29 Haziran 2010 Salı

Zehir

Orhan ARSLAN
Benim çocukluğumda duymuştum bu olayı. Anadolu’nun güzel bir sahil kasabasında Gülçiçek adlı kız evlenir. O zamanlarda adet olduğu üzere kocası ve kaynanası ile aynı evde birlikte yaşamaya başlar.
Lakin kısa bir müddet sonra kaynanası ile geçinmenin o kadar kolay olmadığını anlar. İkisinin de kişiliği tamamen farklıdır. Bu da onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bazen tartışma ve bağırma sesleri komşularına kadar ulaşır. Evdeki hengame kasaba geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrenin tepkisini alır. Genelde kabahat yeni gelinde bulunur ve ikaz edilir.
Birkaç ay sonra, bitmez tükenmez gelin kaynana kavgaları, hayatı ev halkı, komşuları ve annesi ile karısı arasında kalan eşi için de cehennem haline getirmiştir.
Artık bir şeyler yapmanın gerektiğine inanan genç kız soluğu, babasının da arkadaşı olan ve aynı zamanda Mevlevi dervişi olan kasabanın baharatçısında alır ve derdini anlatır. “Kaynanasını sakinleştirecek, sinirini yatıştıracak bitkisel bir karışım hazırlamasını” rica eder.Yaşlı baharatçı derviş, ona bitkilerden yaptığı bir şurup hazırlar ve şöyle tembihler:“Bu karışım etkilidir, ancak tesiri iki yönlüdür. Ya yaşlı kadınının sinir sistemine etki yaparak onu sakinleştirecek, veya ters tesir ederek onu yavaş yavaş öldürecektir. Bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanan için yaptığın yemeklerin içine koymalısın. Karışım kesinlikle az dozda verilecektir. Böylece eğer ters etki görülürse, yaşlı geçimsiz kadının gelini tarafından öldürdüğü belli olmamalıdır.”
Yaşlı adam, ayrıca genç kıza kimsenin ve özellikle eşinin şüphelenmemesi için, bu müddet esnasında kaynanasına çok iyi davranmasını ve ona en güzel yemekleri yapmasını, banyosuna yardım etmesini ve küçük hediyeler almasını da tembihler.
Bu çift yönde etkili ilaca fazla da aklı ermeyen, ama bir umutla fayda bekleyen Gülçiçek sevinç içinde eve döner, baharatçı dervişin dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel yemekleri yapıyor, kaynanasının tabağına da azar azar muhtemel ilaç-zehiri damlatıyordu. Kadına sıkça banyo yaptırıyor, temizliyor, küçük hediyeler ve çiçekler alıyordu.
Bir süre sonra, kayınvalide çok değişmişti. Gelinine kızı gibi davranmaya başlamıştı. Artık onu üzmüyor, kötü konuşmuyor ve her yapılana teşekkürle, gülücüklerle karşılık veriyordu. Hatta bir keresinde, kendisine annesinden kalan ve çok değer verdiği pırlanta yüzük-küpe-kolye takımını zorla gelinine hediye etmişti.
Evde bahar rüzgârları esmeye başlamıştı. Herkes birbirine iyilik yapmak için adeta fırsat kolluyordu. Ama genç kız, kendisini çok ağır bir yükün altında hissetti. Yaptıklarından bin pişman vaziyette baharatçı dükkânının yolunu tuttu ve yaşlı dervişe, şu ana kadar kaynanasına verdiği muhtemel ilaç-zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir hazırlaması için yalvardı. Yaşlı kadının artık ihtimal de olsa ölmesini istemiyordu.
Derviş, yaşlı gözlerle ve pişman vaziyette karşısında konuşup duran Gülçiçeğe baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı “Sevgili Balçiçek” dedi. “Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece güçlendirdin. Hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise beyninde olandı. Sen yaşlı kadına iyi davrandıkça beynindeki zehir de dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı. Böylece siz gerçek bir ana-kız oldunuz” dedi. “Haydi artık hayatı kendine, eşine, kayınvalidene ve herkese cennet yap…”
Kıssadan Hisse:Gül veren elde gül kokusu kalır. Sevilen insan, sevgisini diğer insanlarla paylaşan insandır.

Büyük Dev Niçin Korktu? (*)

Orhan ARSLAN
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir devler ülkesi varmış. Bu ülkedeki devler huzur ve sükûn içinde yaşıyorlarmış. Herkes hakkına razı ve herkes iyilikte birbirleri ile yarışıyormuş. Ama günün birinde, gücünü zorbalığından ve hilekârlığından alan bir kabadayı dev peyda olmuş. Küstah, hilebaz, düzenbaz ve zorba bir karakter sergileyen bu türedi dev, gücünün yettiğini zulmederek, yetmediğini de hile ile alt edermiş. Herkes bu zorbadan bizar olmuş ve yaka silker hale gelmiş. Devler ülkesinin cesaretli, dirayetli, asil ve güçlü reisi bu duruma daha fazla dayanamamış ve artık bu küstah ve haramzade zorbaya haddinin bildirilmesinin zamanının geldiğini düşünerek yola koyulmuş.Küstahlık yapan dev, her ne kadar dayılansa da, büyük devin karşısına çıkacak ve onunla hesaplaşacak ne gücü varmış, ne de cesareti. Olanca küstahlığına rağmen, ölüm telaşına düşmüş ve korkudan titremeye başlamış, dizlerinin bağı çözülmüş. Çünkü büyük deve karşı koyacak gücünün olmadığını en iyi bilen kendisiymiş. Bir kurtuluş yolu, bir tedbir düşünürken, karısı onu kaçınılmaz sondan kurtaracak bir yol bulduğunu söylemiş. Ecel terleri döken küstah dev, naçar eşinin planına uymuş. Eşi, onu yatağa yatırmış, üstüne bir yorgan örtmüş, fakat sadece ayaklarını açıkta bırakmış.Bu arada, kendinse serkeşlik yapan haddini bilmezin yerini öğrenen büyük dev, gökler gibi gürleyerek kabadayının inine girmiş ve:- “Nerede o!” Diye haykırmış.Küstah devin eşi, olanca soğukkanlılığını takınarak elini dudaklarına götürmüş ve yatağı işaret ederek:- “Sus!.. Çocuk uyuyor!” demiş.İşte o anda ve orada, o ana kadar özgüveni hakkında hiçbir kuşkusu olmayan, gücü ve kuvveti, celadet ve haşmeti, ikbal ve izzetiyle herkeste korkuyla karışık saygı hissi uyandıran büyük devin gözleri, yorganın alt ucundan görünen ayaklara takılmış.O da nesi!..Bu ayaklar neredeyse kendisininki kadar büyük ayaklarmış. O anda zihninden:- “Eğer çocuğu bu kadarsa, kim bilir babası ne kadardır” diye geçirmiş ve ilk defa içine bir ürperti düşmüş.Saniyeler içinde bu ürperti büyümüş ve tüm benliğini kaplamış. Özgüvenini kaybedip, tüm planları suya düşmüş. Vücut kimyası bozulup, içinde duyduğu korku yüzene yansımış. Cesaretini ve özgüvenini yitirdiği için, ne elini kaldırabilmiş ve ne de bir adım atabilmiş. Gerisin geri dönüp, adeta kaçarcasına orayı terk etmiş. Bu davranışı onu sadece cesaretinden ve onurundan değil, aynı zamanda iktidarından ve saygınlığından da etmiş.Masal kahramanını azizken zelil eden, onurluyken onursuz eden, muktedirken iktidarsız kılan, güçlüyken güçsüzleştiren ve kovalayan iken kaçan kimse haline döndüren onun eylemi değildir. Aksine, her şeyi tersine döndüren yanlış tasavvurudur. Tasavvuru yanlış kurulunca, kafasını doğru kullanması mümkün değildir. Dolayısıyla, doğru yapması da söz konusu olamaz.Büyük devin yanlış tasavvuru, yanlış bir kıyas yapmasına neden olmuştur:“Bu ayaklar çocuğa aittir; çocuğu bu kadar büyük olanın, babası çok daha büyük olur.”Burada tasavvurun sahibine ettiği azizlik nedir?“Bu ayaklar çocuğa aittir” öncülünü sorgulamamasıdır. İşte o nokta, her şeyin ters döndüğü, bilincin alabora olduğu noktadır. Büyük devin tasavvuru, küstah devin hilekâr eşinin ağzından çıkan sözü peşinen doğru kabul etmiştir. Bu tasavvur, büyük devin aklına yanlış istikamet açısı vermiş ve aklı da bu yanlış açıya uygun eylem geliştirmiştir. Burada tasavvurun vereceği istikamet açısı “doğru” kavramının içini, doğruya uygun bir biçimde doldurmaktı. Bu da, muhatabın güvenirlik durumuyla birebir ilgiliydi. Eğer tasavvur, onun konumunun “dost” değil, “düşman” konumu olduğunu sezebilseydi, sahibine şu emri vermesi gerekirdi:“ Yorganı kaldır!”Her şey bu noktada gizli. Yorganı kaldırmak büyüyü bozacaktı. Yanlış tasavvurun başlattığı süreç, sondan başa doğru şöyle gelişti:Yorganı kaldırmadığı için her şeyi kaybettiYorganın altındakinin çocuk olduğunu sorgulamadığı için yorganı kaldırmadı.Tasavvuru “dost-düşman” ayırımı yapmadığı için, muhatabın kimliğini sorgulamadı.Tasavvur, bir şeyin zihnimizde şekillendirilmesi, olmayan nesnelerin kafamızda, belleğimizde olabilecekleri biçimiyle resmedilmesi, göz önüne getirilmesi, tasarlanmasıdır. Tasavvur, olayların insan zihnine düşen gölgesidir. Tasavvur bilgiye ulaşmadaki ilk adımdır, bir bakış açısıdır. Tasavvur, varlığı ve olayları anlamlı kılan bir hikmet penceresidir. Bu kıssadan alınacak pek çok hisse vardır. Ülkemizin ve milletimizin içine düştüğü maddi ve manevi, iç ve dış bütün problemler karşısında muhataplarımız vardır. Bu muhatapların gücü ve kudretleri hususunda tasavvurumuzu doğru kurarsak, karşımızdakilerin büyük olmadıklarını görürüz. Şu anda kendi gücümüzü zaten biliyoruz. Fakat düşmanlarımızın güç, durum ve konumları hakkında yapmamız gereken tek bir şey vardır: yalan, abartma ve yanıltmalarını sorgulamak. Yani en baştan tasavvurumuzu doğru kurmalıyız.Dolayısıyla, açılımdan Kıbrıs’a, BOP’den AB’ne kadar karşımıza çıkan her konuda ilk yapacağımız şey;“Yorganı kaldır!” Diyerek, bize dayatılanları sorgulamak olmalıdır. Yani; “Söylediğin doğru değil, beni kandırmaya çalışma!”Böylece hem bize söylenenleri doğrulamış olacağız, hem de zihnimizdekileri düzelterek karşımızdakilerin ve kendimizin gücü ve pozisyonlarını doğru tasarlayacağız. Gerçeklere ulaşıldığında ise, artık geriye fazla iş kalmayacaktır.Bakışı yamuk olan baktığını göremezArılarla sinekleri ayıramayanın bal yemeye hakkı yoktur.
-------------------------------------------------------------------------------------------------- (*) Hayatın Yeniden İnşası (Mustafa İslamoğlu)

"Eğitim mi önemli, Cibilliyet?"

M. Koray BASYİĞİT
Padişah,Vezir demiş, Eğitim mi önemli, cibilliyet (Soy-Sop-Nesep) mi. Vezir duşunmeden Cibilliyet Padişahım diye cevap vermiş. Padişah memlekete tellallar salarak, Duyduk-Duymadık demeyin, en iyi hayvan terbiyecisine Padişahımız tarafından yüz kese altın verilecektir.ilam etmiş. Bir sure sonra seçilen en iyi hayvan terbiyecisi Padişahın huzuruna cikarilmis. Padişah hayvan terbiyecisine, Bir kediye tepsiyle servis yapmasını ne kadar zamanda oğretebilirsin diye sorunca, Hayvan terbiyecisi 6 ayda oğretirim Padişahım diye cevaplamiş. Altı ay sonra, Saray Erkanı toplanmış,kedi de elinde tepsi ile servise baslamış. Kedi tam Vezirin önüne geldiğinde Padişah,Vezire Eğitim mi Cibilliyet mi diye tekrar sorunca, Vezir Padişaha cevap vermeden önce cebinde hazır tuttuğu fareyı yere bırakmış.Kedide tepsiyi attığı gibi farenin peşinde koşmaya başlamış.Tabii 6 aylik eğitim de boşa gitmiş. Vezirin de cevabı da Cibilliyet Padişahım olmuş. Önüne fare düşünce yani eline fırsat geçince kendi cıkarları için Vatanı satmaktan,Milletini feda etmekten tereddüt etmeyecek yüksek eğitimli büyük kedilerden Yüce Mevla bu Vatanı ve Bu Milleti muhafaza kılsın.
M.Koray BAŞYİĞİT Em.Mat.Ogrt. Isparta Eğitimciler Ocağı Uluslararası Avrasya Eğitimcileri Derneği Isparta Il Temsilciliği

Sonra Yol Olur…

Orhan ARSLAN
Bir gün karısıyla beraber yatağında yatarken Nasreddin Hocanın yorganının üzerinden bir pire sıçrar ve yatağın öbür tarafına zıplar. Hoca hemen kalkar ve yorganı odadaki ocağa (şömine) atıp yakar. Bunu gören karısı yanan yorganın acısıyla:
“Hoca ne yaptın, yorganımızı durup dururken niçin yaktın?” diye sorar. Hoca da:
“ Yorganın üzerinden pire geçti, onun için yaktım” der.
“ Canım Hoca, bir pire için yorgan yakılır mı hiç, bırak geçsin?” diye yineler.
“ Bu pireye şimdi bir şey demezsem sonra yol olur, bütün pireler buradan geçmeye kalkışır!”
Bizim kültürümüzde çoook uzun yıllardır var olan ve pire-yorgan örneğiyle kolayca açıklanan “yol olur” darbımeseli, günümüzün modern psikologları tarafından “Kırık Cam Teorisi” olarak açıklanıyor.
"Kırık Cam Teorisi", psikologların yaptıkları bir deneyden ilham alınarak geliştirilmiştir. Psikologlar, suç oranının yüksek olduğu ve yoksulların yaşadığı bir semt ile; daha yüksek yaşam standardına sahip zengin bölgeye birer otomobil bıraktılar. Araçların plakası yoktu ve motor kaputları aralıktı. Sonra olup bitenleri izlediler. Yoksul semtteki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından psikologlar “sağ kalan” otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdılar. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zenginler bile) da olaya dâhil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti. "Demek ki" dediler psikologlar:
"İlk camın kırılmasına, ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerekli. Aksi halde kötü gidişatı engellemek mümkün değildir."
"Kırık Cam Teorisi"nin takipçileri bakın ne diyorlar:
"Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırarlar. Biz ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirmeliyiz. Bir elektrik direğinin dibine, ya da bir binanın köşesine biri bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Biz ilk konan çöp torbasını kaldırtmalıyız."
Biz de diyoruz ki:
“Pire yorganın üzerinden bir defa bile olsa geçmemelidir. Yoksa yok olur!”
Bu örnekleri niye mi anlattım? Hem kişisel olarak kendi iç dünyamızın camlarını, duvarlarını ve yorganını korumak, hem de toplumsal olarak ülkenin meseleleri hakkında çok duyarlı ve acil davranmak zorunda olduğumuzu belirtmek için…
Önce kendi iç dünyamızdan başlayalım. Kalbimizde ucundan kıyısından kırılmış camlar taşıyoruz sürekli... Ruhumuzun başköşelerine ilk başta önemsiz gözüken, laf etmeye değmez çöpler bırakıyoruz her gün. Küçük küçük günahlar, minik minik hatalar, yanlışlar, ihmaller, duyarsızlıklar camı kırık araba gibi diğerlerini de camları kırmaya, kapıları çerçeveleri indirmeye teşvik ediyor. Pişmanlığımızı fırsat bilip ortadan kaldıracak kadar ciddiye almadığımız çöplerimiz, sürçmelerimiz, kötülüklerimiz, ayıplarımız, kokuşmuş çöp dağlarına, kötülük yığınlarına kapı aralıyor. Bir sürü pire içimizde oradan buraya zıplayıp duruyor. "Böyle gelmiş, böyle gider" diye kendi kendimizi ağır veballer altında ezdirdikçe ezdiriyoruz. Bu kadar küçük ihmalden çıkar? Canım şimdi bunun ne önemi var? Gibi baştan savmalarla, adeta yangını kendimiz körüklüyoruz.
İkinci ve asıl önemlisi, toplumsal duyarsızlıklarımız olmaktadır:
Kıbrıs’ı veriversek ne olur?
Ermenistan sınırını azıcık açsak ne olur?
Karabağ’ı sonra halletsek de olur.
AB’nin istediği tavizlerin bazılarını versek ne olacak ki?
Kandilde teröristler barınsa ne olur?
Kerkük’teki kırmızıçizgilerimizi şimdilik unutsak ne lazım gelir?
Anadilde eğitim olsa ne kıyamet mi kopar?
Açıldıkça açılsak ne olur?
Anayasayı bir defa delsek ne olur? (Şimdiki gibi yol olur!)
Egemenlik haklarımızın bazılarından fedakârlık etsek ne olur?
Yukarıda yazılanların her birisi birer kırık camdır ve kırık camın oradaki varlığı, diğer camların da kırılabileceğine dair bir haklılık üretir içimizde. İlk geçen pireye dur demezsek, hayatımız pireler arenasına dönüşür; gidip gelirler ki vızır, vızır… Çöpün bizden önce oraya atılmış olması, oraya çöp atmanın bir alışkanlık olduğunu söyler bize. Çok geçmeden biz de o alışkanlığa alışır, alışık olunanı yapmakta haklı görürüz kendimizi. Cam ilk kırıldığında hafife alırsak, ağırlaşır cam kırıkları. Çöp ilk atıldığında umursamazsak, umursamazlığımız bir çöp dağını besler.
İlk geçen pireye izin verirsek, en azından Nasrettin Hoca atamıza ihanet etmiş oluruz. Alpaslanlar, Fatihler, Abdülhamitler ve Atatürkler ile birlikte…Sonra da vicdanımıza, geleceğimize ve çocuklarımıza…
İnsanlığımıza…

Gençler, Ana-Babalar…

Orhan ARSLAN
80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen 45 yaşında ve saygın bir işi olan oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:
“Bu ne oğlum?”
Oğlu şaşkın, cevapladı:
“O bir karga baba.”
Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu:
'Bu ne oğlum?'
Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı:
“Baba, o bir karga”
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu:
“Bu ne?”
Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:
“O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?”
Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:
“Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?”
Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hatıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:
“Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanı başımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.”
“Zira senin Rabbin, başkasına değil sadece kendisine kulluk etmenizi emreder. Bir de ana babaya iyilik etmeyi. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanındayken yaşlanırsa, sakın onlara “Üf” bile deme ve onları azarlama! Aksine onlara gönül okşayıcı şeyler söyle.” (17 İsra, 23)
“ Ve zaten insanoğluna ana-babasına iyi davranmasını biz tavsiye etmiştik” (29 Ankebut, 8)
“Nitekim (Allah şöyle buyurur): Biz insana anne babasına (iyi) davranmasını emrettik. Annesi onu ağır acılara katlanarak karnında taşıdı ve onun sütten kesilmesi iki yılda gerçekleşti: şu halde (ey insan), Bana ve anne babana şükret; (ama sonunda) dönüş yalnızca Banadır” (31 Lokman, 14)

Ana Kızmayacak…

Orhan ARSLAN
Hakan Bulur ’un şehir merkezindeki emlak bürosunun önünde İstanbul plakalı kırmızı, spor bir araba durdu. Arabadan inen şişman adam, büroya doğru yürüdü. Sıcaktan ter, ince elbisesinin üstüne kadar çıkmıştı. 50 yaşlarında görünüyordu. Yüzü heyecandan kızarmış, fakat kısık gözlerindeki kararlı, donuk bakış değişmemişti. İçeriye girince başıyla Hakan’a selam verdi.- “Hakan Bey mi?”Dükkân sahibi gülümseyerek,- “Evet benim, sizin için ne yapabilirim. Bay…?”Şişman adam,- “Cesur" diyerek kendisini tanıttı. “Zamanım çok az, hemen konuya girsek iyi olacak” dedi.- "Benim için de iyi olur Cesur Bey, İlgilendiğiniz belli bir yer var mı?"- "Doğrusunu isterseniz, evet. Şehrin kenarındaki eski bina."- "Sütunlu ev mi?""Ta kendisi. Yanılmıyorsam üzerinde SATILIK tabelası var. "Emlakçi Hakan kuru bir sesle,-"Evet." dedi. “Bizim satış listemizdedir."Kalınca bir defterin yapraklarını karıştırdı. Sonra daktilo ile yazılmış bir sayfayı isabet etti: -"160 yıllık bina. Padişah yaverlerinden birine aitmiş. Sonra varislerine kalmış. 8 odası, 2 banyosu, özel fırını, geniş terasları, çevresinde ağaçları var. Çarşıya, okula yakın sayılır. Satış Fiyatı 10 Milyon Lira." diye okudu ve ekledi:"Hala ilgileniyor musunuz?"Adam oturduğu yerde rahatsız olmuş gibi kıpırdandı.-"Neden olmasın. Olumsuz bir yanı mı var?"Emlakçi;-"Aslına bakarsanız, bu evi defterime yalnızca yaşlı Büyük Hanımın (Etrafta herkes O’na Büyük Hanım derdi) hatırı için kaydettim. Ev asla onun istediği kadar etmez. Uzun zamandır onarım görmemiş çok eski bir binadır. Kirişlerden kimi birkaç yıl içinde çökecek durumda. Bodrumu ise yılın yarısında su ile doludur."-"Öyleyse sahibesi neden bu kadar çok istiyor."Hakan Bey omuz silkti.-"Herhalde kendisi için manevi değeri olacak. Çok eskiden beri ailesine aitmiş. "Şişman adam gözlerini yerde gezdirdi.-"Bu çok kötü" dedi. Başını kaldırıp Emlakçiye baktıve çekingen bir biçimde gülümsedi. "Hoşuma gitmişti. O, nasıl söylesem bilemiyorum, tam aradığım evdi."Hakan güldü.-"1 Milyon Liraya belki iyi bir alışveriş olurdu ama 10 Milyon Liraya... Sanırım Büyük Hanımın düşüncesini de anlıyorum. Hiçbir zaman fazla parası olmadı. Kendisine İstanbul’da çalışan oğlu bakıyordu. Sonra oğlu 5 yıl önce öldü. Onun için evi satmanın akıllıca bir is olacağını biliyor. Fakat gönlü bir türlü evden ayrılmaya razı olamıyor. Bu yüzden eve kimsenin almaya yanaşamayacağı bir fiyat koyuyor. Böylece kendin avutuyor. "Üzgün bir ifade ile basını salladı. "Dünya ne kadar garip değil mi?"Cesur, soğuk bir sesle-"Evet." dedi. Sonra ayağa kalktı. "Kendisini bulup fiyatı biraz düşürmesini isteyeceğim."Otomobilini Büyük hanımın evinin önündeki yıkık dökük çürümüş tahta parmaklıkların önüne park etti. Evin çevresini tümüyle yabani otlar kaplamıştı. Kapıya çıkan kadın kısa boylu, beyaz saçlı idi. Yüzündeki hatlar, küçük inatçı görünüşlü çenesine kadar iniyordu. Kararlı ve azimli, görmüş, geçirmiş bir kadın izlenimini veriyordu. Havanın sıcak olmasına rağmen sırtında kalın, yün bir örme hırka vardı. -"Cesur Bey olmalısınız. Emlakçi Hakan Bey buraya gelmekte olduğunuzu telefonda söyledi. İçeri girmez misiniz?"Cesur; -"Dışarısı korkunç derecede sıcak" diye söylendi.-"Öyleyse içeri girin. Buzluğa biraz limonata koymuştum, içeriz."
İçerisi loş ve serindi. Panjurlar kapatılmıştı. Eski tarz geniş koltuklarla döşenmiş büyük bir salona girdiler. Yaslı kadın ellerini sıkıca kenetleyerek sallanan bir sandalyeye oturdu.
Şişman adam öksürdü. -"Hanımefendi, az önce emlakçiniz ile konuştum. "Kadın, -"Tümünden haberim var" diye sözünü kesti. "Hakan Bey fikrimi değiştirebileceğiniz düşüncesi ile sizi buraya yollamakla akilsizlik etmiş. Doğrusunu isterseniz amacımın bu olduğuna da pek emin değilim."-"Hanımefendi, sizinle biraz konuşabileceğimi sanmıştım."Büyük Hanım sallanan sandalyesini gıcırdatarak arkasına yaslandı.-"Konuşmak için para alınmaz, ne istiyorsanız söyleyin."-"Evet, haklısınız."Adam beyaz bir mendille yüzünün terini sildi.- "İzin verirseniz anlatayım. Bir is adamıyım. Bekârım. Uzun yıllar çalıştım ve iyi bir servet yaptım. Artik dinlenmeyi hak ettim. Yaşamımın sonlarını geçirebileceğim sakin bir yer arıyorum. Burayı sevdim. Bir kaç yıl önce İstanbul’a giderken buradan geçmiştim. O zaman bir gün buraya yerleşebileceğimi düşünmüştüm. Bugün Bursa’dan tekrar geçerken, burayı gördüm. Tam istediğim yerdi."-"Burayı ben de severim, Cesur Bey. Böyle oldukça yüksek bir fiyat isteyişimin nedeni de bu zaten."Cesur, gözlerini kaldırıp yaşlı kadına baktı.-"Oldukça yüksek bir fiyat değil mi? Kabul etmelisiniz ki Hanımefendi bu günlerde böyle bir ev en fazla..."-"Yeter!" diye bağırdı kadın. "Bay Cesur, bu konuda sizinle kesinlikle tartışmak istemiyorum... Eğer istediğim parayı vermeyecekseniz, üzerinde durmayalım."-"Fakat hanımefendi…”-"İyi günler Beyefendi”Adamın da ayni şeyleri yapmasını belirten bir tavırla ayağa kalktı. Fakat adam kalkmadı.-"Bir dakika bayan, delilik olduğunu biliyorum ama istediğiniz parayı ödeyeceğim."Yaşlı kadın uzun süre adama baktı.-"Emin misiniz, Bayım?"-"Kesinlikle, yeterince param var. Eğer evi satmanızın tek yolu buysa, parayı alacaksınız."Büyük hanım, bir kadın gibi, bir anne gibi anlamlı anlamlı hafifçe gülümsedi. Ama adam, kadının yüzündeki bu gülümsemenin derinliğini fark edemedi.-"Sanırım limonata iyice soğumuştur. Size getireyim. Siz içerken ben de evi anlatırım."Kadın elinde tepsi ile geriye döndüğünde Yabancı, yine mendille alnındaki terleri siliyordu. Limonatayı zevkle yudumlamaya başladı.Yaslı kadın, uzun yıllardan sonra ilk defa huzur ve mutlulukla sallanan sandalyesine yaslanırken;-"Bu ev" diye söze başladı. "1850'den beri aileme aittir. Buradaki en sağlam ev olmadığını da biliyorum. Oğlum Gülbey doğduktan sonra bodrumum su bastı. O günden bu yana da bir türlü kurutamadık. Emlakçi bazı yerlerin çürüdüğünü de söylüyor. Yine de bu eski evi severim. Bilmem anlatabiliyor muyum?"Cesur;"Evet."dedi.
Kadın, tane tane ve adeta ders verir gibi anlatıyordu:"Gülbey 9 yasında iken babası öldü. Ondan sonra sıkıntılar başladı. Gülbey, belki de benden çok babasını özlüyordu. Çok vahşi ve haşin bir çocuk olmuştu. Liseyi bitirince burayı terk edip İstanbul’a gitti. Çok hırslı bir insandı. İstanbul’da ne yaptığını bilmiyorum. Fakat başarıya ulaşmış olmalıydı. Bana düzenli para gönderirdi."
Gözleri nemlenmişti. "Kendisini 9 yıl görmedim. Dokuz yıl sonra geldiğinde başı dertte idi. Zayıf ve yaşlanmış bir durumda bir gece yarısı çıka geldi. Yanında ufak, siyah bir valizden başka bir şey yoktu. Valizi elinden almak istediğim zaman bana vurdu. Bana, annesine vurdu. Ertesi gün birkaç saat için evi terk etmemi söyledi. Ne yapmak istediğini açıklamadı. Döndüğümde valiz ortadan yok olmuştu. " Şişman adam gözlerini limonata bardağına dikmiş öylece dinliyordu."O gece evimize bir adam geldi. İçeriye nasıl girdiğini bilmiyorum. Gülbey’imin odasından sesler duydum. Oğlumun içinde bulunduğu tehlikenin ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Kapının arkasından dinlemeye çalıştım. Fakat yalnızca bağrışmalar tehditler ve... "Bir an durakladı. Omuzları sarsılıyordu."...ve bir silah sesi duydum." diye devam etti. “İçeriye girdiğim zaman yatak odasının penceresi açıktı ve yabancı gitmişti. Gülbey’im de yerde yatıyordu. Ölmüştü. Tüm bunlar bundan 5 yıl önce oldu. Ondan sonra polis bana olanları anlattı. Gülbey ve tanımadığım o adam birçok suç islemişler. Bir sürü yerlerdenyüz milyonlarca para çalmışlar. Gülbey parayı alıp kaçmış. Parayı buevde, hala bilemediğim bir yerde saklamış. Sonra diğer adam hissesini almakiçin olgumu arayıp bulmuş. Paranın yok olduğunu görünce de olgumuöldürmüş."Başını kaldırıp adama baktı. İste o zaman evimi 10 Milyon Liraya satışa çıkardım.Bir gün oğlumun katilinin döneceğini biliyordum. O bir gün gelip fiyat· ne olursa olsun evi almak isteyecekti. Bütün yapacağım, yaşlı bir kadının köhne evine bu kadar çok para vermeye razı olacak adamı buluncaya kadar beklemekti."Gözlerinde vahşi bir mutluluk parıltısıyla, sandalyesini ağır ağır sallıyordu. Yıllarca beklemiş ve sonuca ulaşmıştı. Cesur bardağı yere bıraktı, diliyle dudaklarını yaladı.- "Uf!" dedi.- "Bu limonata çok acı..."Bakışları canlılığını kaybetti, hafif titreme ile başı, omzunun üzerine cansız düştü.

Bu da geçer!

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varır. Karşılaştığı köylülere kendisine yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler dervişe kendilerinin fakir ve evlerinin de küçük olduğunu söyleyip onu Şakir diye birinin çiftliğine gönderirler. Derviş yola koyulur. Yolda rastladığı köylülerin anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir'in çiftliğinde çok iyi karşılanır. Yer içer, dinlenir. Şakir de ailesi de hem misafirperver hem gönlü geniş kişilerdir... Yola çıkma zamanı gelir, derviş Şakir'e teşekkür ederken, "Böyle zengin bir insan olduğun için hep şükret" der.Şakir şöyle cevap verir: "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, bazen görünen gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer... "Derviş yol boyunca bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Aradan birkaç yıl geçmiş, dervişin yolu yine aynı bölgeye düşmüştür. Şakir'i hatırlar, uğramaya karar verir. Rastladığı köylülere Şakir'i sorar. "Haaa o Şakir mi" der köylüler, "O iyice fakirledi, şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor. "Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir selde sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için çaresiz, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmaya başlamıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetkârıdır.Şakir bu kez dervişi son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Vedalaşırlarken derviş Şakir'e olup bitenlere çok üzüldüğünü söyler ve Şakir'den şu cevabı alır: "Üzülme... Unutma, bu da geçer..."
* * *
Yedi yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Ve büyük bir şaşkınlık içerisinde olanı biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır. Şakir Haddad'ın konağında oturmaktadır, geniş arazileri ve binlerce sığırıyla yine yörenin en zengini olmuştur. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: "Bu da geçer..."
* * *
Birkaç yıl geçmiş, derviş yine Şakir'e uğramak istemiştir. Ona bir tepeyi gösterirler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: "Bu da geçer." Derviş, "Ölümün nesi geçecek" diye düşünür ve gider.Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner, ama ortada mezar filan yoktur. Büyük bir sel gelmiş, bütün tepeyi süpürüp savurmuş, Şakir'den geriye hiçbir iz kalmamıştır.;
* * *
O yıllarda ülkenin sultanı, kendisi için çok farklı bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük olmalıdır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazelemeli, mutlu olduğunda ise kendisini tembelliğe kaptırmasına izin vermemelidir. Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Bir gün sultanın adamları bu bilge dervişi bulur, yardımını isterler. Sultan yüzük işine takmıştır. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz, çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Derken üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır. Yüzüğün üzerinde "Bu da geçer" yazmaktadır.
http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Kultur&pa=showpage&pid=344

11 Mart 2010 Perşembe

NAMIK KEMAL

Değerli Dostlar; Namık Kemal Midilli'de sürgünde iken mutasarrıf olarak buraya tayin edilen Rauf Bey, şairden devlet memurlarıyla ilgili bilgi ister ve Namık mKemal herkesle ilgili bilgi toplar ve mutasarrıfa takdim eder. Namık Kemal'in mizahi üslubuyla bu bilgilerden bir kısmını, hoşuma gittiği için aktarmak istedim. Devletin nasıl yıkıldığını göstermek bakımından da bir ibret olacak bilgilerdir. "Arizemi takdim eden tahrir-i emlak katibi Hüseyin Hilmi bendeleridir ki cezirede yazı yazanların cümlesine faiktir." "Asakir-i şahane kaymakamı İslam Efendi'ye iltifat buyurulacak idi. ....Bekir Paşa fırkasının dümdarlığını ihtiyar ile, üç taburla yirmi altı tabur düşmana mukavemet etmişti. Çetrefil bir Arnavut ise de söz anlar, hamiyetli, irtikap düşmanı biridir."Muhasebeci efendinin, bir de silahı olsa, yol kesenlerden sayılabilir. Aşar ihaleleri, asker idaresi gibi şeylerde edilmedik fenalık yoktur." "Hakim efendi, Çamlıbel veyahut Kalabaka derbentlerinin birinde bulunmak iktiza ederken, sevk-i kaza ile, nasılsa buralara düşmüş! Alışverişinde en büyük silah kuvveti davaları karıştırmaktır..." "Mevlevi şeyhi efendi hazretlerinin hali, muhasebeci ve kadı efendilere rahmet okutur derecededir...Asker için yaptırılan hırkaların pamuğunu, astarını çaldı! Tekkenin bahçesinden çıkardılar. Oturduğu eve, vakıftan masraf ederek, su getirtti..." "Tabur ağası, Gazi Osman Paşa taslağı bir şey olarak, haydut takibine gönderilir ise, mühim noktaları tuttuğundan bahseder. Güzel para çalar! Korkak olmasa, zararsız cellatlık eder! İnsan suretinde yaratılmış büyük bir ayıdır." "Müftü efendi zekidir, fakat ahlakına itimat olunmaz..." "Tercüman Nikolaki, izalesi vacip bir habistir..." "Sandık emini, sandık içine düşmüş farelerden maduttur..." "Tercümanların, memleketin hemen her tarafında olduğu gibi, burada da cümlesi erazil-i meşhuredendir..." "Hıristiyan muteberleri içinde Mihatili'den başka şayan-ı itibar bir fert yoktur. Öbürleri mesheben İsevi iseler de fıtraten, alelumum Çingenedirler." İşte Osmanlı'nın son dönemlerinde memur, din adamı, tekke şeyhi, müslüman, hıristiyan ... halkın durumu. 1920 öncesini asr-ı saadet zannedenlere ithaf olunur. Selam ve muhabbetle...
Vahit Türk'e teşekkürler.

Sadece ipi biraz gevşetmek!

Şeytan, keyifli bir gününde gezmeye çıkmış. Dinlenmek için bir ağacın gölgesine uzanmış. Karşısında bir kadın inek sağıyormuş. İneğin buzağısı da sağılan süte iştahla bakıyormuş. Ancak, kazığa çok sağlam bağlı olduğu için, zorlamaları sonuçsuz kalıyormuş. Şeytan "şu buzağının ipini az gevşeteyim demiş" ve ipi gevşetmiş. OLANLARI SEYRETMEK İÇİN TEKRAR ÇINARIN GÖLGESİNE UZANMIŞ. Ne mi olmuş? Bakalım;
İpi zorlayıp çözen buzağı, hızla ineği emmeye koşmuş. Ancak süt kovasını devirmiş. Öfklenen kadın kürekle buzağıya vurmuş ve buzağı ölmüş. Yavrusunun öldüğünü gören inek, kadını bir boynuz darbesiyle kanlar içinda yere çarpıp, üzerinde tepinmeye başlamış. Bunu gören kadının kayınbabası, tüfeği kaptığı gibi ineği tek kurşunla öldürmüş ve yardım için gelinine doğru koşmaya başlamış. Silah sesiyle ahırdan çıkan kadının kocası, karısını yerde kanlar içinde, babasını da elinde tüfek ona doğru koşarken görünce,silahını çekip babasını öldürmüş. Son nefesini vermek üzere olan karısı kucağında "Şu ineğin yaptığına bak yiğidim, beni ne hale soktu, baban O o azgını öldürmese, parçalarımı bulacaktın" demiş. Hatasını anlayan adam "ben ne yaptım !" diyerek kafasına bir kurşun sıkmış. UZAKTAN OLANLARI SEYREDEN ŞEYTAN İSE "NE YAPTIM Kİ BEN, SADECE İPİ BİRAZ GEVŞETTİM O KADAR" DEMİŞ."
Gültekin Öztürk Abiye teşekkürler.

BİZ YOLCUYUZ

Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmişti. Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu gördü. Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise birmasa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sordu:
"Neden hiç eşyanız yok?" dedi. "Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz.. .. Onlar nerede?"
Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sordu gezgin gence;
"Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum"dedi. "Peki, senin eşyaların nerede?"
Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtladı bu soruyu:
"Ama görüyorsunuz.. .. Ben yolcuyum."
Ünlü bilge, hak verircesine güldü:
"Ben de öyle, yavrum" dedi. "Ben de öyle....."

HZ. ALI'NIN ağabeyi Cafer b. Ebu Talib'in oğlu Abdullah, sıcak birgünde, bir kabilenin hurmalığına inmişti. Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalışan köleye, yemek vakti üç parça ekmek geldiğini gördü. Adam ekmeklerden biriniağzına götürmek üzereydi ki, birden önünde açlığı her halinden bellibir köpek belirdi. Köle elindeki ekmeği köpeğin önüne attı. Köpek ekmeği derhal yedi. Köle ekmeğin ikinci parçasını da attı. Köpek bunu da bir kerede sildi süpürdü. Köle bunun üzerine üçüncü parçayı da köpeğe verdi. Kalkıp, yeniden işine dönmek üzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklaşıp sordu:
"Ey köle, bugünkü yiyeceğin ne kadardı?"
Köle sıkılarak cevap verdi:
"Işte bu üç parça ekmek."
"O halde neden kendine hiç ayırmadın?"
"Baktım ki, hayvan çok aç. O halde bırakmak istemedim."
"Peki sen ne yiyeceksin şimdi?"
"Oruç tutacağım."
Bunun üzerine, Abdullah b. Cafer, köleden sahibini, evinin nerede olduğunu sordu. Sonra da gidip adamdan bu hurmalığı içindeki köleyle birlikte satın aldı. Sonra döndü, köleye bu tarlayı ve onu sahibinden satın aldığını söyledi ve ekledi:
"Seni azad ediyorum. Bu hurmalığı da sana hediye ediyorum."
Cömertliğiyle meşhur Abdullah b.. Cafer, kendisinden daha cömert birini tanıyıp tanımadığı sorulduğunda, bu olayı anlatır ve:
"Ama o köpeğe topu topu üç parça ekmek vermiş; sense ona koskoca bir hurmalığı ve hürriyetini vermişsin" dediklerinde, şu karşılığı verirdi:
"Ama o elindeki herşeyi verdi; ben ise elimdekinin bir kısmını...

Avrupa'nın ünlü sanat merkezilerinden birinde, çocuğun biri, vitrinde çok hos bir tablo görür. Tablonun bedeli oldukça yüksektir. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir is bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile mağazaya gider. Sanslıdır, tablo hala satılmamıstır. İçeri girer, tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve;
"Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm param dabu kadar" der.
Ressam bir süre düsündükten sonra resmi paketler ve çocuğa satar. Çocuk paketini alır ve tesekkür ederek çıkar. Mağazada adamın arkadasları da vardır ve saskınsaskın sorarlar:
"Sen ne yaptın, o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar düsük bir rakama sattın?"
Ressam cevap verir:
"Evet, ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim, ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kisi bulabilirdim?..."

Sözün Özü: Günümüzde insanlar her seyin fiyatını biliyor, fakat hiçbir seyin değerini bilmiyorlar.
Oscar WILDE

SIRKE'NIN INANILMAZ MARIFETLERI..


Sirkede inanılmaz marifetler...
Sirke başlı başına bir mucize.. Hem ilaç hem de mükemmel bir temizlik aracı. Peki sirke nerelerde ve nasıl kullanılır?
Sağlık bakımından bir ilaç, temizlik bakımından da çok faydalı olan sirke ve özellikle elma sirkesinin evinizde nerelerde kullanabileceğinizi biliyor musunuz?
Reader's Digest dergisi, sirkenin birbirinden farklı kullanım alanlarını ve faydalarını kısa kısa maddeler halinde açıkladı. İşte bunlardan bazıları:
Bilgisayar ve çevre birimleri temizler: Bilgisayarınız, yazıcınız, faks makineniz ve diğer ev ofis araçlarını tozdan uzak tutarsanız daha iyi çalışacaktır. Temizliğe başlamadan önce tüm ekipmanların kapalı olduğundan emin olun. Bir kaba eşit miktarlarda su ve sirke koyun. Temiz bir bezi bu karışımın içinde nemlendirin, asla sprey şişesi kullanmayın. Silmeye başlayın. Klavyenizin tuşları gibi dar yerleri silmek için ise elinizde birkaç pamuk tomarı bulundurun.
Bilgisayarınızın faresini temizler: Eski model toplu farenizi temizlemek için yarı yarıya sirke-su karışımı kullanın. Öncelikle, topu farenin altından çıkarın. Karışıma batırarak nemlendirdiğiniz bezi sıktıktan sonra topu temizleyin ve fare üzerindeki parmak izlerini ve kirleri çıkarmak için farenin kendisini de silin. Topun yuvasını temizlemek için bir parça nemlendirilmiş pamuk kullanın, topu yerine takmadan önce birkaç saat kurumasını bekleyin.
Duman kokusunu giderir: Eğer eti pişirirken yaktıysanız ya da evinizde ard arda sigara içiliyorsa, kokunun en yoğun olduğu dörtte üçünü sirke ya da elma sirkesiyle doldurduğunu bir kase koyarak duman kokusunu giderebilirsiniz. Koku evinizin tümüne dağıldıysa farklı odalarda birkaç kase kullanabilirsiniz. Koku bir günden daha kısa sürede çıkacaktır.
Küf lekesini yok eder: Küf lekelerini çıkarmak için sirkeye başvurun. Sirkeyi ilave havalandırma olmaksızın güvenle kullanabilir ve her yüzeye uygulayabilirsiniz. Sirkeyi banyonun demirbaş eşyalarında, fayanslarda, mobilyalarda, boyalı yüzeylerde, plastik perdelerde ve buna benzer birçok yüzeyde kullanabilirsiniz. Hafif lekeler için, sirkeyi eşit miktarda suyla seyreltin.
Krom ve paslanmaz çeliği temizler: Evinizdeki krom ve paslanmaz çeliği temizlemek için, sprey şişesine koyduğunuz seyreltilmiş sirkeyle ve yumuşak bir bezle parlatabilirsiniz.
Gümüşlerinizi parlatır: Gümüş bilezik, yüzük ve diğer takılarınızın yanında evdeki gümüş eşyalarınızın yeni gibi parlaması için yarım bardak sirke ve 2 yemek kaşığı karbonat karıştırdığınız suyun içinde 2-3 saat bekletin. Sonra soğuk suyun altında durulayın ve yumuşak bir bezle kurutun.
Tükenmez kalem lekelerini siler: Tükenmez kalem lekesi olan yere kumaş ya da sünger kullanarak biraz sirke bastırın. Leke çıkana kadar bu işlemi tekrarlayın.
Yapıştırıcıları, fiyat etiketlerini çıkarır: Çocuğunuzun mobilyanıza ya da duvarınıza yapıştırdığı etiketileri çıkarmak için, kenarlarına ve köşelerine biraz sirkeyi emdirin ve dikkatlice kredi kartı ya da plastik telefon kartıyla kazıyın. Cam, plastik gibi yüzeylerdeki fiyat etiketlerini çıkarmak için üzerine biraz daha fazla sirke dökün, birkaç dakika bekleyin ve temiz bir kumaşla çıkarın.
Makasınızı parlatır: Makasınız kirlendiğinde ve yapışkan olduğunda yıkamak için su kullanmayın. Bunun yerine makasınızın keskin kısmını sirkeye batırılmış bir bezle temizleyin ve sonra kurutun.
Kokan tuvaletinizi tazeler: Öncelikle banyonuzdaki eşyaları dışarı çıkarın, sonra duvarları, tavanı ve zemini, 4 litre suya karıştıracağınız 1 fincan sirke ve 1 fincan amonyak ve ¼ fincan karbonat ile yıkayın. Tuvaletin kapısını açık bırakın ve eşyalarınızı içeriye yerleştirmeden önce içerinin kurumasına izin verin.
Halılarınızı eski haline getirir: Eğer halılarınız eskimiş ve kirli görünüyorsa, eskisi gibi parlak ve canlı görünmeleri için 4 litre suyun için 1 fincan sirke kattığınız suya çalı süpürgeyi daldırın ve bununla halınızı süpürün. Halınızın ucundaki rengi atmış iplikler de ışıldayacak ve bu solüsyonu durulamanıza gerek yok.
Halıdaki lekeleri çıkarır : Hafif lekeler için yarım fincan sirke içinde 2 çorba kaşığı tuzu eritin, bu suyla lekeli yeri ovalayın, kurumasını bekleyip, elektrik süpürgesiyle süpürün.
Daha büyük ve koyu lekeler için, karışıma 2 çorba kaşığı boraks ekleyin ve aynı şekilde temizleyin.
Daha inatçı ve halının içine işlemiş kir ve lekeler için, 1 yemek kaşığı sirke ile bir yemek kaşığı mısır nişastasından macun yapın ve kuru biz bez kullanarak lekenin içine iyice ovalayarak yedirin ve 2 gün bu şekilde bekleyin, sonra süpürün.
Leke çıkarıcı sprey hazırlamak için , şişeyi 5 ölçü su ve 1 ölçü sirkeyle doldurun. İkinci bir şişeyi de 1 ölçü köpüksüz amonyak ve 5 ölçü suyla doldurun. Lekeye bu karışımı yedirin. Birkaç dakika bekleyin sonra temiz, kuru bir bezle kurutun. Leke çıkana kadar bunu tekrar edin.
Mum lekesini yok eder: Romantik bir gecenin ışıltısı olan mumlar, ahşap mobilyalarınızda genellikle leke bırakır. Bu lekeyi çıkarırken, lekeyi yumuşatmak için fön makinesini en sıcak ayarına getirin ve kağıt havluyla kurutabildiğiniz kadar kurutun. Sonra, eşit miktardaki su-sirke karışımına batırılmış kumaş ile ovalayın. Yumuşak ve emici bir bezle kurulayın.
Mobilyalardaki su lekesini çıkarır: Ahşap mobilyalar üzerine bırakılan ıslak bardakların bıraktığı beyaz halkaları çıkarmak için eşit oranda sirke, zeytinyağını karıştırın ve bu karışımı yumuşak bir bezle lekeye uygulayın. Parlatmak için ise başka temiz ve yumuşak bez kullanın.

Buzdolabınızı temizler: Kapının sızdırmaz contası ve sebze-meyve gözleri de dahil buzdolabınızın içini ve dışını temizlemek için eşit miktarlarda su ve sirkeyi karıştırın. Küf oluşumunu önlemek için, iç kapıları ve içteki gözleri bez üzerine sirke dökerek silin. Ayrıca, buzdolabınızın üzerinde birikmiş toz ve kirleri silmek için seyreltilmiş sirke kullanabilirsiniz.
Mikrodalga fırınınızı buharla temizler: İçi ¼ fincan sirke ve 1 fincan suyla dolu cam kaseyi fırının içine yerleştirin ve en yüksek ısıda 5 dakika bekleyin. Kase soğuduğunda, bir kumaş ya da süngeri bu sıvıya batırın ve iç yüzeydeki lekeleri temizleyin.
Kesme tahtasını mikroplardan temizler: Her kullanımdan sonra, tahtaları doğrudan sirkeyle silip temizleyebilirsiniz. Sirkenin içindeki asetik asit, E.coli, Salmonella, and Staphylococcus gibi zararlı mikroplara karşı iyi bir dezenfektandır. Asla su ve bulaşık deterjanı kullanmayın. Çünkü, bu tahtanın liflerini zayıflatır.
Bulaşık makinenizi yıkayabilirsiniz: Bulaşık makinenizin performansını yüksek düzeyde tutmak ve sabun tabakası oluşumunu yok etmek için, ünitenin altına seyreltilmiş 1 fincan sirke dökün ya da üstteki rafa bir kasenin içine sirke koyun. Sonra bulaşık makinenizi bulaşık ya da detarjan koymadan tam devir çalıştırın. Özellikle suyunuz sertse, bunu ayda bir tekrarlayın. Ancak, bu işlemi uygulamadan önce bulaşık makinenizin kullanım klavuzuna bir göz atın.
Porselen, kristal ve cam eşyalarınızı temizler: Cam eşyalarınızı parlatmak için durulama suyuna sirke ekleyebilirsiniz. Cam eşyalarınızı her gün parlaması için, bulaşık makinenizin durulama devrine ¼ fincan sirke ekleyin.
Kristal eşyalarınızı parlatmak için bulaşık makinenizi durulama suyuna 2 yemek kaşığı sirke ekleyin. Sonra, bunları 3 ölçü su ve 1 ölçü sirke ile hazırladığınız su ile durulayın ve açık havada kurutun.
Fincanlardan çay, kahve lekelerini çıkarır: Bunun için, eşit miktarda sirke ve tuzla ovalamayı deneyin, sonra bunları ılık suyun altında durulayın.
Su ısıtıcınızı (kettle) temizlemek için: Makinenizde biriken kireç ve mineral kalıntılarını temizlemek için, 3 fincan sirkeyi 5 dakika süreyle iyice kaynatın ve sirkeyi gece boyunca içinde bırakın. Ertesi gün soğuk suyla durulayın.
Kızartma sonrası temizlik yapar: Kızartma işini bitirdiğinizde ocağın üstüne, duvarlara sıçrayan yağ damlacıklarını temizlemek için, bunları seyreltilmiş sirkeye batırılmış sünger ile silebilirsiniz. Durulamak için soğuk suyla ıslatılmış başka bir sünger kullanın, sonra da yumuşak bir bezle kurutun.
Kızartma tavanızı korur: Kızartma tavanızda 10 dakika boyunca 2 fincan sirke kaynatmak, birkaç ay boyunca yiyeceklerinizin yapışmasını önler.
Mutfağınızın havasını temizler: Mutfağınıza dün pişirdiğiniz yemeğin kokusu sindiyse, 1 fincan suya yarım fincan sirke karıştırın. Ve karışım buharlaşana kadar kaynatın.
Yumurtanızı daha iyi haşlamanıza yardım eder: Yumurta haşladığınız suya litre başına 2 yemek kaşığı sirke ekleyerek, yumurtanızın çatlamasını önleyebilir ve kabuğunun daha kolay soyulmasını sağlayabilirsiniz.
Sebze ve meyvelerinizi temizler: Meyve ve sebzelerinizi yemeden önce, gizli kirleri, tarım ilaçlarını ve hatta küçük böcekleri yok etmek için, 4 litre soğuk suyun içine 4 yemek kaşığı elma sirkesi koyun, sebze ve meyvelerinizi bunun içinde durulayın.
Elinizdeki kokuları çıkarır: Yemek hazırladıktan sonra ellerinize sinen soğan, sarımsak ve balık kokusunu çıkarmak çok zordur. Sebzelerinizi dilimlemeden ya da balıkları temizlemeden önce biraz saf sirkeyle ellerinizi ovalamanız işe yarayacaktır.
Boğaz ağrısını hafifletir: 3 şekilde boğaz ağrısına iyi gelir ;
Nefesinizi tazeler: Soğanlı ya da sarımsaklı bir yemekten sonra nefesinizin kısa sürede güzel kokmasının ve tazelenmesinin yolu, bir bardak ılık suyun içine 2 yemek kaşığı elma sirkesi ve 1 çay kaşığı tuzu eritip bununla ağzınızı durulamaktır.
Boğazınız öksürükten dolayı tahriş olduysa ya da konuşmaktan ve şarkı söylemekten dolayı ağrıyorsa, bir bardak ılık suda 1 yemek kaşığı elma sirkesiyle 1 çay kaşığı tuzu eritin ve bununla günde birkaç kez gargara yapın.
Boğazınız grip ya da soğuk algınlığından dolayı ağrıyorsa, bir ¼ elma sirkesi ile ¼ balı karıştırın ve 4 saatte bir, 1 yemek kaşığı yutun.
Öksürük ve boğaz ağrısını hafifletmek için, yarım fincan sirke, yarım fincan su, 4 çay kaşığı bal ile 1 çay kaşığı acı sosu karıştırın. Günde 4-5 kez, 1 yemek kaşığı için. Birini özellikle yatmadan önce için. 1 yaşın altındaki bebeklerinize bal vermemeniz gerektiğini unutmayın.

SEMERCİ

Eşekler köydeki semerciden çok şikayetçilermiş . Semerci hiç iyi semer yapamıyormuş. Eşeklerin sırtları kanlı yaralarla doluymuş. Eşekler toplanıp yeni bir semercinin gelmesi için dua etmişler. Hikaye bu ya duaları da kabul olmuş ve gerçekten köye yeni bir semerci gelmiş.
Ne var ki bu semerci de eşekleri rahatlatacak semerler yapamıyormuş, yaralar azalacakken artmaya başlamış. Eşekler yine toplanıp, köye yeni bir semerci gelmesi için dua etmişler. Ve gerçekten mevcut semerci köyden ayrılmış, yerine başka bir semerci gelmiş. Eşekler her semerci değişikliğinde olduğu gibi yine çok sevinmişler. Ama çok zaman geçmeden yeni semercinin de çok farklı olmadığını, semerlerin gittikçe daha da kalitesizleştiğ ini, yaralarının ise kötüleştiğini görmüşler. Semerci gitmiş, semerci gelmiş. Her seferinde eşekler yeni semerci gelmesi için dua etmişler. Bu hikaye kaç semerci değişene kadar böyle devam etmiş bilmiyorum.
Nihayet bir gün eşekler toplanıp, eski semerciden kurtulmak için değil de eşeklikten kurtulmak için dua etmeye başlamışlar.

AYDINLIK

Bir bilge çölde öğrencileriyle otururken demiş ki; "Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?" Öğrencilerden biri; "Uzaktaki sürüye bakarım" demiş, "koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir." Başka bir öğrenci söz almış ; "İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır." Bilge uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve " Siz ne düşünüyorsunuz? " diye sormuşlar. Bilge şöyle demiş; "Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan, ona "kızkardeşim" diyebildiğimde yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, erkek kardeşim sayabildiğimde anlarım ki sabah olmuştur, içimde AYDINLIK başlamıştır...

Tenhalıkta yücelik


MAYMUN VE PARA

En çok satan kitaplar listesinde haftalarca birinci sırada yer alan Freakonomics kitabının yazarı Steven Levitt, yaklaşık bir yıl önce New York Times'da, Yale Üniversitesinde yapılan çok ilginç bir araştırma hakkında ses getiren bir yazı yazdı. Yazının ve araştırmanın ilginç olmasının nedeni, bu araştırma para ve maymunlarla ilgili olması.Keith Chen, Yale Üniversitesinde ekonomi bölümünde görev yapan bir profesör. Keith Chen'in araştırması; Maymunlara, para kullanmayı öğretmek ve bunun sayesinde topladığı bilgileri, bizlerin yani insanların, para ile olan ilişkisini karsılaştırıp, çeşitli sonuçlar çıkarmak. Araştırma, Yale Üniversitesinin maymun laboratuarında başlıyor.Bu laboratuarda 7 adet capuchin maymunları, bir ana ve birçok küçük deney kafeslerinde, para kullanmayı öğreniyorlar. Para olarak, gümüş renkli, somun kullanılıyor.Süreç gayet basit. Ana kafesten bir maymun alınıp, deney kafesine koyuluyor. Bu maymuna para adını verdikleri somun veriliyor. Maymun öncellikle bu somunu kokluyor, ağzına götürüyor. Bu aşamada bir tepsi içinde çeşitli yiyecekler getiriliyor: elma, üzüm ve jell-o. Amaç, bu 7 maymunun her birinin sevdiği yiyecek türünü bulmak ve bu yiyeceği elde etmek için parayı kullanmalarını sağlamak.Deney kafesindeki maymun elmayı seçiyor. Araştırmacılar, maymuna elmayı vermeden önce, elinden parayı alıp, maymuna yiyeceği veriyorlar.Bu süreç haftalarca sürüyor ve maymunlar birkaç hafta sonra, ellerindeki somunun yani paranın gücünü anlamaya başlıyorlar. Maymunlar paranın kullanımını; araştırmacılar, en çok tercih edilen yiyeceği öğrendikten sonra, yeni bir süreç başlıyor: fiyatlandırma. Bu yeni süreçteki amaç, maymunların, biz insanlar gibi rasyonel kararlar verip vermediğini bulabilmek.Böylece araştırmacılar, birçok maymunun tercihi olan jell-o'nun fiyatını iki somun, elmanın fiyatını yarım somun ve üzümün fiyatını ise bir somun yapıyorlar. Buldukları sonuç ise gerçekten ilginç. Maymunlar, deney sırasında, biz insanlar gibi para harcama konusunda çoğu zaman rasyonel davranıyorlar. Parasını, en çok yiyecek alabileceği şekilde harcamaya başlıyorlar. Maymunlar, 1 somun verip, 2 dilim elma almayı, fiyatı 2 somun olan bir adet jell-o'ya tercih etmeye başlıyor.Buraya kadar her şey güzel! Günlerden bir gün, yine ana kafesten, deney kafesine alınan maymun, deney kafesindeki bir tepsi içinde bulunan 12 somunu görüp, aniden çılgına dönüyor. Paraların bulunduğu tepsiyi kapıp, ana kafese fırlatıyor ve kendisini de ana kafese atıyor. Ana kafesteki bütün maymunlar bir anda gökten para yağdığını görüp, yere düşen paraları kapışmaya başlıyorlar.Levitt, bunu yazısında maymun tarihinde gerçeklesen ilk 'banka soygunu'(maymunun tepsiyi çalması) ve 'hapishane kaçışı' (maymunun deney kafesinden, ana kafese kaçışı) olarak tanımlıyor. Bütün bu kaos içinde araştırmacılar, ana kafesteki maymunlardan parayı geri almaya çalışıyor. Olay biraz yatıştığı bir anda Keith Chen, hiç görmemeyi tercih ettiğini söylediği bir olaya şahit oluyor: Erkek maymunlardan biri, dişi maymunlardan birine yaklaşıp, ona elinde bulunan somunlardan birini veriyor ve bunun karşılığında dişi maymun, erkek maymunun seks teklifini kabul ediyor! İşin ilginç yanı bu iki maymunun 'işi' bittikten sonra, dişi maymun 'kazandığı' parayı araştırmacıya getirip, bununla üzüm almaya çalışıyor. Chen, bu olayı maymun tarihindeki ilk 'fuhuş' olarak tanımlıyor.Üniversitenin araştırma etik bölümü, maymunlar üzerinde yapılan para araştırmasının, maymunların yaşam koşulunu, değerlerini ve gündelik yaşamlarını tamamen değiştirdiği ve zedelediği gerekçesiyle, araştırmayı iptal edip, maymunlara para verilmesini yasaklıyor. .

ÖRÜMCEK AĞINI NASIL ÖRER

Örümcek ağını nasıl örer? Ben merak eder dururdum. İzleyin.Hadi ipikarsıya attın bağladın.Sonra ortasını nerden, nasıl bilipteilmek,düğüm atıyorsun?Çıkan resimde sol altdaki yazıya tıklarsanız adım adım izlersiniz ....sağ altdaki yazıyatıklarsanız tümünü birden izlersinizİyi seyirler...
Lütfen tıklayınız
http://www.espace-sciences.org/science/images/images-maj/Perso/spiderweb/index_spider.html

10 Mart 2010 Çarşamba

İYİ-KÖTÜ

Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır.
Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar.

(Yıl:1600) GİORDANO BRUNO

ÇEKİRDEK HAREKATI

Sonumuzun kıtlık olacağını düşündüğüm için bu maili sizlerlepaylaşmak istedim, çok değer verdiğim ve beni sualtı dünyası iletanıştıran hocam Teoman Sarmaşık'dan gelen bir öneri bu.Tabii ki bu uygulama ne kadar faydalı olur bilemiyorum ama daha sonrakaybedeceklerimizidüşündüğümüzde denemekte fayda olduğunu düşünüyorum..Bilim adamları dünya için en çok 65 yıl ömür biçiyor.Dünya nüfusunun yarı yarıya düşmesi için verdiğim rakam 10 senedir.Çoğunuz buna gülebilir ama bu gün tartıştığımız pek çok kavrambu söylediklerim yanında devede kulak kalacak.1990 senesinden bu yana dört yanı denizlerle çevrili ülkemizin denizlerinde hiçbir canlı kalmadı.Buna şahit Birkaç kişiden biri de benim ve on sene içinde karada dakalmayacak.Canlılar nasıl hızlı yok oluyor inanamazsınız.Birbirinize yolladığınız e-postaları takip edebiliyorsanız tohummeselesini de biliyorsunuz demektir.Çocuklarımızın hatta dünya çocuklarının, sizin yaşınızda ağaç
görmesini istiyorsanız işte bu metni arkadaşlarınıza gönderin. Arkadaşlarınıza göndermez iseniz başınıza hiç bir şey gelmeyecek,gönderirseniz dünyayı kurtardığınız konusunda size herhangi bir plaket deverilmeyecek ama sualtının inanılmaz çoraklığını her yıl tekrar tekrargören ve bunun hızına inanamayan ben, aynı şey karada da olacak diyorum.Sadece bakın ve takip edin. Pirinç fiyatlarının yükselmesibirilerinin dediği gibi 'çinlilerin artık kaşık kullanması' ile >açıklanabilir mi? Hiç kimse ama hiç kimse sağına soluna bakamayacak açkaldığı zaman.Perhiz yaparken salatanızda bıraktığınız son maydanozyaprağı belki son terk ettiğiniz aşkınız olacak. Okumadan silip atabilir, hiç kimseye göndermeyebilirsiniz bu yazdıklarımı ama sonrakipişmanlık fayda sağlamayacaktır.Ülkem benim için her zaman önemlidir ama dünya da bizimdir. Fikri,hocam Teoman Sarmaşık'a ait olan önemli !!!Çok önemli bir kampanya hiç bir maliyeti yok ve sayılamayacak kadarfaydası var.Evde yediğimiz meyve çekirdeklerini kiraz, kaysı, erik, karpuz, kavunvb...sonbahar aylarında (çimlenmesi için yağmurların başlayacağımevsimlerde) pikniğe, dağa, gezmeye gittiğimiz arazilere toprağa gömüpüzerine de bir miktar su dökersek bunların bir kısmı tutacak vedoğanın dengesinin korunmasında yarar sağlayacaktır.Sebzelerde olduğu gibi, yakında meyvelerde de hibrit tohumlar yaygınlaşınca, çekirdekten ağaç yetişme imkânı ortadan kalkacak. Bunedenle elimizi çabuk tutup ülke sathına ne kadar ekebilirsek o kadaryararlı oluruz.Gönderenin Notu:Buyöntemi yıllardır uyguluyorum..Meyve çekirdeklerini asla çöpe atmam.Ankara' da yürüyüş yaptığım parklara savurduğum çekirdek epeycedir..Parklardan topladığım at kestanelerini bile yolda gördüğüm büyük bahçelereatarım.. 20 gün kadar önce evde çimlenmeye başlayanpatateslerden yemek yaparken, kabuklarını biraz kalınca soyarak bahçede toprağa gömdüm.. Şimdi onlarca patates bitkim var.. :)) Yerlitohumumuzu korumamız son derece önemli.. xxxx kaynaklıtohumların emperyal amaçlı silah olarak kullanılıp kullanılmadığınıbilmiyoruz.. Ne zaman kuyruğumuz (ya da boynuzunuzun) çıkacağı bellideğil...Ülkemizdeki 1980 sonrası iktidarları, Türkiye'mizin tarımını bitirmenoktasına getirmiş, son iki dönemde de geri dönülmez bir yolasokulmuştur.. Bunu artık her geçen gün daha iyi fark edeceksiniz. Çokyırtınmamıza rağmen tohum yasası pkk, türban vs..gibigündemlerle güme getirilerek 'geçirildi'..Bana göre, iktidar kadar, muhalefet de bu ihanete ortaktır..Gelecekte onların hiçbiri halkın yüzüne bakamayacaktır..Bir ingiliz siyasetçinin dediği gibi 'Türkiye artık zokayıyutmuştur..' Çocuklarınıza gıda maddelerini ve sularını israf etmedenkullanmayı öğretin. Az suyla banyo yapmanın yöntemini öğrenin, uygulayın,öğretin.. Bu daha çok 'mutlu' olmanızı ve hayatta kalmanızısağlayabilir..
Telaş etmeden, yıkılmadan benzeri yöntemleri öğrenmek ve üretmek içinçaba gösterin..Çok daha güzel günlere; el ele, hep birlikte ....
Dr.Bülent Bir

PIRLANTA VE KUYUMCU

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip, iri bir nesne verip: "Oğlum" der, "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.
Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar . Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.
İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.
Üçüncü defa bir semerciye gider: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der "benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm."
En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm." Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: "Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim." Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler..
Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır.
Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?"
Öğrenci: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum,
kafam karmakarışık" diye cevap verir.
Bilge hoca çok kısa cevap verir: "Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir." Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır.
Mesele kuyumcuyu bulmaktadır....

4 Mart 2010 Perşembe

FEMİNİSTLER

Feminist Kongre Dünya feministler kongresinde,
Amerikan Delegesi Hanımefendi kürsüye gelmiş:
-'Geçen yılın kararlarını aynen uyguladım.
- Eve gider gitmez kocama:
-Bundan sonra temiz çamaşır istersen ,
kendi çamaşırını kendin yıka. Işte makine orda..' dedim.
- Ilk gün bir şey görmedim.
- Ikinci gün bir şey görmedim.
- Üçüncü gün bir baktım, makinenin başında
sadece kendi çamaşırlarını değil, benimkileri de yıkıyor.'

Alman Delegesi söz almış:
'Ben de kararımız gereğince kocama:
- 'Bundan böyle temiz tabakta yemek istiyorsan kendi bulaşığını kendin yıka' dedim..
- Birinci gün birşey görmedim.
- Ikinci gün bir şey görmedim.
- Üçüncü gün baktım makinenin başında sadece kendininkileri değil,benim bulaşıklarımı da yıkıyor.'
Üçüncü konuşmacı bizden TÜRK , feminist kardeşimiz:
'Türkiye'ye döner dönmez kararımız gereğince kocamla konuştum. Ona dedim ki:
'Bundan böyle yemek yemek istiyorsan, kendin pişirmen gerekecek. Işte mutfak orada..'dedim.
Birinci gün bir şey görmedim.
Ikinci gün birşey görmedim.
Üçüncü gün sol gözüm biraz açılır gibi oldu,hafiften görmeye başladım ....

KELOĞLANIN CAZGIR ANASI VE PADİŞAH

Baki Dökme, 2.1.2010
bakidokme@hotmail.com
www.iyidersler.8m.com
Dedesi torununa şöyle seslendi:
- Bak Aykız’ım, sana bir Keloğlan masalı anlatayım; dinler misin?
- Aykız sevinçle;
- Dinlerim dedeciğim diye cevapladı dedesini.
Öyleyse anlatıyorum kızım:
- Bir varmış, bir yokmuş
Evel zaman içinde, kalbur saman içinde
Develer tellal, pireler berber iken
Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Keloğlan derler birisi yaşarmış o zamanki Türk ülkesinde.
Türk ülkesinde en ünlü üç kişi varmış. Biri ülkenin padişahı, diğeri Keloğlan, üçüncüsü de Keloğlan’ın anasıymış. Keloğlan’ın anası cazgır mı cazgırmış. Keloğlan yanlış iş yaptı mıydı, elindeki sopasıyla Keloğlan’ı yola getirirmiş alimallah… Sopayı göstermesi yetermiş Keloğlan’ı yola getirmeye. Çünkü Keloğlan o sopayı kaba etlerine bir kere yemiş zamanında.. Yiyiş ki, ne yiyiş… Vurduğu yeri yaktırıyormuş sopa..
- Küçük Aykız dedesine gülümseyerek baktı. Dedesi, torununun bir şey soracağını anlamıştı. Söyle kızım dedi, sor.. Aykız ikiletmedi dedesini:
- Dedeciğim cazgır ne demek?
Dede torunundan bu sorunun geleceğini biliyordu. Onun için hiç beklemeden cevap verdi:
- Cazgır diye dediğini yaptıran kişilere derler kızım. Böyleleri sözlerini esirgemezler. Başka anlamları da var, ama onları şimdilik boşverelim… Tamam mı benim güzel kızım?
Biz asıl Keloğlan’ın anasına bakalım.
- Tamam dede
Öyleyse kaldığımız yerden devam edelim:
- Ülkede herkes huzur içerisinde yaşarken, bir gün birkaç bin kişi isyan etmiş Padişaha… Padişahın askerlerini öldürmeğe başlamışlar. Her yerde hırgür çıkarır olmuşlar. Birkaç günde bir ortalığı karıştırıyorlarmış bu isyancılar. Ellerindeki ateşli şişeyi her tarafa atmağa başlamışlar.
Sözün tam burasında Aykız dedesinin sözünü kesti;
- Dedeciğim, Padişahın aslanları da varmış, değil mi?
Dede torununu;
- Evet kızım, aslanları da varmış diye cevapladı.. Sonra torununu gözleriyle okşayarak devam etti:
- İsyancılar o kadar azmışlar ki kızım, Türk ülkesinde rahat huzur bırakmamışlar.
Bu durum Keloğlan’la anasının canını sıkmağa başlamış.
Bir gün anası Keloğlun’ı yanına çağırmış ve sert bir sesle şöyle buyurmuş:
- Git o padişah olacağa söyle, bu işi halletsin. Ülkede kan gövdeyi götürüyor, Padişahımız hâlâ ses çıkarmıyor…Üstelik de isyancıların bazılarını pohpohluyormuş.. Söyle ona; bu isyanı bastıracaksa bastırsın, yoksa ben yapacağımı bilirim!.. Beni sarayına getirttirmesin!..
Seğirt! Tez bildir söylediklerimi Paidşaha!.. Çabuk!!! Çap!...
Keloğlan bu sıkıyı alınca Aykız’ım; başlamış seğirtmeğe, yani koşmağa… Atlamış eşeğine; doğu Padişahın sarayına…
- Var varası, sür süresi; vara vara varmış, Padişah’ın kapısına dayanmış.
İzin istemiş vermemişler… Sonra orada senin gibi güzel bir kız görmüş… İşe bak sen! Onun adı da Aykız değil miymiş?!... Hay Allah!...
Neyse, adının sonradan Aykız olduğunu öğrendiği kız Keloğlan’ı sevivermiş; Keloğlan da onu.. Kız bakmış ki kapıkulları Keloğlan’ı babasının yanına bırakmıyorlar, hemen onlara buyurmuş:
- Bırakın Keloğlan’ı! Onu babama ben götüreceğim, ne istediğin anlatsın!
Bu buyruk üzerine kapıkulları Keloğlan’ı içeriye bırakmışlar.. Kızın adının Aykız olduğunu işte o anda öğrenmiş Keloğlan. Çünkü annesi öteden sesleniyormuş:
-Aykııızzz! Çabuk bu tarafa gel bakayım!... Kim o yanındaki saçı yok oğlan?...
Aykız kıpkırmızı olmuş utancından.. Çünkü annesinden izin almamış kapıya gelirken..
Annesi yanına gelince özür dilemiş… Annesine durumu çabucak anlatmış. Kızın annesi anlamış durumu, kızına öfkelenmekten vazgeçmiş..
Hemen Padişah’ın yanına doğru yol almışlar.
Padişah yanına gelen bu Keloğlanı önce tanıyamamış. Sonra tanıyınca hemen;
- Keloğlan hoş geldin, demiş. Hayırdır, bir şey mi oldu? Diye sormuş…
Meğer Padişah Keloğlan’ı ve anasını önceden tanıyormuş.
Keloğlan hiç bekletmemiş, annesinin dediklerini bir bir Padişah’a saygılı bir şekilde aktarmış Ve eklemiş:
- İşte böyle padişahım… Anam öyle dedi. “Beni oraya getirtmesin, bu isyanı çabuk bastırsın” dedi…
Padişah Keloğlan’ın anasının ne yapacağını kestirmiş hemen. Keloğlanın anneannesi de çok cazgır bir kadınmış… Padişah meğer küçüklüğünde o kadının sopasını bir yemiş ki, ne yiyiş…
- Sonra ne olmuş dedeciğim?..
Aykız’ın uykusu gelmişti anlaşılan.. Bir an önce masalın sonunu dinlemek için sabırsızlanmağa başlamıştı…
Dede torununun durumunu gördüğü için zaten hızlı anlatmağa başlamıştı. Masalın sonunu getirmeğe karar verdi:
- Sonra torunum… Padişah kavuğunun altından kafasını kaşımış… Keloğlan’ın önce anneannesini, sonra anasını gözlerinin önüne getirmiş… Kızı da anası gibiyse eğer, vay başıma geleceklere diye düşünüp; başlamış
“Amanın,, Amanın!..” demeğe…
Hemen başvezirini çağırıp buyruk üstüne buyruklar yağdırmış… Sonunda kesin buyruğu vermiş:
- Üç gün içinde bu isyanı durduracaksın! Durdurmazsan ben ne yapacağımı bilirim!
Diye sıkılamış başvezirini…
Başvezir bakmış ki iş ciddi. İsyan durmazsa başı gövdesinden ayrılacak..Hemen ilgililere buyruk vermiş…
Padişahın aslanları kesin buyruğu alınca, birkaç saat içinde isyanın elebaşlarını yakalayıp getirmişler, Padişahın önünde diz çöktürmüşler…
Derhal mahkeme kurulmuş. Mahkeme elebaşları suçlu bulmuş... O zaman devlete isyan edenlerin cezası ölüm imiş. Hemen üç elebaşı idam edilmiş. Elebaşlarının idam edildiğini gören birkaç eşkıya isyanlarını arttırmışlar. Fakat Padişahın aslanları isyancıların gözyaşına bakmamışlar… Onlara yeniden elebaşılık yapmağa çalışanları da yakalayıp, Padişahın önünde diz çöktürmüş, baş eğdirmişler..
Yine mahkemeler kurulmuş, o elebaşılar da ölümle cezalandırılmışlar…
İsyan eden kalabalık bakmış ki bu işin sonu yok; dağılıp evlerine, köylerine gitmişler; işlerine güçlerine bakmışlar. Onlar da iyi insan olup huzur içinde yaşamağa başlamışlar…
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Gökten üç kırmızı elma düştü..
Padişah bunlardan birini aldı Keloğlan’a, bir diğerini Aykız’ına, üçüncüsünü de şu Aykız’a verelim diyerek sana uzattı…
O elma işte bak şurada, meyve sepetinde… Yıkanmış da üstelik… Sabah uyandığında yersin… Senin yanakların da elma gibi kırmızı, bahtın gökyüzü gibi açık olsun Aykız’ım benim.
Aykız; yarın yiyeceği al almanın hayaliyle mışıl mışıl uyumağa başlamıştı bile…

FÂTİH’İN MAHKEMESİ

Hızır Bey, İstanbul kadısı ve belediye başkanı iken, bir Hıristiyan mîmâr geldi. Fâtih Sultan Mehmet Hân'dan şikâyetçi olduğunu söyledi. Hızır Bey, mîmârı dinledi. Fâtih, bugünkü Ayasofya Câmii’nden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mîmârî husûsiyetlere sâhip bir câmi yaptırmak istemiş ve o mîmâr da bu işe tâlip olmuştu. Ama Müslümanların, Ayasofya'dan daha üstün bir esere sâhip olmalarına gönlü râzı olmamıştı. Mısır'dan bin bir zahmetle getirilmiş olan sütûnların yüksekliklerini kısa tutmuş ve kubbenin yüksekliği de Ayasofya'dan alçak olmuştu. Sultan, sütûnların kasıtlı olarak küçültüldüğünü anlayıp çok hiddetlendi. Muhâkeme edilmeden mîmârın eli kesildi.
Hızır Bey, konuyu araştırdı. Şâhitlerle berâber Pâdişahı da mahkemeye çağırdı. Fâtih, mahkeme salonuna girince, başköşeye oturmak istedi. Kadı, hiç çekinmeden, "Oturma begüm!.. Hasmınla yüzleşmek üzere, mahkeme huzûrunda ayakta dur!" dedi. Sultan derhâl söylenen yere geçti. Mahkemenin Pâdişahı Hızır Bey'di. Onun şahsında, İslâmiyet’in âdil hükümleri karşısında bulunmaktaydı. Kadı: "Sen bu zimmînin elini kestirdin mi?” deyip söze başladı. Mahkeme neticesinde; "Sen, Murat oğlu Mehmet! Mahkeme edilmeden bu zimmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın! Senin elin de onunki gibi kesilecek. Eğer Hıristiyan mîmârı râzı edebilirsen, ölünceye kadar onun ve âilesinin geçimini temin etmek karşılığında elini kesilmekten kurtarabilirsin!" dedi. Herkesle birlikte Pâdişah da tam bir sükûnet içerisinde kararı dinledi. Hıristiyan mîmâr, bu ulvî karar karşısında daha fazla dayanamadı. Ağlayarak Pâdişahın ellerine kapandı. Mîmâr, âilesiyle birlikte Müslüman olmakla şereflendi.
Mahkeme yeri boşaldıktan sonra Kadı Hızır bey ve Sultan Fatih yalnız kalınca Sultan;"Eğer padişahlığımdan korkup haksız bir karar verseydin billahi kılıcımla kelleni kesecektim" der. Hızır bey de kürsünün altında sakladığı topuzu çıkarır;"Hünkarım sizde padişahlığınızdan gururlanıp şeriat mahkemesinin kararını dinlemeseydiniz billahi bu topuzla başınızı ezerdim" der.

KURNAZLIK

Kainatın yaratılmasından sonra yeryüzünde kabiliyetler dağıtılıyormuş. İnsanlar akıl uygun görülmüş ve insanlara dağıtılmaya başlanmış. Fakat akıldan her insan nasibini aldıktan sonra birazı da artmış. Bunu duyan hayvanlar bir meydana toplanmışlar. Çoğu gidip azı kalan akıldan azar azar almışlar; ama aralarında kavga başlamış. Hiçbiri akıl nimetinden faydalanamamış. Sonra bakmışlar yerde başka kabiliyetler de var... Hepsi kendince güzel olan kabiliyetleri almış. Tavuk kanat almış, ama uçma kabiliyetini almayı unutmuş; aslan güçlü ayaklar almış, fakat düşünme kabiliyetini almayı unutmuş, ama sonuçta her hayvan bir kabiliyet almış, yerde en son kurnazlık kalmış.
Kuşlar, kurtlar kendi aralarında kavga ederlerken insan gelmiş, kurnazlığı alıp gitmiş. Tilki insanın ne aldığını merak etmiş, bakmış görmüş ki insanın aldığı kurnazlık... Kurnazlıktan koku kalmış yalnız tilkiye... Kurnazlığın kokusunu da tilki almış.
Kabiliyetlerden kendi paylarına düşenleri alan hayvanla dağılmışlar, balık denize dalmış, birdenbire kurnazlığı hatırlamış, sudan başını çıkarıp bağırmış:
- Ey kuşlar kurnazlığı kim aldı:
- İnsan aldı! diye cevap vermiş kuşlar balığa.
Yine daldırmış başını suya, yüzmeye devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, unutmuş kurnazlığın kimde olduğunu. Sudan çıkarmış yine başını bakmış deniz kenarında hayvanlar topluluğu... Sormuş:
- Ey hayvanlar kurnazlığı kim aldı?
- Kim olacak, . insan aldı. demiş hayvanlardan birisi.
Balık da bu cevaba karşılık:
- Çok iyi, çok güzel! Şimdi ne siz bizi ne de biz sizi kıskanacağız!!!
Tilki balığın sözlerine içerledi. Yapmacıktan güldü ve:
- Bunun neresi iyi? İnsanoğlu ne sizi suda, ne de bizi karada rahat bırakacak!
Balık ve diğer hayvanlar bu sözler karşısında donakalmış. Duyduk ki o günlerde balığın suda konuştuğu, hayvanların düşmanlıkları unutup buluştuğu o sahile insanoğlu uğramış ve sudan balığı karadan diğer hayvanları yakalamış, ama tilki o gün insandan kurtulmasını başarmış. O gün bu gündür tilki hep hayvanlar içinde en kurnaz olarak bilinir.

IMF UZMANI

Çobanın biri dere kenarında koyunlarını otlatıyormuş. Tam o anda, yanına bir Cherokee Jeep yanaşmış. Brioni gömlek, Prada ayakkabılar giyen, Ray-Ban gözlüklü ve Stefano Ricci kravatlı bir sürücü, aşağıya inip, çobana sormuş.

— Kaç tane koyunun olduğunu bilirsem, bana onlardan bir tanesini verir misin?

Çoban, bir adama bir de koyunlarına bakmış; "Tamam" diye cevap vermiş.

Genç adam arabasını park etmiş. Telefonunu bilgisayarına bağlayıp, bir NASA sitesine girmiş, GPS'ini kullanarak yeri taramış, bir database ve logaritma ile doldurulmuş 60 excel tablosunu açmış ve 150 sayfalık bir rapor basmış.

Ardından, çobana dönerek;

"Tam 983 adet koyunun var" demiş.

Çoban da "Doğru" diye cevap vermiş, "Koyununu alabilirsin".

Genç adam koyunu almış ve jeep'inin arkasına koymuş.

Bu kez çoban genç adama dönüp;

"Peki... Senin nerede ve ne iş yaptığını bilirsem, koyunumu geri verir misin?" diye sormuş.

Adam da "Evet neden olmasın" diye yanıtlamış. Bunun üzerine çoban;

"Sen IMF uzmanısın" demiş.

Adam hayretle sormuş; "Nasıl oldu da bildin?"

Çoban "Çok basit" diye cevap vermiş.

"Buraya çağrılmadan geldin, bu bir.

İkincisi benim bildiğim bir şeyi bana söylemek için benden bir koyunumu istedin.

Üçüncüsüne gelince, bir ...tan anlamıyorsun çünkü köpeğimi aldın....

SEYİS DERSİ

Bir profesör konferans vermek üzere salona girmiş. Ama bakmış ki salon, ön sırada oturan seyis dışında boşmuş. Konuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen Profesör sonunda seyise sormuş:
- Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mıyım, yoksa konuşmamalı mıyım? Seyis cevap vermiş:
- Hocam ben basit bir insanım, bu konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim. Bu sözlere hak veren Profesör konferansa başlamış. İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş, konferanstan sonra da kendini mutlu hissetmiş, dinleyicisinin de konferansın çok iyi olduğunu onaylanmasını isteyerek sormuş:
- Konuşmamı nasıl buldun?
Seyis cevap vermiş:
- Hocam sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelir, biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip de hayvanı çatlatmazdım.

"Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşıdakinin anladığı kadardır."

TUZ

Gecenlerde bir supermarkette alisveris yaparken cok yasli bir kadin eline bir tuz paketi almis gorevliye soruyor: ''Yavrum bunun uzerinde kaya tuzu mu, gol tuzu mu..... v.s. yazmiyor. Ben kaya tuzundan imal edilenini almak istiyorum.''.

Önce kadincagizin yaptigini bir yaslilik davranisi zannettim.
İnceledim, sordum sorusturdum, meger kadincagiz hakliymis. Simdi ben de uzerinde kaya tuzu yazanlari satin almaya calisiyorum.

Hatirlarsiniz buna benzer bir ileti de seker için dolasmisti.

Meğerse ülkemizde şeker, pancardan imal edildiği gibi genleriyle oynanmış
mısırdan da imal ediliyormuş (bunun arkasında da maalesef bizim prenslerimiz varmış). Simdi ben, paketin üzerinde ''yüzde yüz pancar sekerinden imal edilmiştir'' yazısını görmezsem satın almıyorum.

Artık tuz yemeyin yedirmeyin ! Nedenine gelince aşağıdaki yazıyı
okuyun. Neden yememeniz gerektiğini anlayacaksınız:

Aşağıdaki bilgiler maalesef doğru...

TUZ GÖLÜ

Sonra; Türkiye neden kanserden kırılıyor..' diye soruyoruz...! ?

Tuz Golü, Van Gölü'nden sonra ülkemizdeki ikinci büyük golüdür... Uzunluğu
80 km olan Tuz Gölü'nün genişliği 48 kilometreyi bulur.... Geniş bir alanı
kapsamasına karşılık çok sığ bir göldür... Dünyanın en tuzlu gollerinden
biridir... Litresinde 329 gram gibi çok yüksek oranda tuz ihtiva
etmektedir.. . Gölün bu özelliğini değerlendirerek tuz elde etmek amacıyla
kıyılarında çok sayıda tuzla kurulmuştur.. . Bu tuzlalardan elde edilen tuz
Türkiye'nin gereksinimi olan tuzun büyük bölümünü karşılamaktadır. ..

Türkiye'nin oldukça kurak bir yerinde yer alması nedeni ile bu sığ
bölgelerde çok yoğun bir şekilde buharlaşma görülür... Doğu kısmındaki
körfez dışında tümüyle kuruyan Gölün tabanında, kalınlığı yer yer 30 cm.'yi
bulan mevsimlik bir tuz katmanı oluşmaktadır.. . Tuz Gölü'nün en derin yeri
sadece 2 m.'dir. Öteki kesimlerin derinliği sadece santimetrelerle
ölçülebilmektedir.

Göle dökülen en önemli akarsular? Peçeneközu Deresi' ile Melendiz Çayı'dır.
Coğrafya bilgileri aynen böyle diyor. Coğrafya bilgilerine girmemiş aci
gerçek ise şudur:

Tuz Gölüne dökülen en büyük akarsu Konya'nın şehir kanalizasyonudur. ..
Çumra yönüne verilen kanalizasyon bu doğrultu üzerinden maalesef herhangi
bir arıtmaya tabi tutulmadan doğrudan Tuz Gölü'ne akıtılmaktadır. ..

Bir milyonu gecen şehir nüfusunun sanayi artıklarını da taşıyan şehir
kanalizasyonu bizlere iyotlu ya da iyotsuz tuz olarak geri dönmektedir.. .

Bu faciaya dur demek ve tuzun kokmasına fırsat vermemek için her sorumlu
vatandaşın üzerine düşen görevi yerine getirmesi gerektiği inancı ile bu
mesajı ulaşabileceğimiz her kişiye gönderelim ve ilgilileri göreve davet
edelim.... Yoksa hepimizin yemeğinde Konyalıların katkısı olmaya devam
edecek.'

Yrd. Doc... Dr.. MUSTAFA DURAN

PAMUKKALE UNIVERSITESİ FEN-EDEBIYAT FAK. BIYOLOJI BOL. 20017 DENIZLI

TEL: +90 258 2134030-1178

CEP: 05334361297

FAX: +90 258 2125546

28 Ocak 2010 Perşembe

Batının İslami Kimlik Tanımlama Çalışmalarındaki Psikolojik Taktiği

Dünya genelinde gelişen son psikolojik harekat, Müslümanları daha anlayışlı ve mücadeleden caydırıcı nitelikte olup, bir takım kişiler etrafında geliştirilip, o kişilerce empoze edilen fikre inandırmaktadır. Bu kişiler empoze edilen fikir çerçevesinde sahte bir kişilik olarakta ortaya çıkabilmektedir. Veya psikolojik harekat çerçevesinde empoze edilmek istenen fikre yakın kişiler ve fikirler kullanılmaktadır. Yine inandırılmak istenen fikir, başka fikirler bu fikre göre şekillendirilmek suretiyle de kullanılabilmektedir..

İlk psikolojik harekat 17. yy Papa XV. Greguar tarafından Alman Luther’in kurduğu Protestanlık mezhebine karşı yapılmıştı. Vatikan’ın gelişen eleştirisel bu mezhebe karşı kurumunun yıkılmaması ve kurumunun gücünü yitirmemesi için.

Bazı fikirler etrafında kurulu bir takım güç merkezlerinin de güçlerini yitirmemesi için bu savaş devam ettirilir. Ancak kim bunun farkında.

Örneğin Filistin meselesi ile sürekli vurulan İslam buradaki psikolojik harekatın farkında mı? Ya da sürekli kendi fikrileri etrafında mücadele ettiklerine inandıkları kişilerinde dolaylı veya dolaysız yollarla bu psikolojik harekata dahil edildiğinin. İsrail Gazzeyi bombaladığında, hepiniz bön bön baktınız öyle değil mi? İşte onlarda ben orayı bombalarım Siz Hiçbir Şey Yapamazsınız mesajını vermek, bu mesaj altında SİZ GÜÇSÜZSÜNÜZ FİKRİNİ TELKİN etmek istemişlerdir (İsrail'in "Fosfor bombalarının atılması neticesinde bin 400'e yakın insan; çocuk, kadın, burada hayatını kaybetti. 5 binin üzerinde insan yaralandı ve Gazze'nin altyapısı yerle bir edildi. BM'nin Gazze'deki binaları dahi bu yıkımdan kurtulamadı..) Şimdi her bomba yağdırdığında Biz Güçsüzüz Telkininin Şuur Altınıza Yer etmesi sebebiyle, sizden herhangi bir müdahale görmemeyi GARANTİLEDİĞİ için, diğer bir seferde bombalamak istediğinde bunu kolaylıkla yapabilecektir. Filistin’in Sorun Olması Gerekmektedir. Sorun olmalıdır çünki Filistin Dünya Müslümanlarının Kontrol edildiği bir merkezdir. İsrail istese, kimseye aldırış etmeden Filistin’i İşgal eder ( Kral Davut Katliamı (22 Temmuz 1946), Deir Yasin Katliamı(9 Nisan 1948), Lida Katliamı (9-18 Temmuz 1948), Safsaf Köyü Katliamı(29 Ekim 1948), Davayima Köyü Katliamı (29 Ekim 1948), Kibya Köyü Katliamı(12 Ekim 1953), Kufr Kasem Katliamı (29 Ekim 1956), Samu Katliamı (Kasım 1956), Ürdün Katliamları (15 Şubat, 4 Haziran 1968), Abu Za’abel Katliamı (12 Şubat 1970), Sha’a Katliamı (8 Nisan 1970), Suriye Katliamı (8 Eylül 1972), Libya Katliamı (19 Şubat 1973), Beyrut Katliamı (20 Temmuz 1981), Sabra ve Şatilla Katliamları (15-16 Eylül 1982), Kudüs Katliamı (8 Ekim 1990), Hz. İbrahim Camii Katliamı (25 Şubat 1994), Kana Katliamı (18 Nisan 1996), Cenin Katliamı (3-15 Nisan 2002), Nuseyrat Katliamı ( Mart 2004) ) ve bunu kolaylıkla da yapar. Bu bir gerçek. Eğer gerçek olmasaydı herkesin gözünün içine bakarak orayı bombalayamazdı. Konulan Ambargonun anlamı SİZLER ÇARESİZSİNİZ, SİZLER HİÇBİRŞEY BAŞARAMAZSINIZ ‘dır. Bir kaçtane LOLİPOP şekeri dahi oraya sokmaya çalışmanızı bu sebeple kabul etmezler. Mesaj hiçbir şekilde mesele LOLİPOP şeker götürmek olsa dahi yön değiştirmemelidir. Bu hususta çıkartılan zorluklar bile Müslüman’a Cihad’a çıkmış hissi vermekle beraber, ASIL CİHAD’ı engellemek gayesi güder. Katil İsrail Filistinden Defol sloganı veya Katliamlar durdurulmalıdır gibi siyasi söylemlerin dışında, İsrail Müslüman Milletin herhangi bir eylemde bulunmayacağından emindir.

Şu an kullanılan diğer bir psikolojik harekatta muhalif düşünceleri kullanma yöntemi. Genelde muhalif düşüncelerin tümü İslamı yıpratma dejenere etme mahiyetinde destek görür. Zaman içinde muhalif düşünce İslami olsa bile tamamiyle İslami veya muhalif olmaktan çıkar, İslamın dejenerasyonunu sağlamaya başlar. İşte bu noktada İslamı İslamla vurmaya başlarlar. Bugün yoğun olarak bu düşünce etrafında gelişen İslamın en çok zarar gördüğü psikolojik harekat şekli budur.

Kendi tarihimizden örnek verecek olursak, görürüz ki Osmanlı bu harekatların sonuçları neticesinde yıkılmıştır. İngiltere’nin bugün hala devam ettirdiği psikolojik harekatın, asli görevi İslamı tam anlamıyla yeryüzünden kaldırmaktır. İngilizlerin, padişah karşıtlarına vermiş olduğu destek (1800 yıllarda Fransanın desteklediği oluşumu ,1899 yılından sonra İngiltere, çeşitli yollardan yurt dışında kalan İttihat ve Terakki muhalefetini desteklemeye başladı.) Osmanlının iç işlerini daha sonra dış işlerini yönlendirmelerine sebep olmuştu(Mithat ve Hüseyin Avni Paşalar 30 Mayıs1876'da askeri bir darbe ile Sultan Abdülaziz'i tahttan indirerek yerine V. Murad'ı oturtmuşlardı. Ancak onun da sağlık problemlerinden dolayı tahtta kalması sakıncalı görülmüş ve II. Abdülhamid, Kanun–ı Esasi'yi ilan etmek şartıyla tahta çıkmıştı. Bir ferman anayasası olarak nitelendirilen Kanun–ı Esasi, meşruti idare öngörmekle beraber padişahın yetki ve idaresi anayasa hükmü kazanmıştı. Ancak 14 Şubat1878 tarihinde II. Abdülhamid, Kanun–ı Esasi’nin ilgili maddesi gereğince Osmanlı – Rus Savaşı’nı da gerekçe göstererek mebusanları dağıttı ve I.Meşrutiyet devri sona erdi. 1878 yılında Meclis–i Umumi'nin kapatılmasıyla Osmanlı Devleti’nde II.Abdülhamid'in yönetimi eline aldığı istibdad dönemi başladı. 1908 yılına kadar sürecek bu dönemde II.Abdülhamid iktidarı elinde bulundurmayı başarmış olsa da kendisine karşı olan oluşumlara engel olamadı. İşte bu oluşumların başında da İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türkler geliyordu..) Padişah karşıtlarının İngilizlerden aldıkları güç ile, iktidara gelmeleri, iktidara gelme aşamasında halk desteği de görmüş, bu destekler etrafında yerel yönetimlerin haksız tutumlarından bulanan halk kullanılmıştı (Abdülhamit rejimine muhalefet eden herkesi, ki buna Ermeniler ve Rumlar da dahil olmuştu, ulusçu eğilimleri ön plana çıkan bir grup oluşturmuşlardı. Önce sadece Türkler, daha sonra Türkler arasında sadece İttihatçılar için kullanılır bir terim oldu. II. Meşrutiyet için çaba gösterenler anlaşılmaktadır. İlk devrimci kuşak ise Türkiye’de daha çok Yeni Osmanlılar diye tanınmaktadır. Osmanlı Devleti’ndeki muhalif güçlerin birleşmesinden oluşan bu grubun hedeflerinin başında süregelen rejimin değişmesi yatıyordu. Bu zümre eğitimli kesimden oluşuyordu. 1892 yılında Abdülhamit cemiyetin varlığından haberdar olmuştu. Okul kumandanı Ali Saip Paşa görevinden alınmış, bu komployu önlemekle görevlendirilen askeri okullar müdürü Zeki Paşa iş başına getirilmişti. Birçok öğrenci sorguya çekilmiş, aralarında Abdullah Cevdet, Giritli Şefik ve Şerafettin Mağmumi'nin de bulunduğu bir kaçı tevkif edilmiş ve nihayet bu olayları protesto eden on dört öğrenci daha tutuklanmıştı.. Ahmet Rıza Bey, Auguste Comte pozitivizmi ile Namık Kemal'in ütopik “Osmanlı Milliyetçiliğini” birleştirmişti. Cemiyetin Paris başkanı oydu. Sıra cemiyetin yayın organını çıkarmaya gelmişti. İstanbul'daki merkezi örgüt, gazetenin adının İttihadı İslam olmasını istiyordu. Ahmet Rıza ise gazetenin sadece Müslümanların değil, Yahudi, Rum, Ermeni yani tüm Osmanlı'nın çıkarlarını gözeteceğinden, adının İttihat ve Terakki olmasında ısrar ediyordu. Doktor Nazım ise orta yolu buldu ; gazetenin adı Meşveret oldu ve ayda iki defa altı sayfa olarak çıkacak olan gazete 1 Aralık1895'te yayın hayatına başladı. İttihat ve Terakki'nin planları arasında, bazı yüksek düzeydeki kişilerin işbirliğinin sağlandığı belirtilerek, batıya güven verilmekteydi.) İç işlerinde meydana gelen karışıkların, halkın amacının dışında sonuçlar getirmesi, halk desteğini ortadan kaldırırken, muhalifler tasviye edilerek (Osmanlıda ilk suikastler bu dönemde olmuş) iktidar elegeçirilmiş, ve bir sonraki iktadarda hesapların şaşmasından ötürü tasviye edilerek, tasviyeler şeklinde günümüze kadar gelmişti(Çok geçmeden İttihat ve Terakki'ye karşı olan muhalefet sertleşti, bunda İttihat ve Terakki'nin sert siyasetinin de rolü vardı. Ayrıca ittihatçılar Meşrutiyet'e ve vatana ihanet ettiğini düşündüğü siyasal kişiliklere karşı açıktan açığa siyasal tedhiş yöntemleri uygulamaktan da kaçınmıyordu. İttihat ve Terakki'nin egemenliği altında Mebusan'ın Kamil Paşa hükümetini düşürmesinden sonra kurulan Hilmi Paşa hükümeti sırasında da cemiyetle hükümet arasındaki çalkantılar azalacağına daha da arttı. Gerçektende 31 Mart Ayaklanması'na doğru siyasal çatışmanın serleştiği ve arttığı görülmektedir. 31 Mart ( yeni takvimle, 13 Nisan1909 ) olayı asker – softa bağlaşması aracılığıyla, muhalefetin yaptığı sonuçsuz kalmış bir hükümet darbesidir. İrticai bir faaliyet olarak görülen bu faaliyette, Almanya ve İngiltere’nin parmağı olduğu görüşü ortaya çıkmıştı. 31 Mart Olayı Ahrar Fırkası’nın da sonunu getirdi. Hatta 31 Mart Olayı'nda Prens Sabahattin Bey'in de kışkırtması olduğu iddiası ile tutuklanmış ise de sonra serbest bırakılmıştır. )İlk muhalifler ile sonraki muhalifler aynı kaynaktan yani İngiltere’den beslendiği halde birbirleri ile çarpışmaya kadar gidebilmişlerdir. (Çerkez Ethemin, M.Kemale İsyanı gibi)- Doğan Avcıoğlu Milli Kurtuluş Tarihi’nde (Cilt 2, sayfa 576) olayı Ethem’in İngilizlere yaranma çabası olarak niteler. “Çerkezler ile Müslümanların en içten koruyucusu olan Büyük Britanya’ya manevi bağlılık ve saygı duygularını göstermeyi başaramayan Ethem Bey, İngilizlerin tutukladıkları valinin oğlunu kaçırarak İngilizlere saygı göstermektedir.- 1920 yılı sonlarına doğru Çerkez Ethem ve emrindeki 1. Seyyar Kuvvetler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne karşı 29 Aralık 1920’de isyan etti. Kılıç Ali ise, Mustafa Kemal, Ethem’in kendisini istirkap ettiğinin, öldürmek istediğinin de farkında idi. Diyor)Burada aynı merkez bir tarafı kendi içinde muhalifleştirirken diğer tarafıda kendi çıkarları etrafında kullanmaya devam etmiştir. Yani iktidarda da muhalefette de var olan gücü kendi çıkarlarına hizmet ettirebilmiştir. İngilizlerin desteğinden habersiz bu VATAN HÜRRİYET aşıklarının sloganlarına aldanan bazı kimselerin, başkaldırdıkları Saltanat’la aynı dini duygu ve hassasiyetlere sahip olmaları bile, ne Saltanatın, içinde bulundukları gruptan ötürü bunları cezalandırmasını engelleyebilmiş nede o grup içinde hareket edenlerin gerçekten aldanmış olduklarının önüne geçebilmiştir. Buradaki ince oyun iki Dindar kesimi karşı karşıya getirirken, asıl muhalifleri iki kesimide ezip iktidarlaşmaya götürmüştür. (Said Nursi, 31 Mart İsyanı sonrasında tutuklandı, yargılandı suçsuz bulunarak serbest bırakıldı. Sultan II. Abdülhamit'e karşı çıktı, Selanik'ye İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri ile görüştü. Milli Mücadele'ye destek verdi, Ankara'ya giderek Mustafa Kemal Paşa ile görüştü.) İngilterenin egemenliği ve desteği altındaki bu muhalif güç, 1. Dünya Savaşında ise muazzam işlere imza atmıştır(Toktamış Ateş de Siyasal Tarih isimli geniş kapsamlı kitabında, bu konuya değinmektedir: "Babıali, Birinci Dünya Savaşı öncesi gelişmelerin ve kendini bekleyen tehlikelerin farkındaydı. Ve Abdülhamid'in başlattığı 'denge politikası'ni İttihatçılar da sürdürüyorlardı. Avrupa'da savaş patlak verince, Babıali Londra'ya başvurmuş ve Boğazlar ve toprak bütünlüğü konusunda güvence verilirse, Almanya ile yapmış olduğu anlaşmaya rağmen, savaşa girmeyebileceğini bildirmişti. Ancak İngiltere bu öneriye ilgi duymadı. Zira, Rusya ile yaptığı gizli anlaşmalarla, Osmanlı topraklarının paylaşımını çoktan yapmıştı. Kısaca belirtmek gerekirse, Osmanlı savaşa girmese bile, eğer savaşı İngiltere-Rusya-Fransa kazansaydı, imparatorluk parçalanacaktı. Bu koşullar altında savaşa Almanya'nın yanında girmekten başka çare yoktu." [Sayfa 412]Tuğgeneral Ziya Yergök de, hatıralarında şöyle demektedir: "Boğazlar bizde idi. İngiliz ve Fransızlar İstanbul'u Ruslara verme sözü vermişti. Bunun için bizi ittifaklarına almıyor, isteklerimizi kabul etmiyorlardı. Açıkça anlaşılıyor ki, harbe girmesek bile İstanbul elden gidecek, ülkemiz parçalanacaktı. Artık doğal olarak Almanların tarafına geçmemiz gerekiyordu. Denize düşenin yılana sarılması gibi..." Sayfa 22, Enver Paşa'nın yaptığı şu konuşma, Birinci Dünya Savaşı'na niçin girdiğimizin en açık göstergesidir: "Bizi doğrudan doğruya boğazlamak isteyen Çarlık Rusyası ve İngilizlere karşı, yalnız hayatımızı bağışlamaya razı olan Almanlarla yan yana harp ettik.") . Muhalif gücün Saltanata hucumları, Halifeyi Tahtan İndirmeleri etrafında bir İslami söylem politikası geliştiren İngiltere, 1.Dünya savaşında kendisinin desteklediği muhalif gücü kendi sömürgesindeki diğer Müslümanlara Halifeye savaş açan ve Almanlarla işbirliği yapan hilafeti yıkmak isteyen taraf olarak göstermiştir. Halifeyi bu muhalif gücün tehlikesinden kurtarmak için savaşmaları gerektiğine inandırmıştır(İngilizler I. Dünya Harbinde Müslüman ülkeler halkını propaganda bombardımanına tutarak onları kandırmışlardı. Çanakkale Muharebeleri’nde savaşmak üzere sömürgelerden getirdikleri Müslüman askerler Almanlarla savaşmaya geldiklerini sanıyorlardı. Propagandaya göre Almanlar Osmanlı Müslüman halifesini esir almışlardı ve Hintli askerlerde halifeyi kurtaracaklardı. İngilizler bunun dinî bir borç olduğunu telkin etmişler ve inandırmışlardı. Yrd. Doç. Dr. Hamit Pehlivanlı ). Diğer taraftan, kendi desteğine sahip muhalif gücün ricasına rağmen, bu gücü itilaf devletlerine dahil etmemiş, mahsus kasıtlı bir şekilde Almanya tarafında göstermiştir. Kısacası Almanya ve İttihat adı altında geliştirdiği psikolojik harekatla, hem muhalefettekileri hemde Müslümanları (“... yabancı hatırı ve menfaati için harb-i din etmek istiyorsunuz. Bu muharebe mukaddes yani cihat değildir. Teessüf olunur ki İslâm karındaşlar birbirini Alman İmparatoru’nun uğruna. Almanya İmparatoru memnun olsun diye İslâm’ın İslâm’ı kesmesi nasıl tecviz edilebilir.’ deniliyordu Yrd. Doç. Dr. Hamit Pehlivanlı ) kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmiştir. Nihayetinde savaş sonrasında, savaş öncesi bir takım gizli antlaşmaların neticesinde VATAN Hürriyet aşıklarının payıda kendilerine verilmek süretiyle İslam alemi tam anlamıyla geleceğinden yoksun bırakılarak, bir daha ebediyete kadar toparlanamamak gayesiyle yok edilmiştir.

İngiltere bugün hale güdümündeki Müslümanları kullanmak ve yönlendirmektedir. Şu an Dünya üzerindeki tüm İslami Hareketlerin Planları 18.yy İngiltere’de belirlenen İslami Anlayış Şekline Göre Düzenlenmiştir. (19. asırdan beri bu iki dünya görüşünü uzlaştırma ve bu iki tip insanı anlaştırma çabaları hep sonuçsuz kalmıştır. Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh'la başlayan, İslam dininin nass'larını yeniden yorumlama akımı, günümüzde de devam etmektedir. Buna örnek olarak Yaşar Nuri Öztürk ile bazı ilahiyat profesörlerini gösterebiliriz. Yeniden yorumlama eyleminde egemen olan yöntem, Batı'da halen mevcut olan ve ortaya çıkacak olan kavram ve pratikleri esas alıp bunlara, İslam'ın nass'larında meşruiyet bulmaktır. )Bunun ilk çalışmaları Medeniyetler İttifakı Olarak İsimlendirilmiş, bugünkü İslami Hareket Düşüncesinin liderleri o günkü toplantıda belirlenen anlayışların savunucularının İslami Hareket Tanımlamasına verdikleri anlamdan etkilenmişlerdir. Bu yanlış tanımlama çerçevesinde gelişen tüm olaylar (Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin AB'ye alınmasını bir 'asimilasyon' olarak nitelerken, Türkiye Başbakanı bunu 'entegrasyon' olarak ifade etmiştir.), bu tanımlama içerisinde yapılan tüm eylemler o grupların veya derneklerin ötesine gidememekte, Dünya gelenine yayılabilecek bir yapıya bürünememekte olduğu gibi, hakiki manada Gerçek İslami Mücadelenin Önünü de tıkamaktadır. Çünkü tanımlama('Batı karşıtsız İslami bir kimlik modeliyle', modernleşme) İslami Ölçüler içerisinde değil, İngiltere çıkarlarına göre yapılmış bir tanımlamadır.
İngiltere’de görev yapan (İngiltere’de Din Devletten hem destek görür hem de parasal yardım-İmamlar devletten maaş alır) 136 İmam’ (136 imamdan birisi ve şu anda İngiltere’ye gelen imamların denetlenmesi içi çalışan bir kurumun başında ) dan biri olan Masud Ahmada İngilteredeki Camilerin İmamlarının bazılarının Cami dolaplarında bomba bulundurduğunu, ve cemaattekilerden de ele geçirdiklerini İntihar Eylemcisine dönüştürebildiklerini söylüyor. Aynı zamanda İngiltere’nin İslama bakış açısının büyük bir hoşgörü içerisinde olduğunu lanse ederek, Müslümanların kendi ülkelerinden daha çok İngiltere gibi bir ülkede daha özgür, hak ve hürriyetler içerisinde yaşadığının siyasetini (Lordlar kamarasındaki 3 müslümandan birisi olan Baroness udin benim vatanım İngiltere burası, bangladeş değil diyor. Bu ülkede müslümanlar olarak her türlü düşünce özgürlüğüne sahip olduklarını kendi ülkelerinden bin kat daha rahat yaşadıklarını anlatıyor.) yapıyor. Geçmiş siyasetinde 1.Dünya Savaşında kullanmış olduğu söylemde ( “Ey bizim gazi ve sevgili Türk kardeşlerimiz! Mısır ve Hindistan’daki İslâm kardeşlerinizin sözünü ve sesini işitiniz.Mısır’da İngiltere’nin taht-ı idaresinde bulunan Müslümanlarla rahat ve saadettedirler...) buydu. Böylelikle yayılmacı politikasını Kendi Vatanları Uğruna savaşmaya gerek duymayacak nesiller ile idame edebilmek. Bunun için onların ülkelerini yerle bir edip onlar için yaşanmaz kılmak, kendilerine sığınanlara ise rahat baskısız özgür ortam aldatmacası içinde Yeni Bir İslami Yapı, Bünye, Düşünce Tarzı ortaya koymak. Hristiyanlar veya Hristiyanlık Dostlarımızdır gibi. Batı yaşam ve ahlak tarzının İslami yaşam ve ahlak tarzı olabileceği gibi.

Bu düşünce Tarzının gelişmesi için, geliştirilen diğer psikolojik taktikte, bizden olanlarla veya bizden gibi görünenlerle bizleri psikolojik çerçevede etkisiz veya yönlendirilebilir kılmak. Ya varolan ile yada varolmak isteyeni kendi elleri ile oluşturarak geliştirdikleri hareketleri çıkarlarına hizmet ettirmek. Geçmişte bunu İngiltere, Thomas Edvard Lawrence ile gerçekleştirmişti (“Büyük Arabistan” hayali nasıl, Mekke şerifini büyülemişse; “Arzı Mev’ut” hayali de İsrail oğullarına diz çöktürmüştü. İşte; kadınıyla erkeğiyle, çoluğuyla, çocuğuyla muazzam bir gizli ordu. Diyordu. O, yıllarca Hind’i, Çin’i, Afgan’ı birbirlerine kattı. Afganistan kıralı Emanullah Han’ ın tahttan indirilmesiyle biten büyük isyan tamamen Thomas Edward Lawrence’in eseriydi.). Şeyh kıyafetiyle bol paralar sarf ederek, Müslüman kılığına girerek, saf Müslümanları ve Arapları Osmanlı aleyhine kışkırtmış, “ Din iman elden gidiyor, sizin en büyük düşmanınız Türklerdir ” diyerek, bir Müslüman kitleyi kullanmış kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmiştir. Yeni versiyonlar ise öteden beri içlerine yerleştirilmiş ve zamanı gelince liderlik makamında görebildiğimiz ama o an tespit edemediğimiz kendi adamlarıdır. Bunlar bizdendir fikri ile her sözünü emir telaki ettiğimiz kişilerdir ki, kim onlardandır kim değildir anlayabilmek için bunların bütününe işaret eden parçalarına bakmak yeterlidir. Çoğu İktidarlarla uyumlu hareket eder, veya kendilerinin benzeri olmayan fikirdekileri destekler. Bir çoğuda yaptırıma tabi olur. Anlıktır varlıkları (Aczmendi Tarikatı). Tarikat ve Cemaatteki yapılanmaları bu çerçeve içerisinde hapsedilmiş Müslümanlara hem kolay ulaşmak hemde empoze edilen psikoloji ile yön verebilmek adınadır. Hepsinin fikri ve mücadele şekli farklı olup birbirlerini hazmetmezler ve birbirlerini de kolaylıkla tekfir ederler. Aynı Allah’a ve Peygambere ve aynı amel şekillerine sahip oldukları halde anlaşamadıkları nedir anlaşılmamıştır. Veya varlık sebepleri neye hizmet içindir. Bunlar hala düşünülmüş ve sonuca bağlanmamış beklide ifade edilmekten çekilinen psikolojik harekatların İslam Ümmetini Kullanma yöntemleridir.

1895-1900) İngiltere’nin Hindistan Müstemleke Nazırı Matbuatta intişar eden bir makalesinde, müslümanların elinde Kur’an bulundukça İngiltere’nin İslâmlara tamamıyla hâkim olamayacağını tam hakimiyetin tesisi için Kur’an’ın sûkut ettirilmesi icab ettiğini yazmak suretiyle, hükümetinin İslamiyet hakkındaki gizli siyasetini açığa koymuştu. İngiltere hükümeti, İslamlar hakkında iki türlü hatt-ı hareket takip etmektedir.
Birisi:
O zamanın İslamların önderliğini yapan Türklere karşı olup, Türkiye’de gizli bir ifsad komitesi kurarak Türkleri İslamiyet’ten uzaklaştırmaya ve Kur’an-ı Türkiye’de sûkut ettirmeye çalışmakta idiler.
Diğeri de:
Türkiye’den başka memleketlerdeki müslümanlara tatbik edilen siyaset idi ki, bu siyasete göre de din hususunda müslümanlara geniş müsamaha gösteriyorlar ve onları okşuyorlardı. Türkiye’deki faaliyetlerinden, Türkleri İslamiyet’ten uzaklaştırmak ve bu gayede muvaffak oldukları takdirde Türkleri diğer müslümanların gözünden düşürerek Türklerin önderliğini bertaraf etmek amacını güdüyorlardı.

“Büyük Doğu'nun yirmidokuzuncu sayısında; "Lozan'ın İç yüzü" diye yazılan makaleden:
İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en manidar sözünü söyledi. Dedi ki:
"Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz."

Lozan'da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıdları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hristiyan emellerinin Türkiye'yi mazisindeki ruh ve mukaddesatı kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:

"Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden (yani an'ane-i İslâmiyet'ten) kurtulmak hususunda besledikleri (yani İsmet'in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir."

Nihaî Vesika
Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası'nda "Türkler'in istiklalini ne için tanıdınız?" diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon'un verdiği cevab:

"İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz."

-- Nazlı Güral'a teşekkürler--