22 Aralık 2014 Pazartesi

ÇARŞAFIN DİLİ


Ekteki ilk fotoğrafları görünce, “Bunlar, bizimkiler “ diyebilir​siniz. Ama o ilk fotoğrafın tamamını gösteren ikinci fotoğraftan itibaren anlaşılacak ki, bunlar bizimkiler değil. Bunlar Musevi. Değişik tarikat adlarıyla dünyanın her yerinde ve tabiî İsrail’de bol bol görülebiliyorlar. Aslında görülemiyorlar, Çünkü yaşadıkları mahallelere yabancıları sokmama, erkek dahi olsa röportajdan kaçınma, kadınları da sokağa pek salmama gibi uygulamaları nedeniyle özellikle kadınları pek nadir görülebiliyor. İsrail nüfusu içinde oranlarının % 10 düzeyinde, ama parlamentoya yansımalarının iki katı olduğu, yüksek doğum hızları sonucu İsrail’deki nüfus oranlarının yakın gelecekte üçte bire yükselmesinin beklendiği ifade ediliyor.















12 Aralık 2014 Cuma

ESKİCİ

REFİK HALİT KARAY
Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: 
-Çocukcağız Arabistan'da rahat eder. 
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. 
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu. 
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti. 
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul'daki gibi: 
-Hasan gel! 
-Hasan git! 
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti: 
-Taal hun ya Hassen, 
diyorlardı, yanlarına gidiyordu. 
-Ruh ya Hassen... 
derlerse uzaklaşıyordu. 
Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular. 
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. 
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti. 
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. 
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. 
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü: 
-Gemel! Gemel! dedi. 
Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs... 
-Ya habibi! Ya ayni! 
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar... 
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. 
Öyle haftalarca sustu. 
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu. 
Hep sustu. 
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu. 
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. 
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. 
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. 
Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu. 
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu: 
-Çiviler ağzına batmaz mı senin? 
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı: 
-Türk çocuğu musun be? 
-Istanbul'dan geldim. 
-Ben de o taraflardan... İzmit'ten! 
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. 
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu: 
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen? 
Hasan anladığı kadar anlattı. 
Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu? 
-Sen niye burdasın? 
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı: 
-Bir kabahat işledik de kaçtık! 
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. 
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. 
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı. 
Hasan, yüreği burkularak sordu: 
-Gidiyor musun? 
-Gidiyorum ya, işimi tükettim. 
O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor. 
-Ağlama be! Ağlama be! 
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır. 
-Ağlama diyorum sana! Ağlama. 
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
 

GÖZYAŞI / REFİK HALİT KARAY

Yeni tuttuğu hizmetçi kadına sordu:

- Dilin Anadoluluya benzemiyor. Rumelili misin sen?

- Serfliçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm, dedi kadın.

Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk ve fersiz. Dibe çökmüş bir gam tortusu. Biraz inceleyince canı sıkıldı. Akşam akşam keyfini kaçırmasından korktu. İçinden 'bir başkasını bulunca savarım' diye düşündü. Hikayesini dinleyince bunu asla yapamadı.

Balkan Savaşı kopunca, sınıra yakın köyde, bir akşamüstü şu şayia yayılmış: Düşman geliyor! Gelen düşman, sadece can değil, ırz ve din düşmanıdır da. Müslüman erkeği süngüleyecek, kadını kirletecektir. Köy halkı, mal mülk neyi varsa bırakıp kaçmaya karar verir.

Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Arkasında beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eyere bağlı, kucağında daha bir yaşına basmamış yavrusu uykuda. Tepelerden aralıksız bir yağmur yağıyor, kış başlangıcı yağmuru. Herkes biliyor ki, bu sürerse ovayı su basacak, çaylar kabaracak, köprüler çökecek, yol iz kalmayacaktır. Sırılsıklam kafile, ıslak gece içinde ilerliyor. Öndeki ümit Türk ordusuna yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmemek.

Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini duyuyor:

- Uyuma Ali, diyor, uyuma! Önündeki baş yer yer dikliğini kaybediyor:

- Uyuma Emine'm, uyuma! diyor. Sonra kucağında kıpırdamalar başlayınca:

- Uyu ciğerim, uyu Osman'ım, diyor. Yaşlı, romatizmalı at, ikide bir sürçüyor, toparlanıyor, sonra çamura gömülüyor, silkinip ilerlemeye çalışıyor. Yağmur dinmiyor, toprak iyice cıvık hale geliyor. Saplanıp bir yerde kalmaları ya da bir ırmağın akıntısında boğulmaları ihtimali büyüyor.

Atın ve kendisinin kudretsizliğini gören Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi artık fena bulmamaktadır. Asıl dehşetli korkusu, üç canlı yükü ile yaya kalmaktır.

Nihayet bu oluyor. Çöken, yan üstü uzanan mecalsiz attan çabucak iniyorlar. Zira felaket kafilesinden kopmak, Ayşe için bundan da korkunçtur. Geride kaldığını anlayınca, üç çocuğu birden taşımanın mümkün olmadığını görüyor, ikisini kurtarmak için birini feda etmek lazımdır diye düşünüyor. Hangisini?

Yanında, elinden tutmuş, dizine kadar çamura bata çıka yürüyen Ali'nin minik elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan mecalsiz elleri çözmeye de cesareti yok. Kucağındaki ıslak, hareketsiz, sessiz bohça ona cansız gibi görünüyor. Soğuktan, sudan, havasızlıktan ölmüştür. Ananın ümidi, yaşamadığını anlayarak kundağı en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek. O kıyamet içinde Osman'a eğiliyor, ses duymamak ümidiyle dinliyor. Ama yavrusunun ılık ılık ağladığını duyuyor, eyvah, diyor.

Bir enkazı andıran kafile bata çıka ilerlemekte, kimi karanlığın içinde çamura gömülmekte, kimi üstüne basılarak ezilmektedir.

Ayşe hâlâ yükünü atamamıştır. Soluk soluğa, buz gibi ter içindedir. Ayaklarını çamurdan çekecek kudreti erimekte, kolları karıncalanmaktadır. O kadar ki, sol kolunun açılıp yükünü kendiliğinden bıraktığını bile anlayamıyor. Şimdi göğsünün üzerinde Ali vardır. Sanki uzun bir hasretten sonra birbirine kavuşmuşlardır.

Bir yandan da yağmur ve çamur içindeki kaçış sürüyor. Böyle birkaç saat mi, birkaç dakika mı koşuyorlar ya da öyle sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, arkada bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak, haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Yine koşuyor ve aniden bir hafiflik, bir canlılık duyuyor. Neden sonra anlıyor ki, boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur. Emine de dökülmüştür. "Çık sırtıma, sıkı sarıl sakın gevşeme Ali!" diyor.

Böylece kanının son ateşini yakarak, batıp çıkarak yuvarlanarak, ter ve gözyaşı yüzünü yıkayarak molasız yürüyor Ayşe. Ali'sini kurtarmış olmanın sevinci ile. Öbür felaketlere katlanıp ümitle yürüyor, kafileye yetişiyor, hatta onları geride bırakıyor. Seher vakti ay yıldızlı ıslak bir bayrak çekili küçük kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor.

- Kurtulduk Ali kalk! Kalk Ali! diyor.

Ali kımıldamıyor. Anne, saatlerdir bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor. Ali kalk kurtulduk diyor. Ayşe, gece yağan yağmur gibi dökülen gözyaşları içinde gülümsüyor.

Hizmetçi, donuk, fersiz, kuru gözlerini işaret ederek, "Bey" dedi "O günden beri ağlayamam. İstesem de gözlerimden yaş gelmez."

11 Aralık 2014 Perşembe

Kiminin payına HUBER, kimilerinin payına SEMER düşer...


Huber  ve   semer !  
Fransa İmparatoru III. Napolyon’un eşi İmparatoriçe Eugenie, 1869’un Ekim ayında İstanbul’a gelir…  
Amacı,
Sultan Abdülaziz’in Fransa ziyaretini iade etmektir.
Sultan Abdülaziz, İmparatoriçe’nin nedimesi için Tarabya’da bir köşk yaptırıp hediye eder.
Nedime Hanım bu köşkü o kadar beğenir ki Eugenie ile birlikte Fransa’ya dönmez…
Görevden azlini isteyip burada kalır ve uzun süre bu köşkte yaşar.
Köşk, daha sonra Fransız Sefarethanesi’nin mülkiyetine geçer.
***
Sultan II. Abdülhamid ‘in iktidarında
Alman silah üreticileri
ülkemizi mesken tutar…
Çünkü Osmanlı, ballı müşteridir!
Silah üreticisi Krupp firmasının temsilcisi
Joshep ve Aguste Huber
 kardeşler de bu baldan nasiplenir.  
Sattıkları silahlardan aldıkları komisyonlar sayesinde
 kısa sürede bir hayli zengin olurlar
 ve
1898’de o köşkü satın alırlar.
 
 
Köşkün adı artık Huber Köşkü’dür… 
 
 
 
Burada 20 yıl kadar yaşayan Huber ailesi, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından
 İstanbul’un işgali gündeme gelince şehri terk etmek zorunda kalır.
***
1922’de köşkün tapusu önce Mahmut Nedim Bey’e,
hemen sonra da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın soyundan gelen
 Mısır Hidivi Hüseyin Kamil Paşa’nın kızı Prenses Kadriye’ye geçer…
Ancak Prenses Kadriye, çok beğendiği köşkte uzun süre oturamaz.
Bir rivayete göre boğazın nemli havası prensese dokunur.
Köşk bu yüzden 1928’de Fransız Katolik Lisesi Notre Dame de Sion’a kiralanır
 ve 1970’lere kadar Levantenleri ve renkli misafirleri ağırlar.
Köşkün tapusu,
 rahibe
Therese Clement ve Marie Aimee Odent’e
 geçer.
1973’te bir kez daha el değiştiren köşkün yeni sahibi
 Boğaziçi İnşaat Turizm Anonim Şirketi olur.
Restorasyon izni verilmediği için yaklaşık 15 yıl boş kalan köşk, 1988’de kamulaştırılır.
Çünkü 12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren,
İstanbul’da kendisi için bir yazlık istemiştir ve bu köşk tam da onun istediği gibidir.
***
Kamulaştırıldıktan sonra köşkün bahçesine önce bir havuz yapılır,
sonra 20 daireli personel lojmanı ile 150 kişilik güvenlik binası inşa edilir…
Yabancı devlet başkanlarının ağırlanacağı ve büyük resepsiyonların
verileceği tamamlayıcı mekanlar da
 2000 yılında devreye girer… 
Yerleşke bugün Cumhurbaşkanlığı Konutu,
Yabancı Devlet Başkanlıkları Konukevi,
Resepsiyon Alanları,
Misafirhane ve Sosyal Merkez bölümlerinden oluşmaktadır.
 
***
Neden mi bu kadar uzun,
uzun anlattım Huber Köşkü’nü?
Söyleyeyim:
Bu köşkü bugüne kadar beş cumhurbaşkanı kullandı:
Evren, Özal,
 Demirel, Sezer
 ve
 Gül…
 
Önceki dört cumhurbaşkanının dördü de görev süreleri bittiğinde
 nasıl Çankaya’yı boşalttılarsa, Huber’i de boşaltıp kendi özel mülklerine gittiler. 
 
 
Bir tek Gül gitmedi!
O gideceğine tersi oldu;
“cumhurbaşkanlığı forsu”
 gitti.
 
Peki;
 yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan
yaz aylarında nerede çalışacak?
 
Onun yeri çoktan hazır;
 Kandilli’deki yeni sarayda yazlayacak!  
 
 
 
 
Bu yüzden Gül ailesi, 
 yüzlerce görevlinin çalıştığı Huber’i babalarının çiftliği gibi tepe tepe kullanabilecek…
 
( Doksanbeş personel ve Oniki adet araba ile beraber )
***
Ne diyeyim sevgili halkım?
Sen böyle sessiz,
tepkisiz,
uysal oldukça…
Birilerinin payına
Huber
düşer…
Senin payına ise hep
 “semer”
 kalır.  
Dost gerçekleri,
Düşman işine geleni,
Deli ağzına geleni,
Âşık içinden geçeni söylermiş...