16 Ocak 2014 Perşembe

Cennet Ucuzken...

Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. 
Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu. Öğretmeni, onun bu hâlini fark etti: 
- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin? 
Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:
- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim. 
- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım? 
- Ahmet arkadaşımız var ya... 
- Evet, ne olmuş Ahmet'e? 
- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor. 
- Ee? 
- Ona yardım etmek istiyorum. Ama benim yardım ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?
Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardım etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu. Nurhan Öğretmen: 
- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum? 
- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum. 
- Nerede çalışıyorsun? 
- Simit satıyorum. 
Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi. Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu. Nurhan Öğretmen, Ali'ye döndü: 
- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu. 
- Çok zengin bir işadamı... 
- Niçin? 
- İnsanlara daha çok yardım etmek için... 
- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak şimdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pekiyi değil; bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme; çok zengin olduğun zaman insanlara yardım edersin. Olmaz mı? 
- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım. 
- Neden olmaz? 
- Üç sebepten dolayı olmaz. Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor. İkincisi: "Ağaç yaş iken eğilir." deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar. 
Nurhan Öğretmen, karşısında büyük biri varmış gibi dinliyordu: 
- Bu sonuncusunu pek iyi anlayamadım, dedi. Biraz açıklar mısın? 
- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre Cennet'in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha kârlı bir yatırım olur mu? 
Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını "Evet" anlamında sallarken masanın üzerindeki paraları bir bir topladı..

Bu Yuvadaki Sanata Bakınız!

KARINCA YUVASI

Her Canlının Bir Görevi ve Özelliği Var!



Allah her hayvanı bir sudan yarattı. Öyle iken kimi karnı üzerinde yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah, dilediğini yaratır. Şüphesiz ki Allah, her şeye gücü yetendir.Nur / 45. Ayet

DİL KÜLTÜRDÜR: KELİMEDİR, YAPIDIR, MUSİKİDİR

Prof. Dr. İskender Öksüz
Bu sayıda dil yazıları yazacağız1. Ama biz dil deyince kelime anlıyoruz. O yüzden belki bir asırdır, belki de daha fazla, dil değil de kelime yazısı yazıyoruz. 
Rahmetli Tarık Buğra’dan ilham alarak yazayım: Lisan deyince kelimeleri anlarsak ne kaybederiz? Cevap şöyle: Lisanı kaybederiz!2 
Adını sık andığım sosyolog Ernest Gellner, “Lisan kültürün bir unsuru değildir, lisan kültürdür” diyordu3. Başka bir sosyolog, Laitin, toplumların kimliklerini algılayışları hakkındaki makalesinde, “Lisanı kültürün ‘kaimesi’ (Proxy) olarak kullanıyorum. Kültür asimilasyonunun göstergesi dil asimilasyonudur.4“ diye yazıyordu. Kimi okursanız okuyun sonuç çok farklı değil: Laitin’e göre Dil kültürün, kültür de kimliğin göstergesidir. Gellner’e göre ise ta kendisi. 
Hâl böyle olunca sorumuzu soralım: İki asırdır dünyayı hem siyaset hem de kültür yönünden baskısı altına alan hangi kimlik, hangi milliyettir? Cevap İngiltere ve ABD’dir. İkisinin de dili aynı, İngilizce. Peki İngilizce’deki kelime haznesinin yüzde kaçı İngilizce, veya—hadi bize benzetelim—“Özingilizce”dir? Dilci John McWhorter üşenmemiş, oturup saymış. İngilizce’nin en büyük sözlüğü hâlâ Oxford Lugati’dir. Oradaki kelimelerin etimoloji bakımından İngilizce olanları yüzde birin altında5. Rakamla %01’in altında! Eh, dil kültür, kültür de kimlik demekse İngiliz ve Amerikanlar dünyanın bir numaralı milletleri ve devletleri iken dilsiz, kültürsüz ve kimliksiz miydiler? Bu sorunun cevabı açıktır: dil kelimelerden ibaret değildir. 
Onlar acıkır, bizim karnımız acıkır 
Dil kelimelerden başka nedir? 
Dil onu konuşan millete has bir dünya anlayışıdır; belki bunu ana dili farklı biri daha iyi görür. Dahi matematikçi rahmetli hocam Japon asıllı Türk Gündüz İkeda (daha önce Masatoşi İkeda idi), bana heyecanla anlatmıştı: “’Karnım acıktı’ diyorsunuz. Türkçe bu kadar objektif bir dil. Başka hiçbir lisanda bu yoktur. Sadece ‘ben açım’, olmadı, “acıktım” denir. ” İşaretle karnını göstererek söylerdi, “’karnım acıktı’ yalnız Türkçe’de var”. 
Lisan tabiî, bir kısmı unutulmuş hâtıralardır da… Eskiler nasıl sayı sayarmış? (Rahmetli dedem de öyle sayardı.) Sağ elin parmakları tek tek kapanır, “bir, iki, üç…”. “Beş” deyince sağ el yumruk olmuştur. Şimdi tek tek açarak devam ederiz, “altı, yedi…”. On dendiğinde el başlangıç durumundadır. Ona varıldığını unutmamak için sol elin bir parmağı kapanır. Sonra tekrar… Yirmide sol elin ikinci parmağı kapanmıştır… Derken “kırk dokuz ve elliğ”. Evet, bu bir klavye hatası değildir. Sol el kapanınca “elliğ” olur ve elli işte bunun için ellidir. Sonra sol elin parmaklarını açarak devam edersiniz… Bu usulle Çinlilerin abaküs denen hesap tahtalarına gerek kalmadan yüze kadar çıkabilirsiniz. Acaba yüze gelindiğinde iki avuç açık olduğu için mi “yüz” demişler, onu bilmiyorum. Aritmetik öğrenirken ettiğimiz “elde var iki” gibi lâfların kaynağı bu Türk sayı sayma usulüdür. 
Dünyaya bize has bir bakışın getirdiği söz dizimidir, yapı kurallarıdır. Mesela bizde ön ek yoktur. “İnter-national” bir zamanlar zorlanıp da tutmadığı gibi “arsı-ulusal” yapılamaz. Yapılsa yapılsa “milletler-arası” yapılır. (Evet Arapça kelimelerle yaparsınız: Beyn-el-milel.) Ne kadar aksini savunursanız savunun isimden sıfat yapan “sel”, “sal” da yoktur6. “Penceresel cam”, “kapısal tokmak” tamlamalarını yadırgıyorsunuz da “anayasal düzen”, “kamusal alan” size tabiî mi geliyor. Bir daha düşünün lütfen. 
Erkek ayakkabılar, kadın pantolonlar 
Biz Atatürk Caddesi, Vatan Caddesi, Talatpaşa Bulvarı deriz. Atatürk Cadde, Vatan Cadde, Talatpaşa Bulvar İngilizce veya Fransızca’ya özentidir. Öyle demeyiz… mi? Karanfil Sokak, Bayındır Sokak… İş sokak isimlerine gelince niçin rahatsız olmuyorsunuz. Daha doğrusu babalarınız rahatsız olurken siz İngilizleştiniz mi? En son ne zaman Kadıköyü dediniz? (Karaköy, Yeşilköy olur. Kara, yeşil sıfattır çünkü ama köye kadılık rütbesi verilemeyeceğinden Kadıköy olmaz.) 
Mağazalarınızda “kadın pantolon”, “erkek ayakkabı”, süpermarketlerinizde “deveci armut”, “Amasya elma” satılıyor mu? Halbuki Türkçede pantolon ve ayakkabının cinsiyeti yoktur. Cinsiyet onları giyenlere aittir. O yüzden biz, “kadın pantolonu”, “erkek ayakkabısı” derdik. Armutun devecisi, elmanın Amasya’sı olmaz. Devecinin armutu, Amasya’nın elması olur. Biz o yüzden deveci armudu, Amasya elması deriz. Migros ve Tesco ne der bilemem. O sektörler yeterince küreselleşmediğinden midir, mesela henüz, “not defter”, “otobüs bilet”, “uçak pist” demiyoruz ama eli kulağındadır. 
Ta ki nereye kadar? 
Bu yazıyı “ta ki sonuna kadar” okuyacak mısınız? Öyle yapacaksanız bilin ki, Türkçe’de böyle bir cümle olamaz. Ben bu yapıyı ilk defa televizyonda, Arı Türkçe, “Öztürkçe” felâketlerinin en azgın döneminde duymuş ve çok şaşırmıştım. Çünkü “ta” muhakkak ki etimolojik olarak Türkçe değildi ama yukarıda verdiğim McWhorter’in anlamında Türkçe idi. Yahya Kemal’in, 
Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabbi 
Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi 
Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın 
Gaalib et çünkü bu son ordusudur İslâmın 
mısralarında kullandığı gibi nefis bir ifadeydi ve şart bildiriyordu.  Öyle ki, öyle yap ki şu sonuç elde edilsin anlamındaydı. 
Bir de bana, babaannemin, dedemin dilindeki, “bolaki” yi hatırlatıyordu.  Meselâ yola çıkıyorsak “bolaki hava bozmaya” denirdi. Kimbilir “olmak” fiilinin başındaki “b” nasıl orada kalmış, Oğuz Kağan destanının “kün tuğ bolsun”undaki bolmak gibi bana kadar gelmişti! 
Ama 1970’li yıllara ve televizyon yıllarımıza gelinceye “ta ki….kadar” yapısını duymamıştık.  Allah ve Türkçe affetsin: “Ta ki televizyona kadar !”. Bu yapıda da Türkçe’nin mantığının katli vardır. Kadar ile biten cümlelerde önemli olan “neye kadar”, “nereye kadar”, “ne zamana kadar” kısımlarıdır. Çünkü Türkçe cümlelerde kavramlar önem sırasına girer, en önemli olan en sonda yer alır. Bakın bu son cümleyi virgül etrafında ters yüz edin, devrik cümle tadı verecektir: En önemli olan en sonda yer alır, çünkü Türkçe cümlelerde kavramlar önem sırasına girer. Dolayısıyla Türkçe’de her şey söylendikten sonra asıl belirtilmek istenen “kadar”  gidip başköşeye, yani cümlenin sonuna oturur. İngilizce’de bunun tam tersidir. Cümle, “kadar” anlamına gelen “until” ile başlar. Meselâ biz, “Çocuk okuldan çıkıp eve gelinceye kadar ” deriz. Bunun İngilizce’si şöyledir: “Kadar çocuk okuldan çıkar ve eve gelir”. Şimdi bizim küreseller bile böyle bir cümleye cesaret edemeyecekleri için şu orta yolu bulmuşlar:  “Ta ki çocuk okuldan çıkıp eve gelinceye kadar”. Tam bir piç7! İnsan bir tek diş ağrısına alışmaz derler. Buna da alıştık. 
Bir lisanın çocukları söz dizimi kurallarının ihlalini hissetmemeğe, bozuk yapılar kulaklarını rahatsız etmemeğe başlarlarsa, bu, yabancı kelimelerin ithalinden daha vahimdir. Bir kelimenin yerine bir başkası geçebilir. Bu başkası ödünç alınmış bir kelime de olabilir. Fakat dilin yapısı yabancılaşmaya başlarsa en doğru kelimelerle bile konuşup yazsanız, o dil artık sizin diliniz değildir. Söz diziminin yabancılaşması hakkında Özkan ve Musa’ya8 hak vermek lâzım: 
Dillerin birbirlerinden kelime alıp vermesi, tabiî ve kaçınılmaz bir olaydır. Kelime alış-verişi, dilin söz dizimi yapısındaki değişiklikler kadar tehlikeli değildir. Zira söz dizimi, dilin yapısı demektir. Dilin söz diziminde meydana gelen herhangi bir değişme, dilin genel yapısını, dolayısıyla dilin tabiâtını etkiler. 
Dil musikidir 
Kelimeler, tamlamalar, yapılar… Sonra? Sonra dilin musikisi var. 
Bu musiki burada mevcut değilse bu musikiyi tanıyanlar bu yazdıklarınızdan rahatsız olur. Bu bir hakikattir. 
Paragrafta kasten beş defa “bu” kullandım. Rahatsızlık duyduğunuzu, ne kadar kötü yazmış dediğinizi ümid ediyorum. Çoğunluk buna da alışmış. Tekrarın kendisi, eğer şuurla, meselâ vurgulama için veya âhenk için yapılmıyorsa rahatsızlık verir: “Sonra âhenk diye bir şey var, musiki diye bir şey var, ritm diye bir şey var, zamanlama diye bir şey var…” Böyle bir tekrar kastîdir ve güzel de olabilir. Fakat yukarıdaki “bu”lu paragraf kabul edilemez. 
Aynı cümle içindeki kelime tekrarları rahatsızlık verir. Hatta aynı kelime olmasa bile ses tekrarları rahatsızlık verebilir. Kelime tekrarları bir birine yakın cümlelerde bile tehlikelidir. “Bu”lu paragrafta böyle bir tekrar da var. 
Biz atlıyız bize mehter gerekir 
Dilin müziğinin zirveye çıktığı yer her halde şiirdir: 
Bu vatan toprağın kara bağrında, 
Sıra dağlar gibi duranlarındır. 
Bir tarih boyunca onun uğrunda, 
Kendini tarihe verenlerindir. 
Duyuyorsunuz değil mi? İsterseniz parmaklarınızla tempo tutun; daha iyisi birine tutturup siz dinleyin: Tak-tak-tak-tak-tak-tak… Tak-tak-tak-tak-tak. Kulağınız ikinci grupta birinci gibi altı vuruş beklerken beşte kesilir ve siz bir sona gelindiğini anlarsınız. Mısranın sonu. Bu ritim, nasihata yakın bir söyleyiştir. Anlattıklarımı hissediyorsanız bilin ki bu kulağınızın yıllar yıllar boyunca duyup öğrendiği bir müziktir. Onu herkes ve her dil duyamaz. 
Sonra aynı şiirin son mısraları gelir: 
Gökyay’ım ne desem ziyade değil. 
Bu sevgi bir kuru ifade değil.
Tempo değişmiş, hızlanmıştır. Artık nasihat ritmindeki 6 + 5 yerine bakın ne var: Tak-tak-tak… Tak-tak-tak… Tak-tak-tak… Tak-tak. 3 + 3 + 3 + 2. Bunu da lütfen ya kendiniz vurun veya –daha iyisi– bir başkasına vurdurup dinleyiniz. Şiir sanki tırıstan dörtnala kalkmıştır. Burada sesinizi yükseltebilir, haykırabilirsiniz. “İkin ara kişi oğlu kılınmış. Kişi oğlu üze eçüm apam Bumın Kağan, İstemi Kağan olurmış” gibi. Cümle sonları hâriç “2 + 2 + 2…”. Fakat at yürüyüşünün ikili temposunun belki en kusursuzunu Yunus Emre’de buluyoruz: 
Tenim toprak tozar yolca nefsim iltir beni önce 
Gördüm nefsin burcu yüce kazma aldım kazar oldum 
Tarih derslerinde anlatırlar. Türk Ordusu’nda 60 bin, 70 bin, yüz bin süvari… Öğrencilerime bir gün sordum—iletişim teknolojileri öğretiyoruz ya—gözünüzün önüne bir meydan muharebesini getirin. Varna’yı, Mohaç’ı… Emrinizde şu kadar süvari var. Şimdi onlara önce tırısta düşmana yaklaşmaları ve tam düşmanın ok menziline girdiklerinde dörtnala hücuma kalkmalarını emredeceksiniz. Nasıl yaparsınız? Duman işaretinden bayrak sallamaya kadar çözüm teklif edildi9. Sonra mehterin Hücum Marşını çaldım10. Lütfen dipnotta verdiğim bağlantıdan çalıp dinleyin. Gökyay’daki ritim değişmesi ile bu ne kadar bir birine benzemektedir. Hücum Marşı da bize Hun Orduları’nın askerî müziğini, hatırlatmalıdır. Onlar da on binlerce süvariyi yönetmekteydi. Başkalarının piyade ordularına trampet ve boru yeterdi. Biz atlıydık, bize davul, hatta kös lâzımdı. Davulla kösü de süvarimiz gibi atlara, develere bindirip taşırdık. Onlar hem komuta-kontrol aletleriydi hem de bize moral, düşmana korku verirdi. Belgrad muhasarası sonundaki teslim anlaşmasında karşı taraf mehterin susmasını da rica etmiş… 
Nazım bilmeden nesir yazılmaz 
Allah rahmet eylesin, hayatımdaki önemli terbiyecilerden biri, İzmir Atatürk Lisesi’ndeki Edebiyat Hocam Behçet Altın Beyefendi’dir. Onun sınıfında aruz öğrenmeden birinci yarıyıldan ikinciye geçemezdiniz. Birinci yarıyıl teorikti ve sırf vezinden yazılı ve sözlü sınavlar yapılırdı. İkinci yarıyılda da her yazılı sınavda mutlaka bir vezin sorusu bulunurdu. Vezin için tahtaya da kalkardık. Aruz öğrenmek için her akşamüstü Ankara Radyosu’ndaki klasik Türk müziği korusunu dinler,  güftenin veznini çıkarırdım. Aruz öğrenmenin en kolay ve etkili yollarından biri budur her halde. Sonunda, kâğıda veya tahtaya noktalar çizgiler karalamadan, vezinleri duyar oldum. Ben Fen Bölümü öğrencisiydim; Edebiyat Bölümü’nde ne yapıyorlardı bilemem! 
Bütün bunlar neye yaradı? Okuryazar olmama. Çünkü lisan sadece kelimeler değildir. Sadece yanlıştan kaçınmak değildir. Bütün onlardır ama aynı zamanda dilinizin binlerce yıl öteden gelen müziğini duymak, içinizde hissetmek ve o müziği tekrar tekrar terennüm etmektir. 
Sonra kalem ustalarından defalarca duydum. Şiiri duymadan düz yazı yazılmaz. Aruzu duymadan nesir yazılmaz. Müziği duymadan yazamazsınız. Duyuyor musunuz? 
O sesleri hâlâ duyan kulaklar 
Bu sesleri duyanların azaldığından endişeliyim. Gençler, bazen İnternet’te sevdikleri şairlerin mısralarını paylaşıyorlar. Hata yapıyorlar ve ne yapan farkına varıyor ne de binlerce paylaşan. 
Zafer ümit kaynağının çeşmesidir. 
Aksaklığı duyuyorsunuz değil mi? Doğrusu: 
Zafer ümit kaynağının bir çeşmesidir. 
* * * 
Sandalla denizden geçen bendim ey sevgili! 
Öyle geçmesen de olurdu: 
Bendim geçen ey sevgili sandalla denizden. 
Müzik, “Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle”nin müziğidir. Lütfen duyunuz. 
İnsanlar çocukluktan itibaren kendi müziklerinin ritmine, ses dizimine alışırlar. Dinleye dinleye bir müzik cümlesinin nerede başlayıp nerede bittiğini öğrenirler. En önemlisi, dinledikleri müzikte her an ne bekleneceğini öğrenirler; o bekledikleri olmayınca, o değişimin de farkına varırlar. O yüzden diyorlar, insanlar, yabancı kültürlerin müziklerini anlayamaz. Yabancı müzik, o müziğin terbiyesini çocukluktan beri almamış kulaklara sanki hep aynı sesler tekrarlanıyormuş gibi gelir. Veya birbiriyle ilgisiz sesler sıralanmış gibi… Bilmediğimiz lisanın seslerini duyduğumuz halde kelimelerin ve cümlelerin nerede bitip nerede başladığını fark edemediğimiz gibi. 
Bozkurtlar’ın Ölümü’nün en etkileyici sahnelerinden biri, eli kolu bağlı, tutsak Yüzbaşı Sançar’ın öldürülmesidir. Sançar, “Öküz kadar Yamtar’ı keçi kadar Çinli tutsak etmiş, götürüyor” diye katılarak gülmektedir. Kahkahalar atarken Çinlilerce öldürülür. Romanda Sançar sustuktan sonra Atsız konuşur: 
Yüzbaşı Sançar uçmağa varalı on üç yüz yıldan çok oldu. Onun düştüğü meçhul yerde, ay ışıklı yaz gecelerinde hâlâ ıstıraplı kahkahalar ve şeref ilahileri işitilir… Fakat o ıstıraplı kahkahaları herkes duyamaz. Onun yankılarını uzak, yakın ellerden, ancak içinde Tanrı Dağı’nın odu yanan gönüller sezer. 
Biz lisanımızın yapısını ve musikisini duymaya devam etmeliyiz. Biz onu duymazsak o yaşayamaz. Onunla birlikte “biz” de ölürüz… 


*Bu yazı ilk olarak Yeni Türkiye Dergisi’nin Kasım 2013 sayısında yayınlanmıştır. 
1 Yeni Türkiye Dergisi Türkçe Özel Sayısı’ndan alınmıştır. Sayfa: 810-814, Kasım-Aralık 2013, Ankara. 
2 Bir televizyon programında sunucu Tarık Buğra’ya sormuştu, “Hakikat yerine gerçek demekle ne kaybederiz?”. Tarık Buğra’nın cevabı nefisti : “Hakikati kaybederiz!” Bunu o gün kaç kişi anlamıştı, bugün kaç kişi anlar bilemem; benim hakikatli yarim… 
3 Gellner E, Thought and Change. Chicago, IL: University of Chicago Press (1964). 
4 Laitin DD, Identity in Formation: The Russian-speaking Populations in the Near Abroad. Ithaca, NY: Cornell University Press (1998). 
5 McWhorter JH, Power of Babel, sayfa 95. Harper Perennial (2003). 
6 Yüzbinlerce kelimeden cımbızla bulup çıkardığınız “kumsal” isimdir zaten, sıfat değildir. “Uysal” uymak fiilinden mi! O zaman devam edin: Tepmekten tepsel, yatmaktan yatsal…

7 Dil konusunda “piç” kavramının kullanılmasını İngiliz Türkolog Geoffrey Lewis’ten öğrenmiştim. Sonra James McWhorter bunu bir kitabına başlık yaptı. Fakat Lewis’in kullanımı Türkçe hakkındaydı. “Süre” kelimesi için “Türkçe ‘sürmek’ fiili ile Fransızca ‘durée’nin gayrı meşru birlikteliğinden peydah olmuştur” diyordu. 
8 Özkan F, Musa B, “Yabancı Dillerin Türkçenin Söz Dizimi Üzerindeki Etkisi”, bilig, sayı 30: 95-139 (  Yaz / 2004 ) 
9 Bayrak sallanabilirdi ama herhalde o zaman süvarilerden birinin atı üstünde geri geri gidip kumanda mevkiini gözlemesi gerekirdi. Nasrettin Hoca gibi. 

Türkçe'nin Matematiği

TÜRKÇE'NİN MATEMATİĞİ

TÜRKÇE'NİN MATEMATİĞİ

Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazdı.Türkçe’yi en zengin kullananlardan Yaşar Kemal’in romanları 3.500 kelimeyi geçmez” görüşü çok yaygındır. Bu görüş haklıdır zira Türkçe’nin Fransızca’ya oranla daha az sözcük içerdiği doğrudur. İngilizce’ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya oranla da daha az sözcük içeriyor olması gerekir.

Ne var ki bu Türkçe’nin daha yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez! çünkü Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir ! Daha fazla sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gereği yoktur.

Başka bir dilden Türkçe’ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında, aralarında minik anlam farkları olan bir çok sözcüğün Türkçe karşılığında çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır. Türkçe’de anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları belirler. Tam bu noktada, Türkçe’nin, referans olmak üzere sadece gerektiği kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne sürülebilir.

İngilizce-Türkçe sözlükte “sick”, “ill” ve “patient”ın karşısında hep “hasta” yazar. Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur. Ancak, aradaki farkların Türkçe’de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: “doktor falanca beyin hastası olmak”, “böbrek hastası olmak”, “internet hastası olmak”, “filanca şarkının hastası olmak” arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar.

Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta:

3+5=
12+5=
38+5=

yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı “+5″ yazdığı halde!
Sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe’de de hepsinde aynı “hastası olmak” ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olacaktır. Türkçe’nin az araç ile çok iş yapmasının sırrı matematikte yatar. 0′dan 9′a kadar 10 tane rakam, artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani topu topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer özellikler gösterir.

Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse matematiğin kılık değiştirmiş halidir.

Türkçe’deki herhangi bir fiilin çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması, henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe’ye girecek fiillerin nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının ne olduğunun biliyor olması demektir. Bu tıpkı birinci dereceden 2 bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece “x=6″, “y=23″ olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir.

Oysa sözgelimi ingilizce’de “go”, “went” olurken “do”, “did” olur. Çoğul ekleri için de durum aynıdır: “foot”, “feet” olurken “boot”, “beet” değil “boots” olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle olduklarının bellenmesidir.

Türkçe’de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları öğrenmek gerekir. Türkçe’de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses uyumu gereği “alma” olması gereken meyve isminin “elma” biçimine dönmesi gibi birkaç minör istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir. Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve 1′leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1=var] ve [0=yok] anlamında kullanılmışlardır.

Kelime kökü çoğul eki matematik ifade:

ev……..ler…….evler
1.0…….0.1……1.1

Türkçe’deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak). Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1′dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe’de başka hiç bir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu dahi söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece “ler” dediğinde, alacağı tepki: “anladık ler de, neler?” türünden bir cevap olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir.

Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade
kırmızı
0.1.0
kıp kırmızı
1.1.0
kırmızı msı
0.1.1
kıp kırmızı msı
1.1.1

Türkçe’deki sıfatların anlamını kuvvetlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte bulunmayan, hem kuvvetlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. “Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp + kırmızı +msı; [1.1.1]) bir renk aldı” dendiğinde, herkes neyin kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur.

Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek:

011 = ben
010 = sen
000 = o
111 = biz
110 = siz
100 = onlar
00 = geniş zaman
11 = şimdiki zaman
10 = gelecek zaman
01 = geçmiş zaman

kök kişi matematik ifade
yeterlilik……………..Oku (y)abil dim……………..= 1.1.0.01.0.0.011
olumsuz……………..Oku (y)a ma z mış sın………= 1.1.100.0.1.010
zaman……………… Gel me (y)ecek ti…………….= 1.0.1.10.1.0.000
zaman……………….Git me di k…………………… = 1.0.1.01.0.0.111
hikaye……………….Şaşır abil ecek ti niz ………..= 1.1.0.10.1.0.110
rivayet……………….Bil (i)yor lar…………………. = 1.0.0.11.0.0.100

kişi

tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman “di’li geçmiş” ve “miş’li geçmiş” olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi.

Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb…) Sıralaması da rasgele değildir. Türkçe cümleler bir tür “crescendo” (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir.

“dün ahmet camı kırdı” cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır.

Cümle
matematik değer
0001
matematik değer
0011
matematik değer
0111
matematik değer
1111

1 dün ahmet camı kırdı.
2 dün camı ahmet kırdı.
3 ahmet dün camı kırdı.
4 ahmet camı dün kırdı.
5 camı dün ahmet kırdı.
6 camı ahmet dün kırdı.

Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir:
1. Cümle: dün ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.
2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil ahmet kırdı (suçlu ahmet!).
3. Cümle: ahmet’in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün kitap okumuştu).
4. Cümle: ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).
5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise ahmet.
6. Cümle: camı ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.

Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep ‘i’ haliyle “camı” olarak kaldı; fiil hep 3. Tekil şahıs, di’li geçmiş zamanda çekildi, vb.) Sadece yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi.

Her cümlede 0011, 0001′den daha fazla, 0111 bu ikisinden daha fazla, 1111 ise hepsinden daha fazla önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu. Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında diğer anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen kip – passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin diğerinden farkını derhal anlarlar.

Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe’nin ne tarafı ele alınsa bu ilişki ile yüz, yüze gelinir. Türkçe’nin bu özelliğini “insanlar kendilerine ulaşan mesajları nasıl anlarlar? Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı mesajı kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı şekilde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığı yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?” türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bu güne kadar kesinlikle başkaları tarafından da görülmüş olmalı. “Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor” diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır. Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir.

Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir. Keza, ne yazık ki Türkçe’nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır. Kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon! ” süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon” süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler. Türklerin büyük paradoksu işte buradadır. Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır.

Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk nesil gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda muhteşem bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiç bir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası, gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye ithal etti. Asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food’ları (lahmacun, döner, vb.) oldu.

Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci nesil, gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği kadar hızla asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe’nin yanısıra okulda öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili faktöründe aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.

Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı sick, ill, patient örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız.

Sezgiselliğe şartlanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir ifadeyle “sezdikleri gibi algılamaya” yönelirler.

Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda şekillenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan mesajlardaki kodlar ne kadar “herkesçe bir örnek” algılanabilir? Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir.

Türkçe’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir nesilden diğerine büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin sezgiselliğini sonuna kadar kullanmadaki becerisi vardır. Tanzimat aydınları ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi, Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır.

Mesajlar sadece algılanabildikleri kadar etkili olurlar. Mesajları üretenlerin kendi konularına ne kadar hakim oldukları mesajın bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen mesajları nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir.

http://ddi.ce.itu.edu.tr/turkce/turkce-nin-matematigi

AFYONKARAHİSARLILAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?

Çoğunu kullanmadığımız ” saklı bir güç” Türkçe. Kullanıldıkça ortaya çıkan bir define âdeta. Dilimiz, “saklı güç” ünü, “kinetik bir erke”ye dönüştürecek kalemler arıyor. Tarihî derinliğine karşılık “kullanım yoğunluğu”nun sığlığı bir çelişkidir.

Türkçenin gücü, onun doğurgan özelliğidir. Geçenlerde henüz yedi aydır türkçe öğrenmekte olan Tanzanyalı bir öğrencim kara tahtanın başına geldi ve beni şaşırtan şu kelimeyi yazdı:

AFYONKARAHİSARLILAŞTIRAMADIKLARIMIZDANMISINIZ ?

Bu ibare tek kelimeden ibaret bir cümledir. Bir yabancı için çok çok şaşırtıcı bir faklılıktır bu. Ben ” İngilizcede böyle bir ifade için birkaç cümle gerekir” deyince Tanzanyalı İsa, “Ne birkaç cümle Hocam birkaç paragraf gerekir” deyiverdi.

İşte cümlenin anlam oluşturucuları, böyle iç içe geçmiş bir “dil evreni” dir. Yukarıdaki bir kelimelik Türkçe cümlenin anlam çözümlemesini basit olarak şöyle yapabiliriz:

1. Bu cümlede Türkiye’nin şehirlerinden biri olan Afyonkarahisar var. Yani cümlenin anlam tabanı birleşik kelime hâlinde biçimlenen bir şehirdir.

2. Birilerini, bu şehirden olmadıkları hâlde bu şehirden birileri hâline getirmek isteyen ama bunu birçok kişide denediği halde başaramayan bir(ler)i var.

3. Afyonkarahisarlı : Nüfus kaydı bu şehre ait insan.

4. Afyonkarahisar+lı+laş-mak: Nüfus kaydı ve yaşadığı yer bu şehir olmadığı hâlde bu şehirden biri hâline gelmek.

5. Afyonkarahisarlılaş+tır+mak : Bunun, birinin kendi kendine dileği değil de başkası tarafından (muhtemelen zorlayarak ya da ikna yoluyla) yapılması.

6. Afyonkarahisarlılaştır-ama-mak : Birini Afyonkarahisarlılaştımak niyetinde olan birinin, buna gücünün yetmemesi (yetersizlik kavramı).

7. Afyonkarahisarlılaştırama+dıklarımız : Böylr bir niyetin başkaları üzerinde denenmesi.

8. Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımız+dan: Bunların içinden birini seçerek yargının soruya hazırlanması.

9. Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdan mısınız? bütün bu süreçlerin, birinin şahsında soru hâline getirilip duyurulması.

Türkçe’nin bu doğurganlık özelliğini onun atomik gücü olarak da görebiliriz. Türkçede kelime sayısının, az olduğunu söyletip bundan dilimiz aleyhine sonuç çıkarmak isteyenlerin anlamadıkları şey işte bu “atomik” ve ” saklı:potansiyel” güçtür.

Yrd. DoÇ. Dr. Hüseyin ÖZBAY


Kaynak: http://ahmetdursun374.blogcu.com/turkce-nin-matematigi/12956519#

Kız Çocukları Özeldir


Okumanızı Kolaylaştırın


Bu kadın ne düşünür?


Stalin'in Tavugu



9 Ocak 2014 Perşembe

YETİM HAKKI VAR...



Adı: Pilot Yüzbaşı Ümit özer...
Görevi F16 pilotu, Türk Yıldızları...
Eğitim uçuşundadır... Uçak arızalanır...
Kuleye durumu rapor eder;...
Kule: "Derhal uçağı terk et..."
Pilot: "Yetim hakkı var, uçağı terk edemem"
Kule: ''Uçağı terk et...''
Pilot Özer: ''Bu uçakta yetim hakkı var; diyerek uçağı kurtarmaya çalışır...''
Kule: Uçağı ''Hemen terk et! Atla!''
Pilot Özer: ''Yapamam... Uçağı kurtarmayı deneyeceğim. Bunu yapabilirim. Bu uçakta yetim hakkı var..''
Pilot Özer'den alınan son ses ve son nefesin ifadeleri bu kelimeler...

2 Ocak 2014 Perşembe

Bardağı yere bırakın!



Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı.
Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu :
“Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?”
'50gm!'... '100gm!'...'125gm'...
“ Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem,” dedi profösör, “ama, benim sorum şu ki :
“Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?”
‘Hiçbir şey'… diye yanıtladı öğrenciler.
“Tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?” diye sordu profesör bu kez…
“Kolunuz ağrımaya başlardı efendim.” diye öğrencilerden biri yanıtladı.
“Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?”
“Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!”…..
Tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler
“ Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu? ” diye sordu profesör.
“ Hayır….” diye yanıtladı herkes ...
Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?”
Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.
“ Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda? ” diye tekrar profesör sordu.
“ Bardağı bırakın düşsün! ” diye öğrencilerden biri yanıt verdi.
“Kesinlikle!” dedi, profesör.
“Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür.
Uzun bir süre düşünürsün. Başınız ağrımaya başlar.
Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur.
Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir, fakat DAHA ÖNEMLİSİ onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi).
Bu şekilde strese girmez, ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz!