17 Aralık 2013 Salı

ERKEN KİFAYET DUYGUSU


Ayvaz GÖKDEMİR

Genç arkadaşlarımızı tehdit eden bir tehlike, erken kifayet ve kemal duygusudur. Buna hastalık da diyebiliriz.Tekamülü bir noktada durdurup dondurduğu ve müşterek çalışma, grup çalışması imkanını hemen hemen ortadan kaldırdığı için, halli gereken birinci sıradaki meselelerimiz arasına bu da girmektedir.
Gençler, az çok temayül ettikleri fikriyatı, başlangıçta, en çok heyecana müsait noktaları ile benimserler. Her şey onlara olmuş bitmiş görünür. Birçok şeylerin niçin olmadığına şaşar kalırlar. Onlara kalsa her şey çok kolaydır. Bu demlerde bir heyecan selidir gençlik…
Bu arada beğendikleri, kendi seviyelerinde benimsedikleri fikriyata mensup veya kendilerinin öyle sandıkları büyüklerini ağabeylerini de çok severler! Bu ağabeylerin, büyüklerin bütün söyledikleri teferruatına, dedikodusuna varıncaya kadar haşa hikmet görünür. Telaffuz şekilleri bile ezberlenir, davranışları taklit edilir. Bu ortamda yavaş yavaş da fikre aşinalık kazanır ve gerçekten muayyen bir seviye tutarlar. Daha çok nakli ve kulaktan dolma da olsa kendilerine göre bir bilgi dağarcıkları olmuştur. Ağızları laf yapmaya başlar. Kalemi beğenilip teşvik edileni de vardır. İşte tehlike bu noktadan itibaren başlamaktadır. Şöyle ki :
Henüz işin alfabesinde oldukları halde ve pek çok okumaları gerekirken okumazlar. İhtiyaçları kalmamıştır! Çevrelerindeki boşluk ve seviyesizlik de onları bu hususta kışkırtır.
Gururlandıkça gözlerini gaflet kapatır. Kendilerini vuracakları asıl mihengi görmezler. Tekamül durur. Bu suretle palavracı, kof bir tip daha sürüye katılır.
Başlangıç heyecanı büyük bir yüzdeyle köpüktür, gurur noktasından itibaren çabuk dağılır. Her sözleri hikmet sayılan, her hareketleri taklit edilen , davranışlarına hayran olunan ağabeylerin- büyüklerin birtakım kusurları, zaafları göze batmaya başlar. Bunlar da başlangıçtaki müsbeti gibi mübalağa edilir. Eski sevimlilikleri kalmamıştır ağabeylerin…
Ayrıca kendileriyle büyükleri arasında da pek bir fark var sayılmaz. Eh! Milliyetçilikse milliyetçilik! Türkiye’nin temel dert ve davalarıysa, bunları en fazla yarım saat içinde, ana noktalarıyla izah edivermek, düzeltmekse o da var! Yarım münevverden şikayet ederdi ağabeyler; bu konuya dair nutuklar da gençlerde daha hızlı. Hasılı, büyüklerle küçüklerin söylediği arasında bir fark kalmamıştır. Bu, gençleri bir gurura ve kemal duygusuna sevkeder. Aşağı bakar, yukarı bakar “ artık ben oldum” derler. Ağabeylerindeki önemin nereden geldiğini anlayamazlar. Dinleme tahammülleri kalmamıştır. Neden kendileri de aynı şeyleri söyledikleri halde aynı önemi, itibarı görmediklerini anlayamaz, sinirlenirler. Oysa ağabeyleriyle benzeştikleri taraf sadece kısmen söylediklerindedir. Gerçek olgunluk ise belli ki söylenenlerin yaşanmasındandır. Ağabeyleri ağabey yapan, bütün zaaflarına , kusurlarına rağmen yaşadıklarıdır. Geçirdikleri imtihanlardır. Söyledikleri her sözün , kendilerine göre çilesini çekmişlerdir. Pek çok ve çeşitli tecrübelerin yorgunluğuyla beraber, olgunluğu da vardır kafalarında. Nice aldanışlardan, yalnızlıklardan, gaddarlıklardan, dalkavukluk ve rüyalardan geçip gelmişlerdir. Söylenen en basit bir sözün icabını yapmanın ne kadar zor olduğunu bilirler. Gençlere sıkıcı gelen ve çok kere “ Anladık işte, ne diye tekrar edip dururlar bilmem ki?” dedirten, bazı konulardaki ısrarı bu yüzdendir. Bunun için, gençler, bu tekrarları her defasında daha uyanık bir dikkatle dinlemelidirler. Ola ki, bu tekrar, kendileri için bir ikaz manası taşımaktadır. Ve eğer dikkatle dinlerlerse, her tekrarda bir yeni incelik, bir kıymetli nüans bulmaları pek mümkündür.
Bir de şahsiyetçilik meselesi var. Gençler müstakil birer şahsiyet olmakta sabırsızdırlar. Aslında bütün iyi niyet, sempati, bilgi, tecrübe ve sabırlarıyla kendilerine tekamül yolunda yardımcı ve rehber olmak isteyen ağabeylerinin de onları mükemmel birer şahsiyet olarak görmekten başka bir emelleri, arzuları yoktur. Ama gençlerin arzusu isyan suretinde tecelli ederken, ağabeyler, büyükler, itaat ve teslimiyet isterler. Karşılıklı arzu edilen neticenin istihsali bakımından gereken de ikincisidir. Çünkü Hak erine itaat, Hakk’a itaattır. Hak dostuna isyan ise şeytanın vasfıdır. Evet, aziz gençler! Ağabeylerinizde sizden birçok bakımdan farklı değillerdir, yerler, içerler, uyurlar, hastalanırlar, iyileşirler. Şikayet eder, sızlanırlar, neşeli veya kederli olabilirler. Sakın gaflet etmeyin ki onlar size uzanan Hak’ın yardım elidir. Şahsiyetli olmanın anahtarı onlara teslim olmaktır. “Bu, tıpkı koruğun üzümlüğe ibadet etmesi gibidir. Koruğun yüzü üzüme doğrudur ve gayesi üzüm olmaktır. Sonu odur. O halde secde eden koruk, kendisine secde edilen üzümdür.”
Hazreti Ebubekir’in şahsiyetsizliği diye bir problem var mıdır? Aksine, gelmiş ve geçmiş insanların en şahsiyetli olanlarından biridir. Mensup olduğu insan cinsine şeref veren mümtazlardandır. Ebubekir ulu şahsiyetini Hz. Muhammed’e tam teslimiyetle kazanmıştı.” Yemin ederim ki O söylüyorsa doğrudur…” diyordu… Ebucehil de zeki ve kabiliyetli bir insandı ama; eti, kemiği, uykusu, uyanması, yemesi ve içmesi , yorulması… ile kendisi gibi olan birine teslim olmayı bir türlü nefsine yedirememişti. Onun için, Adem’de zahir olan Hak tecellisini görmeyerek isyan eden şeytan gibi , lanetlik oldu.
İsyan kolaydır. Herkes isyan edebilir. Ama teslim olmak zordur elbette. Bu zorluk bile “kemal”in yönünü göstermeye yetmez mi?
Hak dostluğuna inanıyorsak, Hak dostlarımız ve ağabeylerimiz, kardeşlerimiz varsa; bu dostluğun şartlarına, esas ölçülerine, ağabeylik ve kardeşliğin icaplarına hassasiyetle uymak gerekir. Tek tek ve müşterek hayrımız bu yöndedir.
Bütün bunlara nazaran gençlerin unutmamaları gereken şey: Kendilerini her türlü gelişme ve olgunluktan uzaklaştıracak olan bir erken kifayet duygusuna asla kapılmadan ağabeylerin tavsiyelerine, öğütlerine, emirlerine uyarak okumak ve çalışmak, çok dinlemek , az konuşmaktır…Kendilerini gurura sevkederek aldatan o ” yetişmişlik”i andırır hal, demirin ateşte kızarmasına benzer: ” Şayet demiri ateşten ayırırsan müstear olan bu kızıllık, ateşin aksine olarak geçer. Ateş, sıcaklık ve renge kendiliğinden maliktir.”

KAYNAK: Ocak Dergisi, Sayı:11, Kasım 1968.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Yozgat Fıkraları

GÖĞE MERDİVEN
Aybars Fırat

BÜYÜKLERE HİKAYELER

Aşağıdaki hikayeler, kıymetli araştırmacı yazar Ertuğrul Kapusuzoğlu'nun hazırladığı nefis takvimlerden alınmıştır. Yozgat Takvimlerini (ne yazık ki kütüphanemde sadece 1995 ve 1996 yıllarının takvimleri mevcut) görmeyen halkbilimci herhalde yoktur. Hikayeler, geçtiğimiz günlerde yaşadıklarımız ve gelecekte muhtemel
yaşayacaklarımız üzerinedir. Büyüklerimizin ibretine sunulur!


ÇAPANOĞLUNU KİM DİNLER!

Başlık parasının çokluğundan mıdır, yoksa öyle bir salgın mı olmuştur, bir ara kız kaçırma olayları öylesine artmıştır ki, Çapanoğlu, kız kaçırmayı yasaklayan bir ferman yayınlamak zorunda kalmış. Ferman üzerine, kaçırma olayları "cirp" diye kesilmiş. Aradan bir zaman geçmiş ki, o da ne, Akdağ'dan gencin birisi, kızı almış, kaçırmış!
Çapanoğlu küplere binmiş, yakalanıp huzura getirilen gence hışımla sormuş:
-"Bre mel'un, bire madrabaz, bre haddini bilmez. Sen benim kız kaçırmayı yasak eden fermanımı duymamış mısın ki?"
Bizim Akdağ'lı, toprağının, yetiştiği yörenin asaleti ve mertliğiyle cevap verir:
-"Duymaz olur muyum beyim, hem duymuş, hemi de bilmişimdir."
-"Bak hele, hem suçlu, hem güçlüdür. Ya peki, bile bile
benim emrime nasıl karşı gelirsin, koca Çapanoğlu'nu nasıl dinlemezsin?"
-"Aman beyim, beyimizin emrine karşı gelmek haddimiz değildir, aklımızdan bile geçmez. Lakin, sevdiğim kızı, ne benim babam alırım der, ne de kızın babası verimkar olur. Bana da kaçırmaktan başka yol kalmaz."
-"Hele hele, peki ya benim fermanım?"
Genç dayanamaz:
-"Geç beyim geç, siz ferman çıkarırken düşünmez misiniz ki, Akdağ'da kalkan yürek, Yozgat'daki Çapanoğlu'nu dinlemez!"
Bu üsturuplu cevap karşısında, o genci affetmekten başka Çapanoğlu'nun yapacağı bir şey yoktur, o da o şekilde yapar.

ARKASINA ÇAPANOĞLUNU ALAN EŞEK

Çapanoğlu zaman zaman tebdili kıyafet edip Yozgat'ı dolaşırmış. Gene böyle bir gün, sokakta yaşlı, çok zayıflamış, aç, perişan bir eşeğe rastlamış.Konağına dönünce, buldurmuş eşeğin sahibini, hışımla hesaba çekmiş.
- "Bre mendebur herif, nedir o zavallı hayvancağızın günahı, neden aç sefil bırakırsın?"
- "Aman beyim, hiçbir işe yaramıyor ki yem saman vereyim o hayvana, o zaman benim boşa giden masrafıma yazık değil mi?"
- "Yaa , gençliğinde hayvanı çalıştır, üstüne bin, seklem vur, bağa bahçeye git, yaşlanınca bakmak yok öyle mi? Bak şimdi; şayet onbeş güne kadar bu eşek, üstüne 20 çiniklik seklem vurulup, o seklemi burdan Çeşka'ya kadar götürmezse, ben sana yapacağımı bilirim."
Adam ne yapsın emir demiri keser.karşısındaki de Çapanoğlu üstelik. El etek öptükten sonra koşmuş eşeğin yanına. Çekmiş ahırın en güzel yerine. Evdeki bulgur, yarma, hediklik, kavurgalık ne varsa. Kolay mı eşek tavlanmazsa sonunda Çapanoğlu gazabına uğramak var.Allah'tan, eşek de adamın yüzünü kara Çıkarmamış, ilk 3-5 günde şöyle bir kendine gelmiş, haftasında silkinmiş, 12-13'ncü gün tavlanma başlamış, bir yandan yem yerken, bir yandan da sahibiyle şakalaşıyor onu duvara sıkıştırmaya çalışıyormuş. Adamın asıl zoruna
giden şey ise, bütün bunları yaparken, eşeğin keyifle anırması imiş.Tabi adam, hem eşeğe hizmet ederken, hem de küfrün bini bir paraymış.
- "Anır eşşoğleşşek anır" diyormuş adam; "Arkana Çapanoğlu'nu aldın da, anırırsın değil mi?"


MAYASINA GÖRE KONUŞMAK

Bizim bey, herkesin sevdiği bir adam. Bir tek oğlu var, ama ne oğul, babayiğit, yakışıklı. Obanın en yakışıklısı. Ağanın derdi, oğlan bir türlü evlenmeye razı gelmiyor. At üstünde, av avlayıp, kuş kuşluyor. Bir gün, yaylaya göçerler gelir. Göçerlerin en güzel kızı bir yayla çeşmesinde su doldururken, bizim ağanın oğluna rastlar. Olacak bu ya, oğlan bir görüşte, mercimek komaz fırına verir. Gelir anasına,"böyleyken böyle "der ve göçerlerin esmer kızının,kendisine alınmasını ister.
Fakat ne mümkün, hiç koca Bey,bir esmer vatandaşın kızını, bir tecik oğluna alır mı? Almaz...Almaz amma, oğlan perişan, her geçen gün sararır solar. İşin kötüsü, kız da onu sevmiş, obanın Yozgat toprağından ayrılmasını allem kallem edip ayırmamaktadır. Oğlan günden güne solunca, ana baba çaresi kalır. Kimseye
de söyleyemezler. Bey kalkar gider, Allah'ın emri ile göçer ağasının kızını ister. Fakat işe bakın, esmer vatandaşlar beyi kovarlar çadırdan. Bey bir daha , bir daha dünür gider. Kolay mı, tek evlat elden gidiyor ama hep aynı şekilde kovulur göçer çadırından. Bey ve karısının tedirginlikleri kahyalarının dikkatini çeker, dertlerini sorar, onlar da "böyleyken böyle" deyip dertlerini anlatırlar. kahya şaşırır;
- "Aman beyim , derdin bu muydu der ve atlar atına, sürer göçer çadırına doğru. Atından inmeden basar küfürü."
- "Ulan alçak herif, sen kim , benim beyim kim. Ulan nasıl vermezsin kızı. Ben senin..."
Kahya ağzına geleni söyler. Göçer ağası, istenen kızı kolundan tutar ve getirir Kahyanın önüne.
- "Aman ağam, bu kız senin atının tırnağına kurban olsun, dediğine değmez, al götür."
Kahya şaşırır:
- "Bre mendebur, daha önce beyim gelmiştir de o zaman niçin vermedin kızı?"
- "Aman kurban olduğum, beyin senin gibi istemedi ki!..."

"MOSKOF KEFERESİ TEPEMİ ATTIRMASIN!"

Çapanoğulları, güç ve kuvvetlerinin sınırı en yükseğe çıktığı dönemlerde bile, devlete tam sadakatten hiçbir zaman ayrılmamış, bu yüzden Padişahlar tarafından çok sevilmişlerdir. Savaşlarda bizzat "bir Çapanoğlu" ordusunun başında, Osmanlı Ordusu içinde savaşmışlardır. Bir Rus savaşında genç bir Çapanoğlu esir düşer.
Padişah, sevdiği bu bey oğlunu kurtarmak için bütün diplomatik girişimlerde bulunur. İşi yeni bir savaş açma tehdidine kadar götürür. Fakat Rus Çarı'nın "Moskof" luğu üzerindedir. Bırakmaz Çapanoğlu'nun. Çapanoğlu da, bu işle Padişah efendimiz ilgilenirken karışmak istememektedir. Bakmış olacak gibi değil, Padişahtan, Rus Çarı ile kendisinin muhatap olması hususunda izin alır.
Padişah bu izni verir vermez, Çapanoğlu Rus Çarı'na bir mektup yazar. Mektupta özetle:
-"Bir aya kadar oğlum Bozok'a döndü, döndü... Dönmedi, Yozgat'dan bir atlı ile çıkar, tahtını sarayını başına yıkarım." der.
Mektubu alan Çar, perişan olur. "Aman bindirin bu Çapanoğlu'nu da memleketine gönderin" emrini verir. Adamları:
-"Aman haşmetmeap, koca Padişahın tehditlerini dinlemediniz, ama Çapanoğlu'nhun bir mektiubu ile pes ettiniz!"
Rus Çarı sakalını karıştırır:
-"Siz Çapanoğlu'nu bilmezsiniz. O, Yozgat'dan bir atlı ile çıkarsa, Moskova'ya gelinceye kadar yüz bin atlı olur, başımıza bela alırız, hemen gönderin oğlunu!"

ÇAPANOĞLUNDAN HúKúM Kİ:
"YAZIN HALEP BEYİNE"

Çapanoğlu'nun çok sevdiği Kırtay'ı çalınmış. Eee, çalınan Çapanoğlu'nun atı. Tellallar çıkmış. Bey toplamış tüm hırsızları..
-"Bu Kırtay, üç güne kadar bulunacak!"
Emir, demiri keser, fakat bulunamamış tay. Herkes elleri boş dönmüş. Bunu duyan Şefaatli Dedeli köyünden Mercan Yusuf isili birisi, gider Çapanoğlu'nun huzuruna. Atını bulacağını, fakat, kendisine topukları
önde bir çizme yaptırması gerektiğini söyler.. Köşkerler anında yaparlar çizmeyi.
Kırtay'ın, Halep Beyi tarafından çaldırıldığını Mercan Yusuf kendi yöntemleriyle öğrenir. Gizlice beyin konağına girer. Kırtay, artık tamamdır, ama intikam için beyin hanımını da götürmek ister. Girer hareme, fakat olacağına bakın ki, kadın çıplaktır. Çıplak kadını zorla götürmeyi de Mercan Yusuf'un yiğitliği yemez.
Fakat kadının mahrem yerindeki beni de ister istemez görür. Çaresiz kalınca Kırtay'la döner ve Çapanoğlu'nun huzuruna çıkar. Olanları olduğu gibi anlatır. Çapanoğlu, hemen "Yazın Halep Beyine." der ve şu nameyi yazdırır:
-"Kırtay'ı getirdim. Karını da getirirdim amma, sen de, o da mahrem yerindeki ben'e dua edesiniz."
Eh, o devirde bir intikamın en katmerli şekli budur. Çapanoğlu bu arada Mercan Yusuf' a, köyündeki daha önce kendisine verilmeyen kızı da alır, meğer adamlar güzel kızlarını bir Bey'e vermek niyetindeymiş. Çapanoğlu, Mercan Yusuf'a da bir beylik vererek, hayır işini tamamlar.

MİSLİ MİSLİYLE ARKADAŞLIK ETSEYDİ

Kurbağa ile kaplumbağa arkadaş olmuşlar. Sakın asıl oldu demeyesiniz,olmuştur işte.Hatta samimiyeti o derece ileri götürmüşler ki, kolay kolay ayrılmıyorlar, ayrılınca da haberleşmeden edemiyorlarmış.
İşte bu haberleşmeyi kolay sağlayabilmek için bir yol aramışlar. Düşünmüşler, taşınmışlar, nihayet, ayrı oldukları zaman, birbirlerine iple bağlanmaya karar vermişler. Hemen arkasından da uygulamışlar. Biri ipi çektiği zaman, diğeri hemen ipi takip ederek dostunun yanına geliyor, hasret gideriyorlarmış.Kurbağa ile Kaplumbağa arasındaki bu muhabbet uzun zaman sürmüş. Hani derler ya, "Çok muhabbet, tez ayrılık getirir."
Olacaklar olmuş, bir gün, bir koca erkek kartal, gökyüzünde süzülürken, keskin gözleri ile, ağır aksak adımlarla, suyun kıyısındaki üzüm bağına doğru giden kaplumbağayı görmüş. Tabii, ayağındaki bir ipte, su kıyısındaki kurbağanın bağlı olduğunu bilmiyor.
Kartal, dalması ile, kaplumbağayı kapıp havalanması, yuvasına getirip, eşi ve yavrularının önüne atması bir olmuş.Tabii, bu arada, havalanan kaplumbağa ile, ona iple bağlı olan kurbağa da, yavru kartalların önüne gelmiş, iştahlarını kabartıyormuş. Kartalın eşi, erkek kartala sormuş:
-"Haydi bu kaplumbağayı gördün ve tuttun, ama bu lezzetli kurbağanın başına gelen nedir?" buyurmuş.
Erkek kartal:
-"O, haddini bilmez bir kurbağadır, kendisini bilse, misli misliyle arkadaşlık yapsaydı bu başına gelir miydi?" deyivermiş.

ATATúRK VE ÇÖRÇİL

Ne demişti Çörçil, Avam Kamarasında, Çanakkale yenilgisini anlatırken, Mustafa Kemal Paşa için: "Ne yapalım, dünyaya elli yılda bir dahi gelir, o da hep Türklere nasip olur!" İşte bunu diye
Çörçil'e gazeteciler sormuş.
-"Mustafa Kemal Paşa'yı nasıl bilirsiniz?"
Yüzünü ekşitmiş, korkusunu kapatmak için aşağılayıcı bir ifade kullanmış:
-"Kemal Paşa mı? Hıh..akşam sabah içer."
Hani gazetecilik biraz da müzevirlik demektir, işte bu müzevir gazeteciler hemen Çörçil'in söylediklerini yemeyip içmeyip Atatürk'e söylerler, kendisinin Çörçil hakkında ne düşündüğünü sorarlar. Paşa, şöyle bir bıyık altından gülümsedikten sonra cevabı yapıştırır:
-"Çok cesur gibi görünür ama!... İçen birini gördüğü zaman küçük çişini tutamaz, kaçacak delik arar!"

"BEN ÖKÜZÜM OĞUL"

Bölünmeye çok mu müsaidiz acaba? Lanet olsun. Düşman, bunu bildiği için, tarihin her devrinde bir yolunu bulup, zaman zaman bizi bölmeyi başarmış. Tabii sonunda da, çok can, çok vatan parçası, çok
namus... sel sebil olmuş küffar elinde.
Zaman, Milli Mücadele zamanı. Kıyam, başlamak üzere veya başlamış. Hemen milleti ikiye bölmüşler, bugünkü sağcı-solcu gibi. Kuvvacı mısın Padişahcı mısın. Haydi bakalım...
Hem Kuvvacılar, hem Padişahcılar, dağda bayırda milis gezdiriyorlar. Kime rastlarlarsa soruyorlar, "Padişahcı mısın Kuvvacı mısın?"
Vatandaş bilse, soranların tarafını söyleyecek. Atıyor birini, tutarsa ne ala, ama ya tutmazsa, yandı gülüm keten helva. Belki de kırk katır mı kırk satır mı?
Yaşlı bir Yozgatlı kağnı ile gidiyor. Çevirir sekiz-on atlı: -"Dur bakalım babalık, Padişahcı mısın, Kuvvacı mısın?" Yaşlı adam çok gün görmüş, çok cephe görmüş, başını iki yana sallar: -"Ben öküzüm evlatlar." -"Öküz mü?" -"Öküz ya, bildiğiniz öküz." -"O nasıl cevap ihtiyar?" -"Ben öküzüm evlatlar, kulağımdan kim tutarsa çifte o koşar. Yeter ki kulağımdan tutan namuslu olsun, vatanını milletini sevsin. Adam olsun. Ama siz, şucu musun, bucu musun diye milleti bölerseniz, düşmanı kim atacak vatandan, nasıl atacaksınız, bölünerek mi?" Tabii baskına giden, baskına uğrar. Atlılar işi uzatmadan, başları önünde orayı terk ederler. Hikayeler bahsini kapatatırken, bir atasözümüzü, kulaklara küpe kabilinden aktarmak istiyorum: "Er odur ki otuz iki dişiyle değil, otuz iki işiyle sever!"

İşine Karışmam


Adamın biri bir gün bahçesinde otururken Hayvan dışkısından top yapan bir böceği görmüş, böcek pisliği ayakları ile yuvarlayarak giderken içinden şöyle geçirmiş: 
- Ey Allahım! Her şeyi çok güzel çok hoş yaratmışsın da, şu böc eği sırf pislikle uğraşsın diye mi yarattın? Aradan bir kaç ay geçmiş adam umarsız bir hastalığa yakalanmış. Derdine kimseler çare bulamamış. En sonunda bilge bir doktor ''Bak demiş bazen bahçelerde gezen bir böcek olur ayakları ile pislik yuvarlar işte o yuvarladığı pisliklerden 40 gün boyunca aralıksız yiyeceksin" demiş. Adam 40 gün boyunca o pislikleri yemiş ve iyileşmiş. Aradan yıllar geçmiş aynı adam gemiye binmiş ve denizin ortasında çok büyük fırtınaya yakalanmışlar. Herkes bağırıp, çağırıp, ağlaşırken bu adam bacak bacak üstüne atıp sakince çayını yudumluyomuş. Birileri dayanamamış sormuş. "Biz yana yakıla dua edip bağırıp çağırıyoruz sendeki bu rahatlık ne be adam?
Adam şöyle cevap vermiş 
- KURBAN OLDUĞUMUN BİR KERE İŞİNE KARIŞTIM BANA KIRK GÜN BOK YEDİRDİ, İSTER YÜZDÜRÜR, İSTER BATIRIR BEN KARIŞMAM KARDEŞİM!

13 Aralık 2013 Cuma

Allah İçin Çalışırız


Son zamanlar dindən, tarixdən, tarixi şəxsiyyətlərimizdən "yazan", öz "qiymətli fikirlərini" paylaşanların sayı durmadan artır. Hamı özünü alim sayır... 
Yazdıqlarından isə təfriqə və nifaq üfunəti gəlir... 
Qardaşı qardaşa qarşı "cihada" səsləyən və bununla da dinimizin əsas ehkamı olan "Hər müsəlman digərinə qardaşdır!" prinsipini pozan beyinsiz fanatiklərdən tutmuş, tariximizin parlaq simalarını qarşı-qarşıya qoymaqdan çəkinməyən və özünü "üstün intellektual göstəricilərə malik dahi şəxsiyyət" hesab edən, əslində isə sadəcə gerizəkalı olan "hərşeyşünas"lara qədər.
Nə isə...
Deyilənə görə, bir neçə dərviş Konyada Hz. Mövlananın yanına gələr və «siz Mövləvilər nə edərsiniz, ya Hz. Mövlana?», - deyə soruşarlar. Mövlana "səma" etdiklərinə işarə edərək cavab verər:
- "Allah" deyər, dönərik.
Dərvişlər Konyadan Sulucakarahöyükə gələrək Hacı Bəktaşi Vəliyə Mövlanaya verdikləri sualı və Mövlananın cavabını xatırladaraq, onun da fikrini soruşarlar.
Hacı Bektaşı Vəli, «Biz bir dəfə "Allah" deyincə, bir daha dönmərik»-, deyərək kinayəli bir cavab verər.
Oradan Qırşəhərə keçən dərvişlər Əxi Əvrən sultanı taparlar. Mövlana və Hacı Bektaşla olan söhbətlərini nəql etdikdən sonra eyni sualı ona da yönəldərlər. Əxi Əvrən belə cavab verər:
- Biz, "Allah" deyib çalışarıq.

Sevdiklerimden

“Her Geleni Hızır, Her Geceyi Kadir Bil” 
“İnsanlar Arasında Evliya, Otlar Arasında Kimya Gizlidir.” 

SEVDİKLERİMDEN… 

Cemâat tek tük camiye girmekte… Vâiz kürsüde... Girenlerin arasında... O... Hızır Aleyhisselâm... Hızır da onlardan biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor. Kürsüde vâiz sohbete başlıyor... Hızır'ın yanına bir adam gelip oturuyor. Cami yavaş yavaş dolmakta... Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaziyette sallanıyor; ha uyudu ha uyuyacak. Hızır adamı dürtüklüyor: 
- Uyuyacaksın! 
Adam:
- Uyumam, beni rahat bırak! 
Hızır ses etmez, ancak ezan okundu okunacak, adam ha uyudu ha uyuyacak, bir daha dürtükleyerek: 
- Uyuyacaksın dedim. 
Adam: 
- Ben de sana “Uyumam, beni rahat bırak!” dedim. Rahat bırak beni. Rahat bırak yoksa, Hızır olduğunu söylerim. Buradan çıkamazsın, bu kalabalık sakalında bir tek tel bırakmaz... 
Hızır susar, gözlerini kapar, boynunu büker, Allah'a yönelir: 
- Ya Rabbim! Bu nasıl iştir? Bu kulun benim kim olduğumu bildi. Bu nasıl iştir ki, bendeki listede bunun ismi yok? 
Cevap gelir: 
- Sana verilen listede “beni sevenlerin” isimleri var. O ise “benim sevdiklerimden!”

Yol

ÖĞRENMEK YETMEZ HAYAT AKTARMAK DA GEREKİR

Durdu Güneş

Son yıllarda alışılageldiği üzere kişisel gelişim üzerine(ben kişilikli gelişim diyorum) dersler veriyorum. Bu dersler bazılarında etkili olurken bazılarında hiç etki uyandırmıyor. Esas olan alıcıdaki yetenek ve kararlılıktır.

Bu durum Buda'nın bir hikayesini hatırlatıyor.

Buda’nın yıllarca öğrencisi olan bir adam, hayatında hiçbir değişiklik olmamasından şikâyet eder. Buda’nın aydınlanma üzerine konuşmalarını yıllarca her gün dinlemesine rağmen, hala aydınlanamamıştır. 

Bir akşam cesaretini toplayıp, Buda’ya yaklaşır. “Yüce Bilge” der, “Yıllardır öğretilerini takip ediyorum. Aydınlanmaya giden yolu öğrenmeye çalıştım ama hayatımda hiçbir şekilde değişiklik olmadı.”

Buda sorar, “Peki ne soracaksın?”

“Yıllar boyu birçok insanın seni dinlemeye geldiğini gördüm. Kimi dinlemeye devam etti, kimi bir süre kaldı ve gitti. Rahibeler, fakirler, zenginler, erkekler, kadınlar, çocuklar seni dinledi. Bazıları amaçlarına ulaşmış görünüyordu. İç huzuruna kavuştukları belli oluyordu. Başkalarıyla ilgileniyorlardı, neşeli ve canlıydılar. Ama bu çoğu insan için geçerli değil. Çoğu insan sana geldiği ilk günden pek farklı değil. Hatta bazılarının yaşam koşulları daha kötüye bile gitti. Büyük bir bilgesin. İnsanlarla ilgileniyorsun. Gücünü onlara yardım etmek için niye kullanmıyorsun? Onlara büyük amaca ulaşmaları için niye yardım etmiyorsun?”

“Evin nerede?” diye sorar Buda.

Budanın yüz ifadesi şefkat doluydu ama verdiği yanıt konuyla hiç ilgili görünmüyordu. Adam, Buda’nın soruyu anlamadığını düşündü. Evinin bulunduğu kasabanın ismini söyledi. Ama birkaç yıldır evinden uzakta olduğunu iş aramak için farklı bir kasabada yaşadığını anlattı.

“Peki, evine bazen gidiyor musun?” diye sordu Buda.

“Elimden geldiğince sıkça gidiyorum” dedi adam. “Ailem hâlâ orada yaşıyor. Birlikte büyüdüğüm arkadaşlarım orada. Bir gün evleneceğimizi düşündüğüm kız arkadaşım orada.”

“ Oraya sıkça gittiğine göre yolu çok iyi biliyor olmalısın” dedi Buda.

“Avucumun içi gibi iyi bilirim” dedi genç adam. “Gözüm kapalı bile oraya gidebilirim.”
“Yolu bu kadar iyi biliyorsan, oraya nasıl gidileceğini soran birine yolu net ve doğru biçimde tarif edebilir misin?” diye sordu Buda.

“Bana oraya nasıl gidileceğini soran herkese en iyi tarifi daima veririm” dedi genç adam.

“Peki, sana yolu soran herkesin oraya gittiğini düşünüyor musun?” diye sordu Buda.

“Tabii ki hayır” dedi adam. “Bazıları soruyor ama daha sonra gitmeye zaman bulamıyor. Ya da gitmekten vazgeçiyorlar. Bazıları da daha sonra gideceklerini söylüyor.”

“Peki, gideceklerini söyleyenlerin kaçı kasabaya varıyor?” diye üsteledi Buda.
“Kasabaya giden yol zorlu bir yol. Bazıları yarı yoldan dönüyor. Bazıları epey yol aldıkları halde daha fazla dayanamayıp geri dönüyor. Sadece kasabaya gitmeyi amaç edinenler kasabaya varıyor” diye yanıtladı genç adam.

“O zaman ikimiz de benzer bir deneyim yaşıyoruz” dedi Buda. “İnsanlar bana geliyor. Çünkü yolu çok iyi bildiğimi düşünüyorlar. Onlara yolu anlatmamı istiyorlar. Yolun tanımını dinlemekten keyif alıyorlar. Ama hepsi yola çıkmayı seçmiyor. Ya da yolun tamamını yürümek istemiyor. Bu nedenle de büyük amaca herkes ulaşmıyor. Tıpkı senin gibi, ben de herkese yolu net bir şekilde tanımlıyorum. Ama onları ittirerek ya da sırtımda taşıyarak oraya götüremem. Söyleyebileceğim tek şey, yolu kendim yürüdüğüm için bu yolculukla ilgili deneyimlerimi onlarla paylaşmak. Bu benim deneyimim. Deneyimlerimi seninle de başkalarıyla da zevkle paylaşırım. Ama daha fazlasını yapamam. Sen de amacına ulaşmak istiyorsan, yolda kendin yürümelisin.”

12 Aralık 2013 Perşembe

Derse Gelmek

Aziz Efendi medrese talebesidir. Böyle soğuk bir İstanbul sabahında, her tarafı kar kaplamıştır. Müderris, diz boyu kar yığıldığını görünce, "Bugün talebeler derse gelmez. Ben de gitmeyeyim." diye geçirir aklından ama tam böyle düşünürken, "Ama Aziz Efendi gelir." der. Eşeğine biner, medreseye varır. Bakar ki Aziz Efendi gelmiş. Müderrisin odasındaki ocağı uyandırmış (Eskiler "ocağı yakmak" demezler, "ocağı uyandırmak" derlerdi.) ve müderrisi bekliyor.
İşte o Aziz Efendi 20. yüzyılın en büyük hattatlarından olur.

İktidara tapınanlar ve Amerikan tasması


Dünyaca ünlü Kazak şair, Muhtar Şahanov, “Uygarlığın Yanılgısı” nda Büyük Türk Hanlığı’nın çöküş sebebini anlatıyor: 
-Bir Arap hükümdar, Otrar’da doğan Farâbî’ye, “Benim ülkemi nasıl bir gelecek bekliyor?” diye sormuş. Fârabî, bu soruya cevap verebilmesi için hükümdarın bir davet vermesini istemiş ve “Size en yakın olanları tahta yakın oturtun. Oturma düzenini size yakınlık derecesine göre sağlayın. Saygınızdan nasibi az olanları en sona bırakın” demiş. Hükümdar, birinci sıraya muhteşem giysileriyle en zenginleri, yâni tüccarları, sonra sırasıyla akrabalarını, mevki sahiplerini, hâkimleri, saray görevlilerini yerleştirmiş. Kapıya yakın yerde birkaç tedirgin adam varmış. Diğerlerinin onlara tahammül edemediği de açıkça belliymiş. “Kim bu insanlar?” demiş bilge. Hükümdar, “Yazar, şair takımı” demiş, “Kendilerini neredeyse benden akıllı sanıyorlar.” 
Bunun üzerine Farâbî, dâvetin sonunda, yalnız kaldıklarında cevabını vereceğini söylemiş ve herkes çekildikten sonra başlamış söze:
“Düşündünüz mü hiç, / Neden yıkıldı, / O kocaman Türk hanlığı? / Asıl sebebi şudur: / Kalabalık ordularıyla / Düşmanı yendiği halde / Yüksek kültürüyle / Durduramadı... / Önemli makamlara / Bezirganları getirdiniz; / Milletin kaderini / Ellerine verdiniz. / Bezirgan yüksek fiyat verene / Satar herkesi, her şeyini. / Bir ülke eğer geliştirmezse / Manevi değerlerini / Zamanla kölesi olur / İstemese de, / Manen güçlünün. / Maneviyatsız millet / Tavuk gibidir, / Uçamaz yükseklerde! / Ama acımasız zaman, / Korkunç balyoz vuruşunu, / Mutlaka indirecektir / Başınıza, korunun!” 
Ve bilge, kalbi sızılar içinde sarayı terk etmiş. 
***
Şahanov, Jeltoksan isyanında, arkadaşını korumak uğruna kendisini feda eden bir Kazak kızının hikayesini anlattıktan sonra haykırıyor:
“Tehlikeyi göze alamayan / Tehlikeye atılmayan herkes / Korkak değildir, / Fakat yok olursa, Tehlikeye atılmak, / Kişilik de yok olur.” 
Ve yine haykırıyor: “Aydını olmayan millet, ahlâksız kadın gibidir! Onsuz halk, halk değildir; Aptal bir sürü gibidir.” 
***
Şahanov, daha sonra Stalin dönemini hatırlatıyor ve “Kanımızı zehirliyordu / Herkes için geçerli olan kural: / ‘Karnın tok ve rahat / Uyumak istiyorsan, / Gözlerini tamamen kapat, / Tüm yeteneklerinle, / Önderini göklere yücelt / Kalmayacak hiçbir derdin’ / Dalkavukluk yapıyordu herkes. / Ve bu yüzden diktatörlerin, / Manevi önderlere karşı alerjisi vardır. / Belki de bunun sonu yoktur” diyor. 
Tabiî Türkiye’de çıkar grubu oluşturmuş insanların sadece liderlerini değil, liderlerinin yaptıklarını da yücelttiğini, üstelik dalkavukluğun sadece Türkiye’deki liderlere değil, Avrupa ve Amerika’nın liderlerine de yöneldiğini tespit edersek, bu yüzden köleleşme anlamına gelen küreselleşme ve Avrupa Birliği edebiyatı ile millet iradesinin nasıl yok edildiğini, neden doğal bir servet üzerinde otururken halkın açlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını da anlayabiliriz. Şahanov’un belirttiği gibi, “İktidarın bulunduğu yerde, / Kaçınılmaz tapmanın tehlikeli virüsü” var.
Türkiye ne zaman mı düzelir? 
İktidara tapınma ve dalkavukluk sona erdiği, tehlikeyi göze alabilen, gerçek aydınlar prangaları kırdığı zaman.
Arslan Bulut 
http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=22924

5 Aralık 2013 Perşembe

Çoluk Çocuk

İMAM İLE PAPAZ'IN BAŞLAMADAN BİTEN MÜNAZARASI 

İmam efendi, ehli kitap ile münazara için patrik ve papazların olduğu tartışma ortamında ilk cümlesi şöyle olmuş:
 - “Papaz efendi, çoluk-çocuk nasıl?” 
Papaz , kibirle yüzünü ekşitmiş; 
- "Hıristiyan din adamlarına münâzaraya geliyorsun da, daha papazların, papanın çoluk-çocuk edinmek gibi süflî (aşağılık)işlerle meşgul olmadığını bilmiyorsun öyle mi! Bu ne cehâlet!” ... 
İmam gülmüş;
 - “Bilmediğimden değil... Fakat; Kendinize bile yakıştıramadığınız, süflî iğrenç bulduğunuz, eş ve evlât edinme vasfını Allâh’a isnad edişinizdeki tutarsızlığı size söyleteyim dedim. (Esbap)

3 Aralık 2013 Salı

Bazen toplama işlemi için el parmakları yetmeyebilir.

Çiçero Teorisi

USTAYLA ÇIRAK


Nermi Uygur
Eğitimci, dağ kılavuzu. Her öğrenciyle yeniden tırmanır, her birinin ilgileri sorularıyla yeni görüp yaşar.

En yetkin eğitim-düzeni, yanlışları en kısa sürede en uygun biçimde düzeltebilme donatımı sağlayan eğitimdir. Bunun için bolca usta yetiştirmek gerekir. Usta, gerçek ustaysa az rastlanır bir pırlantadır. Yetkin eğitime gelince, zor mu zor bir kültür başarısı. Yetkin eğitim eğitim ustalarının işidir her şeyden önce. Oysa usta…Yaman bir döngü.

Her çırak usta olamaz. Her usta çırak olmuştur.

Usta öğüt vermez, yönerge koymaz, ortalama söylemez, örtük açık gütmez. Durur, bakar, dinler, gösterir, susar, konuşur, güler… Usta, çırağın kendini bulmasında çırağa arkadaşlık eder.

Ustanın Bilgeliği

Usta, çırağını, görünüşte belirli bir uğraş doğrultusunda ufak-tefek işlerle oyalarken, çırağı kendi özüne en uygun biçimde olgunlaşmaya bırakan kişidir. Çırak için olgunlaşmanın ne denli zor bir süreç olduğunu iyice bildiği içindir ki, usta, çırağı oyalarken oyalamada gösterir ustalığını. Genellikle tezcanlıdır ama çıraklar; her şeyi bir günde öğrenmek isterler. Oysa öğrenim belli bir yavaşlıktır; çünkü öğrenim kişi olgunluğunun bir parçasıdır. İşte bundan usta, çırağın, insan olarak yaşayıp yetişmesini elden geldiğince çarpıtmadan düzenleyip denetmekten başka bir görevle görevlendirmez kendini. Böylece, ustanın çırağa en büyük katkısı : belirli bir iş yetisi, bir yapma becerisi aktarmak değil, çırağın iş dışında kendi kendisini yetiştirmesine yardımcı olmaktır. Belirli bir işte çıraktan inceden inceye başarı bekleyip çırağı tekyanlı bir alıştırmalar zincirine bağlayan sözümona usta, çırağın yetişip gelişmesini darlaştırır aslında.

Zararsız ilâçlarla hastaları oyalarken, hastaların doğayla kendi kendilerine göz-kulak olmalarını sağlayıp izleyen hekimler gibidir ustalar.

Ustanın işi örnek’ledir, düpedüz örnek vermekle değil ama. Tıpıtıpına uyulması gereken örnekler veren kişiye usta denmez. Ustanın tek örneği kendisidir.

Çok yönden çıraklığın ustalıktan daha çekici olduğuna içten inanmayan usta, işinden pek bir tat almaz. Tat almadıkça da iş düpedüz iştir.

Ustanın çırağına aktarabileceği en önemli “bilgi”, belki de, en önemli “bilgilerin” başkalarına aktarılamıyacağıdır.

En önemli olanı, olsa olsa ustanın yardımıyla kendisi bulup özümseyebilir.

Sözümona “küçüleceğim” diye, “özgürlüğümü yitireceğim” diye ürküp çırak olmayı göze alamayan, usta olmayı hiçbir zaman ummamalıdır.

Çıraklığı kişiliğin silinmesi diye yorumlamak yanlıştır.

Çıraklık, kişiliğe götüren öğrenim ve eğitim süreçlerinin kapsadığı zamandır.

Ustası “oldu” demeden “ben usta oldum” diyen, ustalıktan anlamayanlarca alkışlansa da, bilenlerin gözünde iyi bir çırak bile değildir.

Ustasına inançla bağlanıp güvenmeyenin ustası yok demektir.

Her çırak kendine yaraşan ustayı bulur.

Ustaya, kendisi için vazgeçilmez bir varlık gözüyle bakmayan, henüz ustasını bulmamıştır. Gücünü kötüye kullanmaksızın çırağın kendisine bu gözle bakmasını sağlayamayan usta, “çırağım var” demesin.

“Ben çıraksız da ederim” diye düşünen usta mutsuz ve güdüktür.

Kendi özüne ustalık edip yetiştiren usta her yüzyılda birkaç taneyi geçmez.

Çırağın kötüsü, çabuk yükselmek için elden geldiğince ustasının suyuna gider.

Ustanın kötüsü, çırağının yaptığı her şeyi beğenip bolkeseden başarı belgesi dağıtır.

Yalnızca öğretene, kararlamadan öğretene, herkese aynışeyi aynı biçimde öğretene usta adı yaraşmaz. Usta, öğretiden başka şeylere de gereken önemi vermesini bilen; öğrenciye özgü kişiliğin gerçekleşmesini çepeçevre göz önünde bulunduran kimsedir.

Bir şey öğretenlerin pek azı ustadır.

İlk Görev Olarak

İlk görev olarak, kafa uyuzluğunu, gönül tamtakırlığını, düşünme yavanlığını, istem çelimsizliğini, yaşama ezberciliğini gidermeye yönelmeyen sözümona ustalar ha varmış ha yokmuş.

Ne gösteriş kurullarının, ne düzmece alkışların sürekli bir ustalığı onaylamaya gücü yeter.

Sorunları kendi başına çözmeyi denemede öğrencisine bilgi, sezgi, yetenek ve yüreklilik kazandırmayan öğretmen zararlı bir öğretmendir.

Aktardığı bilgi ve beceriden ötürü birini hoca diye belleyen bir öğrencinin hocadan haberi yoktur. Gerçek hoca bir aracı olarak değil, kendisi için sevilip sayılan; çoğun, öğrencisinin yaşama-tutumunu kökünden değiştiren büyük bir mutluluk pınarı, aranan bir yazgı, unutulmaz bir karşılaşma, eşsiz bir anlam-kaynağıdır.

Hepimiz Çırağız

Öğreneceği şeyleri çabucak öğrenmek isteyen çırak, aslında uğraşını küçümsemekte, dolayısıyle de özünü küçültmektedir. Zor uğraşların ustası olmak için uzun süren çıraklıkları göze almak, böyle bir çıraklığı yükü tadıyla sevmek gerekir. Dostluk, bilim, bilgelik, musîki, yazarlık, felsefe türünden insanı yücelten tüm güzel şeyler için de bu böyle değil midir?

Eninde sonunda hepimiz insanlık çırağıyız.

Ustayla çırak iki ayrı kişidir ama, gerekli uyum varsa, ikisini birden sarıp sarmalayan ikisi-bir’de kaynaşırlar.

Öğrencisiz hoca : kokusuz gül.
Hocasız öğrenci : güneşsiz ağaç.

NERMİ UYGUR
Yaşama Felsefesi, sh.73-76, Çağdaş yy.Ekim/1981

Dünyada Ne Var Ne Yok?

Bir gün meşhur Bekri Mustafa meyhane dönüşü bir caminin yanından geçer. Merhum yine kör kütük sarhoştur. Bir adamcağızında o anda cenazesi caminin musallasına konmuş namazını kıldıracak bir hoca aramaktalar.
Bekri Mustafa'da kelli, felli kalıbı yerinde bir ayyaş! Adamlar kalıbına ve başındaki kavuğuna bakarak ayyaşlar kralını imam zannederler ve cenazenin namazını kıldırmasını rica ederler. 
Bekri ne kadar; 
-Yahu ben hoca falan değilim, dese de,kimseleri inandıramaz.ricalar yalvarma kertesine gelince, Bekri dayanamaz ve cenazenin namazını kendi usulüne göre kıldırır. Sonra da ölünün üstüne eğilip kulağına bir şeyler fısıldar, adamlar sevinirler, bir o kadar da şaşırırlar. 
-Yahu bu adam sadece imam değil aynı zamanda veliymiş de, derler. Sonra Bekri'ye dönüp ; 
-Hocam tevazu ile imamlığını gizlemek istedin ama biz senin ayni zamanda bir veli olduğunu da anladık, derler ve ölünün kulağına ne söylediğini kendilerine anlatmasını rica ederler. Bekri Mustafa;
-Ne konuştum efendiler biliyor musunuz, der.
-Dedim ki; "Ahirete gittiğinde 'Dünyada ne var yok?' diye sorarlarsa, sen 'Bekri Mustafa imam olmuş namaz kıldırıyor de! Gerisini onlar anlarlar' " demiş.