onu ekeni zehirler, tarif edilemez acılarla öldürür. Sultanım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz.."


İmparator irkildi, suratını astı, bir süre düşündü, sonra hırçın bir sesle;

"Ben imparator'um bahçıvan değil, o tohumu başbakana ver eksin de altın meyveleri görelim." dedi..


Yoksul adam, tohumu başbakana uzatınca başbakan telâşe içersinde İmparator'a dönüp itiraz etti. 

"Ben ekim biçim işlerinde çok beceriksizim efendim, sihirli tohumu ziyan ederim. Bence bu tohumu hazinadar başı eksin.."


Hazinadar başı da hemen bir bahane buldu ve bu görevi başkasına devretti.


Bir bir orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohum ekme görevinden kaçındılar..


Sonra İmparator, doğan sessizliğin içerisinde bir süre düşündü. Başı önünde başbakana, hazinadara ve bütün görevlilere dik dik baktı ve;


"Hadi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumun nasıl altın meyve verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim." dedi.

Cebinden bir altın çıkarıp yoksul adamın tutması için attı. 


Herkesin ceplerinden sessiz sedasız birer altın çıkarıp adama vermesini izledi..


Sonra da gülerek;

"Bas git buradan be adam, bugünlük bu ders hepimize yeter." dedi..


.

Ortalığın toz duman olduğu şu günlerde tohumu ekecek temiz  kimse var mı dersiniz?? 

DOSTLUK ÜZERİNE

    Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’ni okurken, şu hadis-i şerifle karşılaştım: 

‘Eski dostluğu devam ettirmek, imandandır.’

   ‘Dostlukta kıdem esastır’ nasihati gereğince, 

hemen üç kadim dostumu aradım ve Peygamber sav Efendimizin bu mübârek sözünü onlarla paylaştım.

   İslam’a göre, dostluk, 

bir nasip meselesidir ve insanın dışında gelişir. 

Şununla dost olayım deyip olamazsınız.

   Dostluk, yürürken belirginleşen bir şeydir.

‘Katlandığımız değil, 

razı olduğumuz insanlar dostlarımızdır.’ 

   ‘Önce refîk, sonra tarîk’ denilerek, yola çıkacağımız insanları dikkatli ve rikkatli seçmemiz tembihlenir.

    İlk olarak şunu söyleyelim: 

‘İnsanı, yol değil, yol arkadaşları yorar.’

   Yola çıkacağımız insanları yüzde yüz isabetle seçme şansımız ise maalesef yoktur.

Çünkü bu seçimi veya elemeyi, esas itibariyle yapacak olan bizler değilizdir; 

yoldur, yolculuktur. Yanımızdakinin dostumuz olup olmadığı, yolculuk esnasında ortaya çıkar.

   Özellikle siyasette ve ticarette, bu yürüyüşlerin büyük bir kısmı hüsranla sonuçlanır.

   Tanıdığımızı sandığımız insanları tanıyamamış olmanın üzüntüsü ve şaşkınlığı, 

bizi, yolculuktan daha fazla yorar.

Tam da burada şunu sormalı:

Kırk yıl birlikte olmuş olsak bile, bir insanı ne kadar tanıyabiliriz?

   Rakamlar maddiyatı, 

harfler ise maneviyatı temsil eder. 

Dolayısıyla, rakamlar (ve hesaplar) 

üzerinden sahici bir dostluk oluşmaz, sadece ortaklık kurulur.

  Taraflar, ancak bir harfin (anlamın) ucundan tutarlarsa, 

dost olabilir veya kalabilirler. 

Rakam ile harfi toplamaya kalkışırsanız eğer, bu işlem, sizi Nurettin Topçu’nun şu sözüne götürür:

 "Menfaat yaşamak, ahlak ise yaşatmak ister." 

   Kadim bir dostluğun oluşabilmesi için zorluklara,

yokluklara ve imtihanlara ihtiyaç vardır. Bütün bunlardan alnının akıyla çıkan münasebete ise

 ‘sınanmış dostluk’ diyoruz. 

   Şöyle anlatalım:

   Asıl marifet, bahar aylarında veya yaz mevsiminde değil,

kışın açabilmektir.

  Yani iyi gün dostu olmak kolaydır, en mühimi, 

kötü gün dostu olabilmektir. 

   Toparlayalım, dünyevi şeyler için ‘kırk yıllık dostların’ birbirini yok saydığı günlerden geçiyoruz. 

   Hesap yapmaktan iş yapmaya veya dostluk kurmaya vakit bulamayanların sayısı da her geçen gün artıyor. 

   Bazı dost bildiklerimiz ise kırıcı, kıyıcı ve ifşa edici.

   Oysa dostluk, açmayı değil,

 kapatmayı gerektirir.

    Sözgelimi dostunun sırrını herkesten saklamak, ayıplarını örtmek, sözüne müdahale etmemek, iyiliğini istemek, onun hüznüyle mahzun olmak; bütün bunlar, ‘dostluğun edepleri’ arasındadır. 

   Çünkü dostluk ve kardeşlik, 

öldükten sonra da devam eden kıymetlerimizden biridir. 

‘Ahiret kardeşliği’ diye boşuna denilmiyor.


Bir dostun not defterinden.

Alıntı.

- SEN KRALSIN AMA.. BERLİN'DE DE HAKİMLER VAR!.

 1750 yılında, Alman Prusya Kralı Büyük II. Frederick, Berlin yakınlarındaki Potsdam Ormanları'nda gezinirken, bir değirmenin bulunduğu alçak bir tepe üstünde durur.


Manzara güzel, hava nasıl ferahtır.

- Yazlık sarayımı burada yapalım! der, sessiz ve sakin kapanıp okumayı çok seven, kütüphanesiyle ünlü kral..


- Değirmeni satın alıp yıkın, yerine saray yapın! der adamlarına..

Adamları değirmenciye gider ve kralın bu isteğini iletirler.

Değirmenci malını satmak istemez.


Kral değirmenciyi huzuruna çağırtır;

- Yanlış anladınız herhalde beyefendi, ben satın almak istiyorum orayı. Kaça satarsınız? diye sorar. 


- Yanlış anlamadım efendim.

Adamlarınıza da söyledim.

Değirmenim satılık değil! der değirmenci.


- Beyefendi inat etmeyin! Paranızı fazlasıyla vereceğim, diye ısrar eder Kral..


Değirmenci direnir;


- Sen koskoca kralsın, paran çok.

Git Almanya’nın istediğin yerinde saray yap! 

Burayı benden önce babam işletiyordu.

O'na da babasından kalmış, ben de çocuğuma bırakacağım.

Değirmenin bahçesinde dedemin, babamın mezarları var.

Ben de ölünce yanlarına gömüleceğim.

Burası bizim aile ocağımız. Satılık değil!


Sabrı tükenen ve sinirlenen Kral Frederick ayağa fırlar ve gürler;

- Sen benim Prusya Kralı Friedrick olduğumu bilmiyor musun yoksa?


Değirmenci;

- Senin kral olduğunu biliyorum ama ben de bu değirmenin sahibi Sans-Souci’yim.


Kral öfkeden deli olur;

- Madem benim kim olduğumu biliyorsun, o halde zorla alabileceğimi de biliyor olmalısın.

Bakalım o zaman ne yapacaksın?


Değirmenci hiç telaşa düşmez ve tarihe geçecek ve dünyanın her yerinde Adalet’in sloganı olacak ünlü lafını söyler;


- SEN KRALSIN AMA.. BERLİN'DE DE HAKİMLER VAR!.


Kral, kendi ıslah ettiği adalet sistemine ve o düzenin yargıçlarına halkın nasıl güvendiğini ve mahkemelere kralın bile laf geçiremeyeceğine inandığını anlar ve adamlarına, ayni tarihe geçen sözünü söyler;


- Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar, kral bile olsa adaletten üstün değildir! 


Hiç kimse adaletin üstüne çıkamaz.” Kral II. Friedrich bu yel değirmeninin Prusya Krallığı devam ettikçe korunmasını ister ve sarayını hemen onun altına inşa ettirir.


Değirmencinin ismini, Sarayının da adı yapar..

“SANS - SOUCI SARAYI”

Saray ve değirmen günümüzde hala bir “Adalet Simgesi” olarak o tepede arka arkaya duruyorlar.

Ne güzel bir adalet ki.. Kralın arka bahçesinde bir değirmenci olabiliyor.


Ne güzel bir adalet ki, bir kralla, bir değirmenciyi komşu ve dost yapıyor..


Belki de sabahları Prusya Kralı II. Frederick, arka bahçeye çıktığında, değirmenci O'na seslenirdi;

- Hey Frederick, sımsıcak ekmek yaptım, göndereyim mi?

Belki, Prusya Kralı II. Frederick anlatırdı;


- Adalet her sabah bana, taze ve sıcak bir ekmek kokusuyla gelirdi.. 


Yıllar sonra genç bir Osmanlı subayı, bir yılbaşı gecesi Berlin’de bir davete katılır.

Arkadaşlarına bu hikâyeyi anlatır ve teklif eder;


- Haydi gidelim ve bu sarayı görelim! 

Değirmen de hala duruyormuş, sarayın arkasında.. 

Kimse yılbaşı balosunu bırakıp o soğukta dışarı çıkmak istemez.

Genç subay kararlıdır.

Tek başına çıkar gider.


Tek başına bu eşsiz anıta bakar..

O genç subay, Mustafa Kemal’dir.

Ve Kurucu Lider Mustafa Kemal ATATÜRK, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm mahkeme salonlarında, yargıçların arkasındaki duvara asılacak sözü yazdırır;


ADALET, MÜLKÜN TEMELİDİR! 


Sunay AKIN