9 Kasım 2015 Pazartesi

Kısa Hikayeler

http://alacasite.blogspot.com.tr/

6 Ekim 2015 Salı

İNSAN TÜRÜNÜN TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK HATA

İNSAN TÜRÜNÜN TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK HATA

IMG_3658.GIF
Pulitzer ödüllü evrim biyoloğu ve popüler bilim yazarı Jared Diamond‘un Discover dergisi Mayıs 1987 sayısında yer alan bu makalesi büyük ihtimalle yıllar sonra çok daha fazla önem kazanacak. Türkçe’ye hiç çevrilmemiş, bu nedenle İngilizce bilmeyenlerin de okuyabilmesi için ben çevirdim.
Dünya haritasına bakarsanız şu anda çöl olan yerlerin önemli bir kısmı uzak geçmişte yoğun şekilde tarım yapılan bölgeler. İnsan eliyle zorla yetiştirilen yabancı bitkilerin istilası ve tarım alanı açmak için yapılan orman katliamlarının sonucu. Bizi özellikle Ortadoğu ilgilendiriyor, çünkü tarımın icat edildiği yer. Ve her zaman dünyanın en karışık ve kavgalı bölgesi oldu. Makaleyi okuduğunuzda dinlerin, din savaşlarının ve daha pek çok toplumsal olgunun neden buradan ortaya çıktığını anlayacaksınız. Orijinal makaleye aşağıdaki bağlantıdan ulaşılabilir:

İnsan Türünün Tarihindeki En Büyük Hata
(The Worst Mistake In The History Of The Human Race)
Bilim, kendimiz hakkında sahip olduğumuz abartılı imajda tarih boyunca pek çok kez dramatik boyutta değişikliklere sebep oldu. Astronomi gösterdi ki dünyamız evrenin merkezi değil, aksine milyarlarca gök cisminden sadece bir tanesi. Biyolojiden öğrendik ki bedenimiz bu haliyle bir anda (damdan düşer gibi) yaratılmadı, milyonlarca tür ile birlikte evrimleşen canlı türlerinden sadece birisiydi. Şimdiyse arkeoloji bir kutsal inanışı daha yıkıyor: İnsanlığın son milyon yıllık tarihinin uzun bir ilerleme hikayesi olduğu inanışı. Özellikle de son bulgular, aslında daha iyi bir hayata ulaşmamızı amaçlayan tarıma geçiş kararımızın, bizi asla kurtulamadığımız  bir felakete sürüklediğini gösteriyor. Tarım ile birlikte varlığımızı lanetleyen büyük sosyal eşitsizlik, cinsiyet eşitsizliği, hastalıklar ve despotizmle tanıştık.
İlk başta bu yenilikçi yorumun karşısında olan kanıtlar günümüzde reddedilemez gibi görünebilir. Neredeyse her alanda orta çağ insanlarından daha ilerideyiz, onlar mağara adamlarından daha ilerideydi, mağara adamları da insansı primatlardan. Sadece avantajlarımıza bakalım. Tarihteki en çeşitli ve bol gıda kaynaklarına sahibiz, en iyi aletler ve malzeme bizim, çok daha uzun süre yaşıyoruz. Çoğumuz açlık ya da yırtıcı hayvan gibi tehlikelerden uzak. Enerjimizi petrol ve makinelerden sağlıyoruz, terleyerek değil. Günümüzde herhangi bir teknoloji karşıtı bile hayatını bir mağara adamı, orta çağ köylüsü ya da insansı maymun ile değişir miydi?
Geçmişimizin büyük kısmında avcılık ve toplayıcılık ile geçiniyorduk: Vahşi hayvanları avlıyor ve yabani meyve – sebzeleri topluyorduk. Filozofların geleneksel olarak nahoş, kaba ve kısa bir hayat olarak gördükleri bir hayat türü. Bu görüşe göre aç kalmamak için her gün nefes almaksızın yeni bir mücadele başlıyordu, çünkü  hiç bir besin yetiştirilmiyor ve çok azı saklanabiliyordu. Bu ‘zavallı’ durumdan kaçışımız sadece 10 bin yıl önce mümkün olmuştu, dünyanın değişik kısımlarında bitkiler ve hayvanlar evcilleştirilmeye başladığında. Tarım devrimi günümüze kadar geldi ve sadece az sayıda avcı & toplayıcı kabile kaldı.
Benim de yetiştiğim ilerlemeci (progressivist) bakış açısından bakıldığında “Neden avcı toplayıcı atalarımızın tamamına yakını tarıma geçiş yaptı?” sorusu saçma bir soru olarak gözükür. Elbette tarımı benimseyeceklerdi çünkü tarım, daha az emekle daha çok besin elde etmeyi sağlamanın verimli bir yoluydu. Ekilmiş tohumlar aynı boyutlardaki bir arazide dağınık olarak bulunan yabani kökler ve yemişlerden çok daha fazla mahsül veriyordu. Yemiş aramaktan ya da yabani hayvanları kovalamaktan yorgun düşmüş bir avcı toplayıcı topluluk hayal edin, bunların bir tarlayı ya da otlaktaki bir evcil koyun sürüsünü gördüğünde tarımın avantajlarını anlaması kaç milisaniye sürerdi?
Hatta ilerlemeci görüş, bir kaç bin yıl önce sanatın ortaya çıkmasını da tarımın faydalarından biri olarak anlatacak kadar ileriye gider. Mahsüller saklanabildiği için, ve bir meyveyi bahçeden toplamak yabanda aramaya göre daha az vakit aldığı için tarım bize avcı toplayıcıların asla sahip olmadığı boş zamanları vermişti bu görüşe göre. Böylece Parthenon’u inşa etmemizi ve B-Minör Ayin’i bestelememizi sağlayan tarımdı.
İlerlemeci görüş gerçekten iddialı gözükse de, ispatı aslında gerçekten zor. 10 bin yıl önce insanların hayatlarının avcı toplayıcılığı bırakıp tarıma geçerek iyileştiğini nasıl ispat edeceksiniz? Yakın zamanda, arkeologlar ilerlemeci görüşe (şaşırtıcı şekilde) hiç de uymayan sonuçlara dolaylı testler sonucunda ulaşmaya başladı. Dolaylı testlere bir örnek: Yirminci yüzyıl avcı toplayıcıları gerçekten de günümüz çiftçilerine göre daha mı kötü durumda? Örneğin dünyanın değişik bölgelerine yayılmış düzinelerce -sözde ilkel- gruplardan biri olan Kalahari Çalı adamları (Bushmen) hayatını bu şekilde devam ettirmekte. Gerçek öyle ki bunlar çiftçi çağdaşlarına göre çok daha fazla boş vakte sahipler, çok daha iyi uyuyabiliyorlar ve çiftçilikle geçinen komşularından çok daha az çalışıyorlar. Örneğin yemek edinmek için harcanan süre Çalı adamları için haftada 12 ila 19 saat,  Tanzanya’daki Hadza göçebe grubu için de 14 saatin altında. Bir Çalı adamına neden komşu kabile gibi tarım yapmadıkları sorulduğunda cevabı şu olmuştu: “Neden tarımla uğraşalım ki? Dünyada bu kadar çok mongongo cevizi varken.”
Çiftçiler pirinç ve patates gibi yüksek karbohidrat içeren besinlere yoğunlaşırken, günümüz avcı toplayıcılarının yabani meyve-sebze ve hayvani gıdalardan oluşan diyeti çok daha fazla protein ve çok daha dengeli bir besin karması oluşturmakta. Bir çalışmada Çalı adamlarının günlük besin alımında 2140 kalori ve 93 gram protein bulunduğu ortaya çıktı. Bu miktar onların beden ağırlığına göre önerilenden de daha fazlaydı. 75 türün üzerinde yabancı bitkiyle beslenebilen Çalı adamlarının, 1840 patates kıtlığında binlercesi hayatını kaybeden (tek bir gıdaya bağlı yaşadığı için, ç.n.) İrlandalı çiftçiler gibi açlığa mahkum olarak ölebileceklerini düşünmek neredeyse imkansız.
Sonuç olarak en azından hayatta kalan avcı toplayıcıların yaşamı hiç de nahoş ve tatsız değil, üstelik çiftçi komşularının onları en kötü topraklara sürmüş olmasına rağmen. Ancak günümüzün avcı toplayıcıları son binlerce yıldır çiftçi komşularıyla omuz omuza yaşadıkları için bize tarım öncesi gerçek koşullar hakkında sağlıklı bilgi veremez. İlerlemeci görüş uzak geçmiş hakkında kesin bir yargıda bulunuyor: “Tarıma geçtikten sonra ilkel insanların yaşam koşulları da iyileşti.” Arkeologlar bu geçişin tam olarak ne zaman olduğunu tarih öncesi atık alanlarındaki bitki kalıntılarını yabani olanlar ve yetiştirilmiş olanlar şeklinde ayrıştırarak tespit edebiliyor.
Tarih öncesi çöpleri üretenlerin sağlık durumu nasıl tahmin edilebilir, ve böylece ilerlemeci görüş doğrudan sınanabilir?  Bu soru ancak geçtiğimiz yıllarda yanıtlanabilir hale geldi. Paleopatoloji adlı bilim dalı sayesinde. Bu bilim dalı tarih öncesi beden kalıntılarındaki hastalık belirtilerini inceliyor.
Bazı şanslı durumlarda, paleopatologlar neredeyse günümüzdeki bir patolog kadar çalışma malzemesine sahip olabiliyor. Örneğin, arkeologlar Şili çöllerinde sağlık durumları otopsiyle belirlenebilecek kadar iyi durumda mumyalaşmış bedenler buldu (Discover, Ekim 1987). Ve Nevada’nın nemden uzak mağaralarında yaşamış Amerikan yerlilerinin atıkları bağırsak kurtlarının ve diğer parazitlerin tespitini mümkün kılacak kadar iyi durumdaydı.
Çoğunlukla yapılacak bir çalışma için tek kalıntı insanların iskeleti olur, ancak iskeletlerden de şaşırtıcı miktarda çıkarım yapılabilir. Öncelikle bir iskeletten sahibinin cinsiyeti, ağırlığı ve yaklaşık yaşı anlaşılabilir. Pek çok iskeletin bir arada bulunduğu ender durumlardaysa, hayat sigortası şirketlerinin yaptığı gibi yaşa bağlı ölüm riski tabloları hazırlanabilir. Paleopatologlar değişik yaşlardaki iskeletlere bakarak büyüme oranlarını hesaplayabilir, diş minesi hasarları için dişleri inceleyebilir (çocukluktaki beslenme bozukluğu göstergesi), anemi yüzünden kemiklerde kalan izlere bakabilir, tüberküloz ya da diğer hastalıkları tespit edebilir.
Paleopatologların iskeletlerden elde ettiği çıkarımlar arasında tarih boyunca insan boyundaki değişim öne çıkmakta. Yunanistan ve Türkiye’de buzul çağının sonlarından kalan iskeletlere bakıldığında erkekler için ortalama uzunluk cömert bir rakam olan 1,75 m ve kadınlar için de 1,65 m idi. Tarıma geçişle birlikte boylar dramatik şekilde kısaldı; M.Ö. 3000’e gelindiğinde erkekler için ortalama 1,60 m ve kadınlar için 1,52 m. Klasik dönemde boy uzunluğu hafif derecede arttı, ama günümüzde Yunanlılar ve Türkler hala uzak geçmişteki atalarının ortalama boy uzunluğuna erişmiş değil.
Paleopatolojinin diğer bulgularından birisi de Ohio ve Illinois nehir vadilerindeki Amerikan yerlisi iskeletlerinden elde edildi. Dickson Mounds adı verilen yerde arkeologlar yoğun darı tarımının sağlık durumuna etkisini gözleyebilecekleri M.S. 1150 civarından kalma 800’den fazla iskelete ulaştılar. Massachusetts Üniversitesi’nden George Armelagos ve meslektaşlarının çalışmaları bu erken tarımcıların yeni hayat tarzlarından dolayı ciddi bir bedel ödediklerini ortaya koydu. Kendilerinden önceki avcı toplayıcılarla kıyaslandığında gıda eksikliğinden kaynaklanan diş minesi hasarları %50, demir eksikliği kaynaklı anemi 4 kat, mikrobik hastalık nedenli kemik lezyonları 3 kat daha fazla gözleniyordu. Ayrıca ağır fiziksel çalışma kaynaklı omurga hasarları da yine sadece bu grupta gözleniyordu. Tarım öncesi toplumda ortalama yaş beklentisi 26 iken tarım sonrasında bu 19 yaşa iniyordu. Yani dengesiz ve yetersiz beslenme ile tarım kaynaklı mikrobik hastalıklar bu grubun hayatta kalmasını zorlaştırıyordu.
Kanıtlara bakıldığında bu Amerikan yerlisi gruplarının tarıma geçişi bir tercihten çok zorunluluktu. Çünkü sayıları hızlı bir şekilde artıyordu ve bu nüfusu doyurmak gerekiyordu. “Çoğu avcı toplayıcının mecbur kalıncaya kadar tarıma geçtiğini düşünmüyorum. Geçtiklerinde de miktarı kaliteye tercih ettiler.” diyor Tarımın Kökeninde Paleopatoloji adlı kitabı Armelagos ile birlikte yazan Mark Cohen: “10 yıl önce bu iddiamı pek kimse desteklemiyordu. Ama şimdi genel kabul gören, ve tartışma yaratan bir fikir haline geldi.”
Tarımın sağlığa kötü etki yaptığını anlatan en az üç grup neden var. İlk olarak, avcı toplayıcılar çok çeşitli beslenirken, erken dönem tarımcılar az sayıda nişastalı ekin türüyle idare ediyordu. Tarımcılar beslenmedeki kalite düşüşü karşılığında daha ucuz kaloriler elde ettiler (Bugün sadece 3 karbohidrat bazlı gıda — buğday, pirinç ve mısır — insan türünün kalori alımının büyük çoğunluğunu oluşturuyor ve üçü de yaşam için gerekli vitamin ya da amino asitler bakımından yetersiz). İki, tarımcılar az sayıda ekin türü ektiği için ekinlerden birisinde sorun çıkması durumunda açlık riskiyle karşı karşıya kalıyorlardı. Son olarak, tarım giderek daha kalabalıklaşan yerleşimleri teşvik ediyordu ve komşu yerleşimler arasındaki ticaret nedeniyle parazitler ve bulaşıcı hastalıklar yayılıyordu. Nüfus dağınık ve hareketli halde olduğunda salgınlar tutunamıyordu. Tüberküloz ve ishal tarımla birlikte yaygınlaştı, kızamık ve veba gibi salgınlar ise büyük şehirler ile birlikte.
Beslenme bozukluğu, açlık ve salgınlar dışında, tarım insanlık üzerine başka bir lanet daha getirdi: derin sınıf ayrımları. Avcı toplayıcılar yiyecek stoklamıyordu ya da çok az stokluyordu, konsantre besin yetiştirebilecekleri tarla ya da sürülere sahip değillerdi: günlük olarak avladıkları hayvanlara ya da topladıkları yabani besinlerle hayatlarını sürdürüyorlardı. İşte tam da bu yüzden sırtını diğerlerlerinden elde edilen bol miktarda besine dayayarak semirmiş kralları ya da sosyal parazitleri (ya da Türkiye’nin doğusunda bulunan ağa adlı toplumsal iltihapları) yoktu. Yalnızca tarımcı bir toplumda hastalıktan kırılan hasatçı kitlelerin sırtından geçinen sağlıklı ve hiç birşey üretmeyen elitler oluşabilirdi. Antik Yunan’daki Mycenae’de bulunan M.Ö. 1500 yılından kalma kemiklere bakıldığında, kraliyet mensuplarının sıradan halka göre daha sağlıklı ve daha iri yapılı oldukları gözleniyordu. Örneğin dişlerinde ortalama 6 çürük yerine 1 çürük bulunuyordu. Şili’de de benzer şekilde elitlerin iskeletleri sadece üzerlerindeki takılardan değil, kemiklerinde 4’te 1 oranında daha az lezyon görülmesiyle ayrışıyordu.
Beslenme ve sağlık durumu arasındaki benzer karşıtlıklar bugün küresel ölçekte gözleniyor. ABD gibi zengin ülkelerdeki insanlara avcı toplayıcılığın erdemlerini övmek gülünç olabilir. Fakat Amerikalılar da elittir, kötü sağlık koşullarına sahip zayıf beslenme düzeyindeki ülkelerden elde edilen petrol ve minerallere dayandığı için. Etyopya’da bir tarla işçisi olmakla Kalahari’de sağlıklı bir avcı toplayıcı olmak arasında seçim yapmak gerekse hangisi seçilirdi?
Tarım cinsiyetler arasındaki eşitsizliği de körüklemiş olabilir. Göçebe hayattaki bebeğini taşıma zorunluluğu da ortada kalmadığı için, tarlada daha fazla ele ihtiyaç olduğundan avcı toplayıcı hemcinslerine göre çok daha fazla doğum yapan tarım kadınının bu nedenle sağlığı da çok daha kötüleşiyordu. Örneğin yine Şili’deki mumyalarda kemik lezyonları kadın iskeletlerinde çok daha fazla görülüyordu.
Tarım toplumlarında sıklıkla kadın eziyet nesnesi olmuştur. Günümüzün Yeni Gine tarım toplumunda çoğu zaman kadınlar ağır meyve-sebze ve odun yükleri altında ezilirken erkekler elleri boş gezerler. Yeni Gine’de kuş gözlemi için bulunduğum bir sırada köylülere bazı yükleri havaalanından kampıma taşımaları için ödeme yapmayı önermiştim. Ağır pirinç çuvallarının bulunduğu erzağı öncelikle erkeklere dağıttık. Kampa ulaştıklarında en hafif yükleri erkekler taşırken en ağırlarını zorlukla kadınlar taşıyordu.
Sanatın oluşmasında boş vaktimiz olmasını sağladığı için tarımın etkisi olduğu iddiasına gelince, günümüzdeki avcı toplayıcılar en az tarımcılar kadar çok boş zamana sahipler. Boş vaktin bu kadar vurgulanmasının yanlış yönlendirici olduğunu düşünüyorum. Eğer isteselerdi, gorillerin kendi Parthenon’larını inşa edecek kadar boş vakitleri vardı. Tarım sonrası teknolojik gelişmeler yeni sanat türlerini ve eserleri saklama yöntemlerini ortaya çıkarmış olsa da, 15.000 yıl önce de avcı toplayıcılar tarafından muhteşem sanat eserleri üretiliyordu. Son yüz yılda bile Inuitler ve Kuzeybatı Amerikan yerlileri tarafından çok değerli sanat eserleri ortaya konulmaktaydı.
Böylece tarımın ilerlemesiyle elitler çok daha iyi duruma geldi, ama insanlığın büyük kısmının koşulları daha da kötüleşti. İlerlemeci görüşün iddia ettiği üzere tarımı bizim için iyi olduğundan dolayı benimsediğimizi kabul etmek yerine, yan etkilerine rağmen nasıl onun tuzağına düştüğümüzü sormamız gerekiyor.
Yanıtlardan biri “Güçlü olan haklıdır” deyişinin özüne iniyor. Tarım avcı toplayıcılığa göre çok daha fazla insanın yaşamasını destekleyebiliyor, daha düşük bir hayat kalitesinde olsa da. Avcı toplayıcıların ortalama nüfus yoğunluğu 10 mil karede 1 kişi iken, tarımcı topluluklarda bu rakam 100 katına ulaşıyor. Kısmen bunun nedeni bir ekili alanın aynı miktarda ormana göre çok daha fazla kişiyi besleyebilmesi. Ve kısmen, çünkü avcı toplayıcıların çocukları büyümeden yeni çocuk yapmaları imkansız. Tarımcı kadınların ise böyle bir kısıtlaması yok, iki yılda bir doğurabilirler.
Buzul çağının sonlarına doğru avcı toplayıcıların nüfusları arttıkça bir karar noktasına geldiler, ya tarımı seçerek büyüyen nüfusu besleyeceklerdi, ya da nüfus artışını bir şekilde sınırlandıracaklardı. Bazı gruplar lanetli etkilerini tahmin edemeden ilk çözümü seçti, yiyecek bollaşmasındaki geçici refah artışı tarafından baştan çıkarıldılar, ta ki nüfusları besin üretimiyle birlikte hızla artana kadar. Bunlar çok fazla ürediler ve bir süre sonra yollarına çıkan avcı toplayıcı kalmayı tercih eden grupları ya sürdüler ya da öldürdüler. Çünkü ne kadar kötü beslenmiş olsa da 100 tarımcı 1 sağlıklı avcı toplayıcıyı yenebilirdi. Avcı toplayıcıların hepsi hayat tarzlarını bıraktı denemez, ama tarımcıların istemedikleri arazilere kadar sürüldüler.
Tam bu noktada genel bir şikayeti hatırlamak gerekir; arkeolojinin bir lüks olduğu, uzak geçmişle ilgilendiği ve bugün için hiç bir ders çıkarmadığı şikayeti. Tarımın yükseliş dönemi üzerine çalışan arkeologlar insanlık tarihindeki en büyük hatayı yaptığımız kritik dönemi yeniden inşa ettiler. Ya nüfus artışını sınırlayacaktık, ya da tarım yaparak besin üretimini arttıracaktık. İkinci yolu seçtik; açlık, savaş ve despotizmle son bulduk.
Avcı toplayıcılar insanlık tarihindeki en uzun süreli ve en başarılı hayat tarzını sürdürdü. Şu anda aksine, tarımın bizi sürüklediği karmaşık sorunlarla uğraşıyoruz ve bunları çözeceğimiz meçhul. Benim dünyayı ziyaret eden bir uzaylı olduğumu ve arkadaşlarıma insanlık tarihini anlattığımı düşünün. Her bir saatin 100 bin yılı temsil ettiği 24 saatlik bir gün ile anlatıyorum. İnsanlık tarihi 24 saat önce geceyarısı başladı ve şu anda bir günün sonundayız. Neredeyse bütün günü avcı toplayıcı olarak yaşadık, ve tam saat 23.54’te tarım yapmaya başladık. İkinci geceyarımız yaklaştığında, kıtlıktan kurtulamayan köylülerin yoklukları hepimizi yutacak mı? Yoksa kendini bizden saklayan tarımın gösterişli yüzünün arkasındaki baştan çıkarıcı kutsal meyvelerini bir şekilde elde edecek miyiz?
Kaynak: http://adilhan.com/2014/08/14/insan-turunun-tarihindeki-en-buyuk-hata/

30 Eylül 2015 Çarşamba

Bayram Tebriği

BAYRAM TEBRİĞİ (AZİZ NESİN)

1965 senesiydi. İşe gireli henüz iki hafta olmuştu. Bir genel müdürlükte, özel kalem müdürünün yardımcısıydım. Bayrama on gün kala, müdürüm hastalandı ve rapor aldı. Ertesi gün, genel müdür, beni odasına çağırd...ı.
Buyrun efendim.
Tebrik kartları hazır mı evladım?
Hangi tebrik kartları efendim?
Eyvahlar olsun, Şükrü sana söylemedi mi? Bayram geldi, tebrik kartı göndermeli. Şimdiye çoktan postaya vermiş olmamız gerekirdi.
Hiç haberim olmadı efendim
Hemen, hemen hemen ! Yarına istiyorum üç bin adet kartı sabaha kadar yaz ve postaya ver.
Emredersiniz efendim! dedim ve odadan çıktım. Ancak üç bin adet bayram tebrik kartını tek tek nasıl yazacağım
Genel müdür, kartların çini mürekkeple ve güzel bir yazıyla yazılmasını isterdi. Üç bin adet kartın iki bin tanesi makamca kendinden aşağıda olanlara şu şekilde yazacaktım:
Bayramını kutlar, gözlerinden öperim.
Kalan bin tanesi de, daha üst makamdakilere:
Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim. şeklinde yazılacaktı
Hiç vakit geçirmeden masamın başına geçip kolları sıvadım. Önümde davetiyelerden oluşan irili ufaklı pek çok dağ duruyordu. Ben mesaim bitiyor, az sonra çıkar evime giderim derken, sabaha kadar burada kalıp üçbin kartı yazmak zorunda kaldım. Sızlanmanın faydası yok, işe başlayım:
Bayramını kutlar, gözlerinden öperim.
Bayramını kutlar, gözlerinden öperim.
5,10,20,50,100, 750,875. Yazıyorum yazıyorum bitmiyor! Vakit gece yarısını geçti gitti bana öyle bir sıkıntı bastı ki, tarif edemem.
Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum.. bitmiyor.
En nihayetinde alt makam kartları bitti. Ama ben de bittim. Şafak sökmek üzereydi. İşi biten kartları masamın üzerinden alıp başka bir yere koydum.
Ama önümde hâlâ bin adetlik bir kart yığını durmaktaydı. Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederime başladım..
Durmadan yazıyordum. Göz kapaklarIm öyle ağırlaşmıştı ki, gözlerimi açık tutmam her bir karttan sonra daha da zor bir hale gelmişti. Resmen işkence çekiyordum.
125,279,400, 689. yazdım yazdım yazdım. Bir vakit sonra, artık ben kaleme değil o bana hakim olmaya başladı. Ama hâlâ yazıyordum:
Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim.
Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim.
Niyaz ederim başarılı günler sizinle eşinizin bayramını kutlarken...
Kutlarken eşinizin bayramını saygıyla sıhhatli günler diler Niyazi ile beraber ederim...
Niyazi ile birlikte sizin ve eşinizin bayramını kutlarken ayrIca sıhhatle ederim...
Önce bayramınızı eder, sonra eşinizle Niyazi'ye başarılı günler dilerim...
Sizin de eşinizin de Niyazi'nin de bayramını saygıyla eder, sıhhat dilerim..
Sıhhatli eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, Niyazi'ye başarılar diler aynı zamanda ederim...
Bayramınıza etmeden önce eşinizi saygıyla kutlar Niyazi'nin gözlerinden öperim...
Sizin de, eşinizin de, Niyazi'nin de, bayramını da, tatilini de, gelmişini de, geçmişini de.. saygıyla ederim...
Sabah tam mesai saatinde, gözlerim kan çanağı bir halde kartları yetiştirdim.. Genel müdür bir-ikisine şöyle bir baktı:
Aferin dedi. Bitirmen iyi olmuş. Hemen postalayın!
Hemen postaladık.
Üç gün sonra da önce bizim genel müdürü, ardından bendenizi postaladılar

28 Ağustos 2015 Cuma

KASTAMONU KALESİNİN ULUBATLISI YUNUS MÜREBBİ / BAYRAKLI SULTAN

KASTAMONU KALESİNİN ULUBATLISI YUNUS MÜREBBİ
Yıl 1204 Yer Kastamonu Kalesinin önü.Kalede Bizanslılar ovada Çobanoğlu Hüsamettin Beyin askerleri bulunmakta.
Karaçomak Deresinin iki yanına kurulmuş yüzlerce çadırda, binlerce asker yeni bir güne uyanıyorlar.
Ilgaz Dağının karlı tepesi aydınlanmamış, gün henüz ağarmamışken, sabah ezanı okunmaya başlıyor. Çadırlarından bir bir çıkan yiğitler derede sakin ve tevekkül içinde abdest alıyor. Ordunun tam ortasında bulunan büyük otağın perdesi aralanıyor. Üzerinde kefen niyetine giydiği bembeyaz elbisesiyle Türkmen lideri Hüsamettin Çoban Bey çadırından çıkıyor. Canının sıkkın olduğu yüzünden belli. Atabey ovaya yayılmış askerlerine bir baba şefkatiyle bakarken yüzüne bir hüzün çöktü. Ilgaz’ın üstünden doğan güneşi şu abdest alan askerlerinden kim bilir kaçı bir daha hiç göremeyeceklerdi.
Türkmen sipahileri günlerden beri kaleye hücum etmelerine rağmen değil kaleyi almak yaklaşamıyorlardı bile.
Hüsamettin Çoban Bey her akşam toprağa verdiği şehitlerinin cenaze namazlarında dimdik ve vakur dursa da, akşam çadırına çekildiğinde bu şehitleri için öksüzleri için sessiz sessiz ağlıyordu. Bu kale alınmalıydı bu şehitlerin akan kanı boşa gitmemeliydi.

Yunus Mürebbi bir nalbant çırağıydı. Cephe gerisinde görev yapan daha bıyıkları bile terlememiş bir delikanlıydı.
Günlerden cumaydı.
Hüsamettin Çoban Bey komutanlarıyla toplantı halindeydi. Kalenin fethedilmesi için planlar yapılıyor hararetli konuşmalar oluyordu. Birden çadırın perdesi açıldı.
Yunus Mürebbi içeri girerken koskoca komutanlar şaşkınlıkla birbirlerine bakakaldılar.
Kimdi bu haddini bilmeyen genç, hangi cüretle kumandan çadırına girebiliyordu.
“—Beyim! Ata Beyim! Destur almadan başbuğun yanına girmek bize yakışmaz ama çok önemli. Bu günkü hücumda ordunun bayraktarlığını bana bağışlayın.
Çadıra destursuz dalan bu genci iyi bir azarlamak üzereyken söyledikleri karşısında ister istemez gülümsedi.
—Hey bre deli oğlan kimsin ne iş yaparsın sen.
—Nalbant çırağıyım Beyim! Ata Beyim! Adım Yunus’dur.Mürebbilerin Yunus.
Savaş meydanlarının koca kumandanı, Türkmen Sipahilerinin efsanevi lideri, Ata beyi
—Var git evlat, senin bu yaşta askere bile alınmamam gerekti. Ben sana o görevi vermem, veremem.
Yunus Mürebbi bir deli oğlan. Bir nalbant çırağı, bıyığı terlememiş bir delikanlı. Büyüklerinin gözüne bakamayan mahcup delikanlı. Elini önünde bağlamış beklemekte.
Ordudaki herkes bilirdi ki Atabeyin bu sözünün üstüne söz edilmezdi. Susulur emre uyulurdu.
Ama öyle olmadı.
O delikanlı gözlerini Atabeyinin, Başbuğunun gözlerine dikerek bana bu görevi siz değil başkası verdi.
Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Atabey Hüsamettin artık kızmaya başlamıştı.
—Kim verdi bu görevi sana dedi.
—Ata Beyim! Bu gece rüyamda Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’ i görmekle şereflendim! Yarın bana kavuşacaksın Yunus! Fakat elinde bayrakla gel! Buyurdu...
“Kaleye o gün daha farklı bir hücum başladı. Bayraktar olarak en önde bir delikanlı gidiyordu. Belinde urganı elinde kılıç burçların altına kadar gelmişlerdi bile.
Deli Sungur, Derviş Musa ve Kara duran Beyler; sancağı taşıyan Yunus Mürebbi’yi himaye etme gayretindeydiler. Çünkü bu gün zaferin geleceğini ve bu zaferi getirecek ilk hamlenin de bu yiğit çocuktan geleceğini biliyorlardı. Bu üç beyin sadaklarından çıkıp yaylara gerilen oklar, Yunus Mürebbi’yi hedef alan her Bizans askerini tek tek yere seriyordu. Bir ara, belindeki urganı surların tepesine ulaştırmaya muvaffak oldu Yunus Mürebbi... Ve sanki kuş olup kanatlanmışçasına, çok kısa bir süre içersinde surların sağ burcuna ulaştı. Sancağı çok büyük bir heyecanla dikti burcun tepesine... Artık, Hz. Peygamber (S.A.V.) in verdiği vazifeyi tamamlamış sayılırdı
“Elindeki kılıç ile hantal kale kapısının yağlı halatlarını kesti ve kapı açıldı. Açılan bu kapıdan Türk askerleri girerek kale fethedildi. Çobanoğlu Hüsameddin Bey, sağ burca geldiğinde bu genç yiğidin vücudunda pek çok ok olmasına rağmen sancağı dimdik tuttuğunu gördü. Yunus Mürebbi şehitlik makamına Peygamber efendimize kavuşmuştu.
Kaleye çıkarsanız sağ taraftaki burcun üstünde isimsiz bir mezar görürsünüz. Başında bir bayrak dalgalanır.
Derler ki bu mezar Kastamonu Kalesinin Ulubatlısı, Nalbant çırağı Yunus Mürebbi ‘ye aittir.
Bayraklı Sultan diye bilinse de hikâyesini bilen pek olmaz.
Ruhun şad olsun şehidim.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

HİNT FELSEFESİ

KURAL 1: “Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olanherkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.”
KURAL 2: “Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”
KURAL 3: “İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.”
KURAL 4: “Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.”

20 Ağustos 2015 Perşembe

Zor Seçim

* Okyanus ortasında zor seçim... Bir öğretmen, derslerinden birinde şu
hikayeyi anlatır: “Seyir halinde bir gemi… Yolcular, güverteye çıkmışlar
eğleniyorlardı… Ancak, işler her zaman yolunda gitmez!.. Gemi, aniden bir
kazaya uğradı ve denizin derinliklerine doğru batmaya başladı… Güvertedeki
yolcuların arasında evli bir çift bulunuyordu, korku içinde can havliyle
kurtarma botuna doğru koştular… Ancak botta sadece bir kişilik yer
kalmıştı… Adam, o an karısını ardında bırakarak botun içine atladı… Kadın,
güvertede yapayalnız kalmıştı… Gemi, neredeyse batmak üzereydi… Deniz,
kadını kendine çekiyordu… Kadın, bir yandan dalgalarla boğuşurken diğer
yandan eşine sesini duyurmak istiyordu… Söylemek istedikleri vardı…
Bağırmaya çabalıyordu…” Öğretmen, bu noktada sustu, hikayeye devam etmedi.
Sınıfa şu soruyu yöneltti: “Sizce, kadın ne söylemiş olabilir?” Herkes bir
şey söyledi. Kadının söylemiş olabileceği cümleyle ilgili tahminler
çoğunlukla şöyleydi: “Senden nefret ediyorum. Ne kadar da körmüşüm seni hiç
tanımamışım…” Aldığı cevaplar öğretmeni memnun etmedi… Öğretmenin dikkatini
bu süreç zarfında sessiz, sakin ve yorumsuz kalan bir erkek öğrenci çekti…
Ona doğru yöneldi, aklına gelen bir şey varsa söylemesini cevabını öğrenmek
istediğini söyledi. Çocuk bir süre sessizlik içinde kaldı ve sonra dedi ki:
“Öğretmenim, benim düşünceme göre kadın, kocasına ‘Çocuğumuza iyi bak, onu
koru kolla…’ diye bağırmıştır.” Öğretmen, hayret içerisinde kalmıştı,
öğrencisine sordu: “Sen, bu hikayeyi daha önceden duymuş muydun, biliyor
muydun?” Çocuk, kafasını salladı ve dedi: “Hayır, duymadım. Annem, hasta
olup bizi bu dünyada terk etmeden önce babama aynı bu sözcükleri
söylemişti.” Öğretmen hüzün dolu bir sesle dedi ki: “Evet, cevabın doğru…”
Sonra anlatmaya devam etti: “Gemi, giderek suların altına batıyor, denizin
derinliklerine doğru çekiliyordu… Adama gelince… Evine sağ salim ulaşır ve
tek başına kızını büyütür, yetiştirip eğitir.. Seneler geçer… Ve bir gün
adam karısına ulaşır… Bir gün, kızları babasının ardından kalan evrakları
düzenlerken hatıra defterini bulur… Ve anlar ki… Bu yolculuğa çıkmadan önce
annesi amansız bir hastalığa yakalanmıştı… fazla zamanı kalmamıştı… Ve
aslında o hassas anda, babası kızlarını büyütebilmek için hayatta kalma
umudu yakalamıştı… Babasının yazdıklarını okumayı sürdürür: ‘Aslında o
kadar can atıyordum ki okyanusun derinliğinde seninle birlikte olmak için…
Buna rağmen kızımızın uğruna, senin tek başına dalgalar arasında kaybolmana
razı oldum’…” HİKAYE, BÖYLECE SON BULUR… Sınıf, derin bir sessizlik
içindedir… Öğretmen, öğrencilerinin bu hikayenin içerdiği ahlaki dersi
almış olduklarını anlar… Ders, bu dünyadaki ‘hayır ve şer’le, ‘iyilik ve
kötülük’le ilgilidir… Her işin, her olayın, her durumun ötesinde; her
bağırışın, her sözün ardında bazen öyle karmaşık durumlar mevcuttur ki
onların idrak edilmesi çok zordur… Bu nedenledir ki asla yüzeysel
düşünmeyelim ve anlamadan, idrak etmeden kimseyi yargılamaya kalkmayalım…
Hesap ödeme konusunda hevesli olanlar; cepleri parayla dolu olduğu için
değil, dostluk ve arkadaşlığa paradan daha çok değer verdikleri için,
Çalışma hayatında her işi yapmak için istekli olanlar; ahmak oldukları için
değil sorumluluklarını iyi bildikleri için, Her kavga ve tartışmadan sonra
ağızlarını özür dilemek için açanlar, suçlu oldukları için değil sizi
gerçek dostu olarak gördükleri için, Size mesaj gönderenler, yapacak başka
işleri olmadığından değil sizin sevginizi kendi canlarında ve yüreklerinde
taşıdıkları için yaparlar... Gün gelecek hepimiz birbirimizden ayrılacağız…
Sohbetlerimizi, yürekten özleyeceğiz… Rüyalarımızı hatırlayacağız… Günler,
aylar, seneler birbiri ardına öyle büyük bir hızla geçer ki… Ve artık
geridekilerle hiçbir bağlantı kalmaz… Ve bir gün çocuklarımız bizim
resimlerimizi görüp soracaklar: “Kim bunlar?” Biz gözlerimizde saklı
gözyaşlarımızla, acı bir tebessümle onları kalbimizin en derinlerinde
hissederek diyeceğiz ki: “Onlar ki yaşamımın en güzel günlerini birlikte
geçirmiş olduğum insanlar…” *

19 Ağustos 2015 Çarşamba

ÜZERİNDEKİ DERVİŞ ELBİSESİNİ ÇIKARIN

KUŞ: “KOLUNU KIRMAYIN ÜZERİNDEKİ DERVİŞ ELBİSESİNİ ÇIKARIN” DİYOR.
BUGÜN DERVİŞ KILIĞINDA ARAMIZDA O KADAR ÇOK SAHTEKAR VAR Kİ, HANGİSİNİN ELBİSESİNİ ÇIKARALIM. ASLINDA BİR TANESİNİNKİNİ ÇIKARSAK DİĞERLERİNE İBRET OLUR

Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler. Hz. Süleyman dervişi hemen huzuruna çağırtır ve ona sorar:
- Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?
Derviş kendini şöyle savunur:
- Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı; o esnada kanadı kırıldı.
Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve şöyle der:
- Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun.
Kuş kendini savunur:
- Onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım.
Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.
Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister. “Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder.
Ancak bu emre kuş itiraz eder: “Efendim, sakın böyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır.
“Neden” diye sorar Hz. Süleyman.
Kuş sebebini şöyle açıklar: “Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Siz en iyisi bunun üzerindeki derviş elbisesini çıkartın. Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.
EY MİLLETİM! SEN DE YILLARDIR BU DERVİŞLERE ALDANDIN… 7 HAZİRANDA BİRAZ UYANDIN, AMA YETMEZ

24 Haziran 2015 Çarşamba

Aile Terbiyemiz




Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:

"-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!.."

Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce: 

"-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!.." dedi.
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:

"-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah!" dedi.

Evin gelini:

"-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer." dedi. Yaşlı kadın:

"-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır."

Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
"-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!.." dedi.

Yaşlı kadın söze başladı:
"-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.

Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!.."

Torunu:
"-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!" dedi.

"-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi. Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı. Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı."

Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.

"-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...

Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla... Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.

Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde... Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.

Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı. Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!.." dedi gelinine... Leylâ mahcup bir şekilde:
"-Evet anneciğim." diyebildi.

Torunu:

"-Babaanneciğim, şimdi Facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!.."

"-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?"

"-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar..."

"-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler çırılçıplak kaldı desene..." dedi gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:

"-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada... Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Utanma, hayâ, îmandan bir şûbedir. Bakın size, benim annemin anlattığı bir hikâyeyi anlatayım. Hikâye dedimse, adı hikâye... Aslında bir hadîs, hadîs-i kudsî hem de... Yani mânâsını Allâh'ın Peygamber Efendimize haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin kendi sözleriyle ifade ettiği bir hadis...

Bu hadîs-i kudsîye göre:
"Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ı yarattığı vakit Cebrâil aleyhisselâm ona üç hediye getirdi: İlim, hayâ, akıl. Ona dedi ki: «Ya Âdem!.. Bunlardan dilediğini seç!..»
Âdem aleyhisselâm aklı tercih etti. Cibrîl aleyhisselâm hayâ ve ilme, makamlarına dönmelerini emretti. Hayâ ve ilim dediler ki:

"-Biz, âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) hep beraber idik. Birbirimizden aslâ ayrılmayız. Ruhlar cesetlere girdikten sonra da aynı şekildedir. Ve akıl nerede olursa, biz ona tâbî oluruz.
Cibrîl aleyhisselâm da öyle ise yerlerinize yerleşin!.." diye emretmekle akıl dimağda, ilim kalpte, hayâ da gözde yerleşti."
İşte bu hadîs-i kudsîde de anlatıldığı gibi, hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak..."

Gelini:
"-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı." dedi.

Torunu kaşığı sessizce bırakıp:
"-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!" dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti.

Karga ile Leylek

Bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar. Merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini ve nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek...O kadar farklıdır ki kuşlar ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğin leyleklerle. Yaklaşır ve inceler kuşları, ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar tutunamayanlar. O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan. Topal kuşlar birbirlerinin arızalarını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine, kabullenirler öylesine. En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulandır. Aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir uçar, söner. Ortak acı, ortak hüzündür esas yakınlaştıran...
Gülçin Anmaç'ın fotoğrafı.
"Bereketi kuşlardan, yalnız bir ağaç" ressam: gulcin anmac

8 Haziran 2015 Pazartesi

28 Nisan 2015 Salı

TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİNDEKİ TARİHSEL GERÇEKLER


                ERMENİLERİN SELÇUKLU VE OSMANLI DÖNEMİNDEKİ YAŞAMLARI
                Türklerin Ermenilerle irtibatı 1026 yılında Çağrı Bey’in Anadolu topraklarına girişiyle başlamıştır.  Selçuklular Bizans’ı yenerek Anadolu’ya hakim olduğunda Ermeniler Bizanslılara  bağımlı prenslikler halinde varlıklarını sürdürmekteydi. Türkler bu topraklara egemen olunca Ermeniler Selçuklulara bağımlı hale gelmiştir.

                Ortaçağ Ermeni tarih yazar­larının Bizans İmparatorluğu ve Haçlılar için yergi dolu ifadeler kullandıkları fakat Türk hükümdarlarından hep övgüyle söz ettikleri görülmektedir. Ermeni tarihçi Urfalı Mateos, Melikşah’tan bahsederken: “Sultanın yüreği, Hristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. O, geçtiği memleketlerin halkına bir baba gözü ile bakıyordu. Böylelikle hiç muharebe yapmadan birçok eyalet ve şehirlere hakim oldu”[1] sözlerini kullanmaktadır.

                Osmanlı Devleti kurulduktan sonra Ermeniler Osmanlı Devleti’ne bağlanmışlar,  Ermeni dini reisliği önce Kütahya’ya, 1324’te Bursa’ya, İstanbul’un fethinden sonra ise İstanbul’a nakledilmiş ve Ermeni Patrikhanesi Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulmuştur.

                Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş döneminde Ermeniler devletin sadık bir tebaası olmuşlardır. Gerileme döneminde ise emperyalist devletlerin de kışkırtması ile Osmanlı Devleti’nden koparacakları topraklar üzerinde bağımsız bir Ermenistan kurma hayaline kapılmışlardır.
                Osmanlı Devleti, Ermenileri her dönemde kendi iç işlerinde ve dinlerinde serbest bırakmış, onlara kendi okullarında eğitim yapmaları,  kendi aralarındaki davaları kendilerinin çözmesi, askerlikten muaf olmaları gibi haklar tanımış ve bu kapsamda 1863 yılında Ermeni Milleti Nizamnamesi’ni kabul etmiştir.

                Osmanlı Devletinde Ermenilerden 22 bakan, 33 milletvekilli, 29 paşa, 7 büyükelçi, 11 başkonsolos, 11 üniversite öğretim üyesi ve 41 üst düzey memur işbaşına gelmiştir[2]. Bu kapsamda 1. Meclis’te 10, 2. Meclis’te 11 Ermeni milletvekili görev almıştır[3].

                1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi öncesinde Ermeniler Osmanlı Devleti’nden önce özerklik, uzun vadede ise bağımsızlık kazanmak için harekete geçmiştir. Bu durum İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Henry Elliot’un aşağıda yer alan raporunda [4] açıkça görülmektedir:

                ERMENİ İSYANLARI
                1. Dünya Harbi döneminde Osmanlı Devleti 8 ayrı cephede savaşırken Ermenilerin çıkardığı isyanlar devleti zayıf düşürmüştür. Osmanlı orduları bir yandan bu cephelerde savaşırken, diğer yandan cephe gerisine de asayiş için kuvvet ayırmak zorunda kalmıştır.
                Bu dönemde Osmanlı Devleti’nde silahaltında olan Ermeniler silahlarıyla birlikte ordudan firar ederek Rus ordusuna katılmışlar, bir bölümü de silahlı çeteler kurmuş ve Türk köylerinde katliama başlamıştır. 1. Dünya Harbi başlamadan hemen önce Ermeni Komiteleri tarafından yayımlanan talimatlar[5] aşağıdadır:

                Osmanlı Ermenileri 1890’lardan itibaren Anadolu’nun her köşesinde çok sayıda isyan çıkarmışlardır. Ermenilerin 1. Dünya Savaşı sırasında isyan çıkardıkları bölgeler aşağıda görülmektedir:

              ERMENİLERİN ZORUNLU GÖÇ ÖNCESİ TÜRK KATLİAMLARI
                Ermeniler isyan çıkardıkları bölgelerde çeteler oluşturarak erkekleri askerde olan kadınları, yaşlıları ve çocukları ağır işkencelerle katletmişlerdir. Katliamın gerçekleştiği bölgelerde Türklere ait çok sayıda toplu mezar bulunmuştur. Ermeniler katliamın yanı sıra Osmanlı Ordusu’na zarar verecek pek çok girişimde bulunmuşlardır. Silahaltında olanlar silahları ile birlikte Osmanlı Ordusu’ndan firar ederek düşman ordularının saflarına katılmış, düşman orduları lehine casusluk yapmışlar ve Ermeni fırıncılar yaptıkları ekmeklerle Osmanlı askerlerini zehirlemişlerdir[6]
Kars’ın Subatan İlçesinde Ermeniler tarafından öldürülen Türk                                                              çocuklar, kadınlar ve karınları deşilerek bebekleri çıkarılan anneler

Bitlis’in Mutki ilçesine bağlı Kavakbaşı köyünde 20 bin civarında Türk'ün bulunduğu toplu mezar
                Osmanlı Devleti, tüm ikazlara rağmen Ermenilerin masum sivil halkı katletmeye devam etmesi üzerine 24 Nisan 1915’te Ermeni Komite Merkezlerinin kapatılarak evrakına el konulması ve komite liderlerinin tutuklanması kararını almış, bu kapsamda İstanbul’da 235 Ermeni komite lideri tutuklanmıştır. 
                ZORUNLU GÖÇ KARARININ ALINMASI VE GÖÇTEN MUAF TUTULANLAR
                Ermeni komite liderlerinin tutuklanması kararından sonra da Ermenilerin ihanet ve katliamlarını sürdürmeleri üzerine Osmanlı Devleti 27 Mayıs 1915’te Ermenilerden isyan edenlerin ve çete kurarak sivil halkı katledenlerin bulundukları bölgelerden çıkarılarak Osmanlı Devleti toprakları içinde yer alan ancak savaş bölgesinden uzakta olan Şam ve Musul gibi vilayetlere nakledilmelerini kararlaştırmıştır.
Bununla beraber Anadolu’daki Ermenilerin tamamı göçe tabi tutulmamış, tutulanların ise daha sonra yerlerine dönmelerine izin verilmiştir. Bizzat Ermeni patriği bu konuda “İstanbul Ermenileriyle Kütahya sancağı ve Aydın vilayetindeki Ermeniler göç ettirilmemişti. Halen İzmit sancağı ile Bursa, Kastamonu, Ankara ve Konya’da bulunan Ermeniler buralardan göç ettirilmiş olup da geri dönmüş bulunanlardır. Kayseri sancağı ile Sivas, Harput, Diyarbakır ve özellikle Kilikya ve İstanbul’da göçten dönmüş, ama köylerine gidemeyen çok Ermeni vardır. Erzurum ve Bitlis Ermenilerinin bütün bakiyesi Kilikya’dadır”[7] şeklinde açıklamada bulunmuştur.
Yukarıda belirtilen illere ilave olarak Rus işgali altında bulunduğu için Kars ve Van gibi doğu vilayetlerindeki isyancı Ermeniler de göç dışında kalmış, ancak gerek işgal süresince gerekse Rus ordusu çekildikten sonra Kars ve Van Ermenileri Anadolu’daki en büyük katliamı bu iki ilde yapmıştır.
                Hükümet emirleriyle memleketin müdafaasını ve asayişin teminini ihlal etmeyenler, casusluk yapmayanlar, Katolik ve Protestan olanlar, mebuslar, asker, subay, askeri doktor olanlar, amele taburlarında çalışanlar, demiryollarında çalışan memurlar, ameleler, müstahdemler ve aileleri ile Müslüman ailelerin yanında çalışıp da sadakatlerinden şüphe edilmeyenler, Müslüman olanlar ve benzer durumlarda olanlar göçe tabi tutulmamıştır[8].
                GÖÇ ETTİRİLEN ERMENİLER İÇİN ALINAN TEDBİRLER
                Osmanlı Devleti İçişleri Bakanlığı göçe tabi Ermenilerin haklarının korunması ve emniyetle yerlerine ulaşmalarını temin etmek üzere çeşitli tedbirler almıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
  Osmanlı Hükümeti zorunlu göç uygulamasına başlamadan önce bütün vilayetlere yazılar yazarak, bölgelerinden geçecek kafilelerin bütün ihtiyaçlarının karşılanması için gereken tedbirlerin alınması ve yiyecek stoklanması talimatını vermiştir[9]. İhtiyaçların tespit ve temini için İskȃn-ı Aşair ve Muhacirin Müdürü Şükrü Bey bizzat görevlendirilmiş ve sevkiyat sırasında kafilelerin ihtiyaçlarının karşılanması için sancak ve vilayetlere ödenek tahsis edilmiştir[10]. Nakledilecek Ermenilerin mal ve can güvenliğinden mahalli idareler, iskânlarına kadar iaşelerinden ve mesleklerinin icrası için gerekli ödeneğin tahsisinden ise hükümet sorumlu tutulmuştur.
Göç ettirilecek Ermenilerin geride bıraktıkları mal ve araziler kaydedilerek koruma altına alınmıştır. Taşınabilir mallardan bozulabilecekler oluşturulan heyetler tarafından müzayede ile satılmış ve bedelleri sahibi adına emaneten mal sandıklarına aktarılmıştır. Satılan malların cinsi, miktarı, değeri, kime satıldığı gibi bilgiler özel defterlere kaydedilerek heyet tarafından onaylandıktan sonra tutanak tutularak tutanağın aslı hükümete, resmi kopyası ise Geride Bırakılan Mallar Komisyonu’na verilmiştir. Geri dönen Ermenilere emval-ı menkul ve gayr-ı menkullerinin %98’i iade edilmiştir[11].
  İçişleri Bakanlığı göçe tabi tutulan Ermenilerin emniyetle yerlerine ulaşmalarını temin etmek üzere de tedbirler almıştır.  Göçe tabi olan Ermenilerin naklinde esas taşıma vasıtası olarak tren ve nehir yolu kullanılmıştır. Batı Anadolu’dan iskân mahalline gönderilenlerin hemen hepsi trenlerle nakledilmiştir. Cizre yolu ile sevk edilenler de trenle ve “şahtur” denilen nehir kayıklarıyla taşınmıştır. Tren ve nehir nakliyatının bulunmadığı yerlerde kafileler hayvan ve arabalarla belli merkezlere toplanmış ve buradan trenlere bindirilmiştir.
   Zor şartlara ve imkânsızlıklara rağmen hükümetin, göçe tabi tutulan Ermenileri bir intizam içerisinde yeni yerleşme alanlarına sevk ettiği yabancı misyon görevlileri tarafından da doğrulanmaktadır. Amerika’nın Mersin Konsolosu Edward I. Natan, 30 Ağustos 1915’te Büyükelçi Henry Morgenthau’a gönderdiği raporda: “Tarsus’tan Adana’ya kadar bütün hat güzergâhının Ermenilerle dolu olduğunu ve Adana’dan itibaren bilet alarak trenle seyahat ettiklerini, kalabalık yüzünden sefalet ve çektikleri zahmete rağmen hükümetin bu işi son derece intizamlı bir şekilde idare etmekte olduğunu, şiddete ve intizamsızlığa yer vermediğini, göçmenlere yeteri kadar bilet sağladığını, muhtaç olanlara yardımda bulunduğunu” [12]  belirtmiştir.
  Edward I. Natan’ın, 11 Eylül 2015 tarihli raporu ise şu şekildedir:
 “478 sayılı gönderimden beri (30 Ağustos 1915 tarihli rapor) yüz binlerce Ermeni daha buraya ulaştı ve Halep’ e sevk ediliyorlar. Şam’daki kampta hastalar için bir hastane oluşturulmuş ve ziyaretim sırasında 50 hasta tedavi görüyordu. Aldığım bilgilere göre kampta ölen yok ve hükümet bütün sürgünlere yiyecek dağıtıyor“ [13].
  Ermenilere yeni gittikleri yerlerde tapulu ev, tarıma elverişli arazi, mesleklerinin icrası için alet, sermaye ve tohumluk verilmiştir. Ayrıca zorunlu göçe tabi tutulan Ermenilerin devlete ve şahıslara olan borçları ertelenmiş ya da tamamen silinmiş ve suçlu ve zanlılar hakkındaki takibat da ertelenmiştir[14].

              OSMANLI DEVLETİNDEKİ ERMENİ SAYISI VE GÖÇ ETTİRİLEN ERMENİLERİN MİKTARI
                O dönemde Osmanlı coğrafyasının tamamında ve göç uygulaması yapılan Anadolu topraklarında yaşayan Ermenilerin sayıları[15] ile göç ettirilen, göçten muaf tutulan ve göç yerine varan Ermenilerin sayıları[16] aşağıda gösterilmiştir:
Halep’teki Amerikan konsolosu Jackson  3 Şubat tarihli sürgün edilenler listesinde 486.000 Ermeni’nin bulunduğunu, 8 Şubat 1916 tarihli raporunda ise göç bölgesinde 500.000 civarında sürgün Ermeni bulunduğunu rapor etmiştir[17] .  Söz konusu rapor Ermenilerin büyük bölümünün göç yerlerine ulaştığını göstermektedir.
Göçler sırasında Ermenilere yapılan saldırılar ya da kötü muamele nedeniyle çok sayıda kişi Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemelerinde yargılanmış, yargılananlardan 1397 kişi idam dahil çeşitli cezalara çarptırılmış[18] ve yargılamalar bizzat Talat Paşa tarafından takip edilmiştir. Ancak cezalandırılanlar arasında gerçekten suçlu bulunanlar olduğu gibi İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinden sonra Ermeni kilisesinin telkinleriyle cezaya çarptırılan birçok masum insanın da bulunduğu gerçeği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
                GÖÇÜN DURDURULMASI VE GERİ DÖNÜŞ KARARNAMESİ        
Göç sırasında zaman zaman sevkiyatın durdurulduğu da olmuş ve henüz iskân yerlerine varmamış, yani yollarda olan Ermenilerin bulundukları vilayet dahiline yerleştirilmeleri talimatı[19] verilmiştir. Bu Ermeniler belgelerde göç yerlerine varmamış olarak görünmektedir.
25 Kasım 1915’ten itibaren vilayetlere gönderilen emirlerle, kış mevsimi dolayısıyla sevkiyatın geçici olarak durdurulduğu bildirilmiştir[20]. 21 Şubat 1916’da bu emir, Ermeni sevkiyatına son verilmesi şeklinde bütün vilayetlere tebliğ edilmiştir[21]. Osmanlı Hükümeti, ilk emirden yirmi gün sonra, yani 15 Mart 1916 tarihinde vilayetlere ve sancaklara gönderdiği ikinci bir genel emirle, Ermeni sevkiyatının durdurulduğunu ve bundan böyle hiçbir sebep ve vesileyle sevkiyat yapılmamasını bildirmiştir[22] .
İçişleri Bakanlığı’nın Ermeni Sevkinin Durdurulmasına İlişkin 15 Mart 1916 Tarihli Şifre Telgrafı
Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra Osmanlı Hükümeti 4 Ocak 1919 tarihinde göçe tabi tutulan Ermenilerden isteyenlerin tekrar eski yerlerine dönmelerine imkân veren bir kararname çıkarmıştır.  Ermenilerden dönmek isteyenlerin eski yerlerine nakledilmeleri konusunda ilgili yerlere talimat verilmiş ve gereken tedbirler alınmıştır[23].
İçişleri Bakanlığı’nın Ermenilerin Geri Dönmelerine İlişkin 4 Ocak 1919 Tarihli Şifre Mesajı
                ERMENİLERİN DÜŞMAN KUVVETLERİYLE İŞBİRLİĞİ

Geri dönüş kararnamesi ile Anadolu topraklarına dönen Ermeniler Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde bağımsız bir Ermenistan kurma hayali ile bu defa da Fransız işgal kuvvetleriyle işbirliği yapmışlardır. Türk İstiklal Harbi sırasında özellikle Fransızlar tarafından Antep, Maraş ve Adana’da önemli miktarda Ermeni iskân edilmiş; Mısır’a gitmiş bulunan Musa Dağı Ermenileri’nden toplanan gençler, “Kıbrıs Monarga Ermeni Lejyonu Kampı’nda” eğitilerek Fransız üniformasıyla Anadolu’ya sevk edilmiştir[24]. Ermenilerin Fransız işgal kuvvetlerine sağladığı destek Boghos Nubar Paşa tarafından da şu sözlerle ifade edilmektedir:
....1919 ve 1920’de ise Kemalistler Fransız askerlerine taarruz ettiklerinde, Ermeniler Fransa için savaştılar. Maraş, Haçin, Pozantı ve Sis (Kozan)’de de durum bu idi. Fransızlar Antep’i Ermeniler sayesinde geri almayı başarmışlardır. Bu yüzden Ermeniler Kilikya’da Fransa’nın müttefikidirler”[25].

Legion-Volunteers-from-Tomarza-fighting-in-the-Armenian-Legion-picture-taken-in-Cyprus                      ( Kıbrıs Monarga Ermeni Lejyonu Kampı’nda” Eğitilen Kayseri/Tomarza’lı Ermeniler)



                Savaş sırasında Fransız idaresindeki Ermenilerin Anadolu’daki Türk nüfusun yok edilmesi hedefine yöneldiği Rus tarihçi İrandust’un “Kemalist Devrimin İtici Güçleri” adlı eserinde aşağıdaki sözlerle ifade edilmektedir: “Fransızların oluşturduğu Taşnak’lardan müteşekkil jandarma birlikleri Türk nüfusa karşı kitlesel cinayetlere giriştiler. ….. Ermeni çeteleri sırayla köylerin bütün halkını kılıçtan geçirdi. Türk nüfusunun fiziksel olarak ortadan kaldırılması programı tamamen bilinçli şekilde işgalcilerin yönetiminde yürütüldü”[26].
   Ermeniler Fransız ordularında olduğu gibi, İngiliz ordularında da Osmanlı Devletine karşı savaşmıştır. Bununla ilgili olarak İngiliz mareşali Allenby, Şam’ın güneyinde Türkler ile yaptığı savaşta, yanında 8.000 Ermeni savaşçının mevcut olduğundan[27] bahsetmektedir.
   Esasen tarihin hangi döneminde Türkler’e karşı yapılmış bir savaş varsa, Ermeniler düşman devletin saflarında yer alarak Türkler’e karşı savaşmış ve sivil Türkleri de katletmiştir: Balkan Savaşları sırasında Antranik Ozanyan komutasında Bulgar Ordusu’nun öncü birlikleri olarak[28], 1. Dünya Savaşı’nda Rusların ve İngilizlerin öncü birlikleri olarak, İstiklal Harbi’nde Fransızların öncü birlikleri olarak Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmışlardır. Mondros Mütarekesi’nden sonra ise Karadeniz’de İngiltere ve Yunanistan’ın desteğiyle Rum Pontus Devleti’ni kurmak için isyan eden Rumlarla işbirliği yaparak bölgedeki Türk nüfusunu yok etmeye çalışmışlardır[29]

Kafkas Cephesinde Rus Ordusu önündeki Ermeni Öncü Birliği

Antranik_volunteers_during_Balkan_War (Balkan Harbinde Bulgar Ordusuna Katılan                        Antranik Ozanyan Komutasındaki Ermeni Çeteciler)
                RUS VE ERMENİ DEVLET ADAMLARININ İFADELERİ
Osmanlı Devleti’nin göç kararını almakta haklı olduğu değerlendirmesi sadece Türklere ait değildir. Ermenilerin düşman ordularına katılarak kendi devletine karşı savaştığına ilişkin yüzlerce resmi rapor bulunmaktadır. Rusya’nın Kafkasya Valisi Kont Varontsov Daşkov’un Rus Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği, aşağıda bir bölümü verilen 6 Şubat 1915 tarihli resmi rapor[30] bunlara bir örnektir ve Ermeni ihanetinin boyutlarını göstermesi açısından dikkat çekicidir:  “Zeytun Ermenileri temsilcisi Kafkas orduları karargâhına geldi. Yaklaşık 15.000 Ermeni’nin Türk ordusunun ikmal yollarına saldırmaya hazır olduğunu bildirdi”.
Birçok yabancı tarihçinin yanı sıra o dönemde yaşayan bazı Ermeni devlet adamları da Osmanlı Devleti’nin aldığı göç kararının haklılığını kabul etmektedir. 1918 yılı Temmuz ayında kurulan Ermenistan Devleti’nin ilk başbakanı Ovanes Kaçaznuni tarafından 1923 yılı Nisan ayında Bükreş’te yapılan Taşnaksutyun Partisi’nin toplantısında sunulan ve aşağıda özeti verilen raporda[31] da Osmanlı Devleti’nin haklılığına vurgu yapılmaktadır:
“1914 kışı ve 1915 yılının ilk ayları, Taşnaksutyun da dahil olmak üzere, Rusya Ermenileri açısından bir heyecanlanma ve umut dönemiydi. Biz kayıtsız şartsız Rusya’ya yönelmiş durumdaydık. Herhangi bir gerekçe yokken zafer havasına kapılmıştık; sadakatimiz, çalışmalarımız ve yardımlarımız karşılığında Çar Hükümeti’nin Güney Kafkasya Ermenistan’ı ile Türkiye’nin Ermeni eyaletlerinden oluşan Ermenistan’ın bağımsızlığını bize armağan edeceğinden emindik.    Aklımız dumanlanmıştı.  Biz kendi isteklerimizi başkalarına mal ederek, sorumsuz kişilerin boş sözlerine büyük önem vererek ve kendimize yaptığımız hipnozun etkisiyle gerçekleri anlayamadık ve hayallere kapıldık. …… Türkler ise ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktadır”[32]

 “The Armenian Revolutionary Federation (Dashnaksoution) Has Noting To Do Any More”    adıyla Ermeni İstihbarat Servisi tarafından 1955 yılında bazı bölümleri basılan ve Kaçaznuni’nin raporunun yer aldığı kitap daha sonra içerdiği bilgilerin gerçekleri ortaya koyması nedeniyle Ermenistan’da yasaklanmış ve ayrıca kitabın çeşitli dillerde basılmış olan nüshaları Taşnaklar tarafından Avrupa kütüphanelerinden toplatılmıştır.  Kitabın toplatılması 1915’te yaşanan olayların dayandığı gerçekleri dünya kamuoyundan saklanmaya ve suni bir soykırım aldatmacasıyla insanların kandırılmaya çalışıldığını göstermektedir.

                MALTA SÜRGÜNLERİ VE İNGİLİZLERİN OSMANLI DEVLETİ ALEYHİNE BELGE BULMA ÇABALARI

                İstanbul’un işgalinden sonra İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerini Malta’ya süren İtilaf Devletleri İstanbul ve taşradaki büyükelçilik ve konsolosluklarında görev yapan Ermeni tercümanlar ile İngiliz, Fransız ve Amerikalı tarihçi ve hukukçularını seferber ederek Ermeni iddialarını kanıtlayacak delil arayışı içine girmiştir. Bu kapsamda kendi denetimlerindeki Osmanlı arşivlerine ilave olarak  ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da, Mısır’da, Irak’ta ve Kafkasya’da yapılan araştırmalar sonunda Osmanlı Devleti’ni suçlayacak en küçük bir belge bile bulamamışlardır.
                Nitekim bu husus Washington’daki İngiliz Büyükelçiliği’nden İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na 13 Temmuz 1921’de gönderilen belgede özet olarak şu şekilde bildirilmiştir:
“….Bu durum karşısında ve Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nda mevcut raporlarda  Türkler aleyhinde majesteleri Hükümetinin elinde esasen bulunmakta olan bilgiyi teyit etmek amacıyla dahi kullanılabilecek nitelikte hiçbir delile rastlanmadığından korkarım ki, bu konuda yeni bir soruşturma yapmak için Amerikan Hükümeti'ne müracaat edilmesinden herhangi bir şey elde etme umudu yoktur. Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın yakın bir tarihte durumu açıklığa kavuşturmak çaresini görememesinden üzüntü duyuyorum ” [33] .  Büyükelçi R. C. Craigie
                Bunun üzerine İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Kraliyet Başsavcılığı’ndan Malta’daki Türkler aleyhine “hukuki bir dava açılamıyorsa siyasi bir dava açılmasını” istemiş, ancak Başsavcılığı ikna edememiştir. İngiliz Kraliyet Başsavcılığı, 21 Temmuz 1921 tarihli bir yazıyla, “eldeki kanıtlarla” Malta’daki Türklerden hiç birinin Ermeni katliamı gerekçesiyle cezalandırılamayacağını İngiliz Hükümeti’ne kesin bir dille bildirmiş, bunun üzerine İngiliz Hükümeti, Malta’daki tutuklu Türkleri serbest bırakmak zorunda kalmıştır[34].
                ABD ARAŞTIRMA HEYETLERİ
Bu arada ABD Başkanı Wilson’ın emriyle Henry C. King ile Charles R. Crane’den oluşan bir ABD Araştırma Kurulu 15 Nisan 1919’da Osmanlı Devleti’nde araştırma yapmak üzere görevlendirilmiştir. King-Crane Kurulu’nun çalışmalarının sonuçlanmasını beklemeden Başkan Wilson Anadolu’ya Ağustos 1919’un ikinci haftasında General James G. Harbord başkanlığında 12 kişilik bir Kurul daha göndermiştir[35]. ABD heyeti yaptığı incelemelerin sonucunda bölgede meydana gelen olayların Ermenilerin anlattığından tamamen farklı olduğunu tespit etmiştir. Özellikle Erzurum bölgesinde yaşayan Ermenilerle görüşen Harbord, kendilerine yönelik bir katliam olup olmadığını sormuş, Ermeniler böyle bir hadise olmadığını Harbord’ın kafilesindeki Ermeni tercümanlar vasıtasıyla anlatmışlardır. Harbord, bölgedeki incelemeleri sırasında Erzurum ve çevresinde Ermenilerin yaptığı Müslüman katliamının kalıntılarını da kendi gözleri ile görmüş ve sadece Hasankale’de 43 Köyün Ermeniler tarafından yerle bir edildiğini[36] tespit etmiştir.
Ancak Türklerin Ermenilere yönelik katliamı olmadığını, tersine Ermenilerin bölgedeki Türk halkını katlettiğini tespit eden Harbord raporu ve Harbord raporu ile benzer gözlemleri ihtiva eden King-Crane raporu, ABD kamuoyuna duyurulmamış ve gizli tutulmuştur[37].

                OSMANLI DEVLETİNİN ARAŞTIRMA HEYETİ TEKLİFİ
Osmanlı hükümeti 13 Şubat 1919’da zorunlu göçün soruşturulması ve nedenlerinin tespiti amacıyla ikişer kişiden oluşan tarafsız bir komisyon kurulması için İsveç, Hollanda, İspanya ve Danimarka hükümetlerine bir nota vermiş, ancak bu devletler 6 Mayıs 1919’da verdikleri cevaplarda teklifi reddetmişlerdir[38].
                TÜRK-ERMENİ UZLAŞTIRMA KOMİTESİ VE TÜRK-ERMENİ PLATFORMU ÇALIŞMALARI
ABD, Rusya ve AB’nin Türkiye ile Ermenistan’ı uzlaştırma çabaları kapsamında 9 Temmuz 2001’de iki ülke arasında Türk-Ermeni Uzlaştırma Komitesi (TARC) teşkil edilmiştir. Komite 11 Aralık 2001’de Ermeni temsilcilerin ortak bir bildirge yayınlayarak ayrılmalarıyla dağılmış[39], daha sonra tekrar teşkil edilerek çalışmalarına devam etmiştir. Ancak çalışmalarda beklenen ilerleme sağlanamayınca komite çalışmaları 2003’te sona ermiştir.
Takip eden süreçte Viyana Türk-Ermeni Platformu (VAT) kurulmuş ve Temmuz 2004’te Türk ve Ermeni tarafları üzerinde bilimsel araştırmalar yapılmak üzere belge değişimine başlamıştır.
Bu kapsamda Türk tarafı Amerikan, Alman, Fransız ve Avusturya arşivlerinden alınan 99 belgeyi Ermeni tarafına vermiş, Ermeni tarafı toplantıya gelmeyince Ermeni tarafına ait belgeler Artam Ohancanyan tarafından Türk Heyeti’ne iletilmiştir[40].

Türk tarafı 31 Aralık 2004’e kadar karşılıklı olarak 80 belgenin daha teatisini teklif etmiş ve 2005’in ilk yarısında toplantı yapılması kararı alınmıştır. Ekim 2005’te Ermeni tarafı “Osmanlıca belgeleri çevirmediği için” ek süre istemiş, Türk tarafı belgelerin tercümelerini vermeyi teklif etmiş[41], Ermeni tarafı bu teklife cevap dahi vermemiş ve süreç Ermenilerin olumsuz tutumu nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
                ERMENİLERİN TARAFINDAN ÜRETİLEN SAHTE BELGE VE RESİMLER
                Ermenilerin soykırım iddialarını kanıtlayabilmek için sıkça başvurdukları yöntemlerden biri de sahte belge ve resim üretimidir.
                Ermenilerin bu konudaki ilk icraatları ABD’nin İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau’ın tercümanı  Arşak Şimavonyan ile katibi  Agop Andonyan tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu ikili hayal mahsulü olayları olmuş gibi gösteren birtakım düzmece raporlar kaleme alarak büyükelçiye verirler. Görev süresinde karayoluyla İstanbul’un dışına bile çıkmayan ve meydana gelen olayları  bu iki Ermeninin verdiği raporlarla izleyen Morgenthau Ermeni tercümanının ve katibinin yazdığı Anadolu Ermenilerine ilişkin düzmece raporları ABD Dışişlerine gönderir. Daha sonra bu raporlar “Ambassador Morgenthau's Story(Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküsü)” adıyla basılmış  ve Ermeniler tarafından soykırım delili olarak kullanılmaya başlanmıştır.  Kitap esasen Morgenthau tarafından değil, 15.000 Dolar karşılığında Burton J. Hendrick tarafından kaleme alınmıştır[42].  Kitapta yazılanlar ile Morgenthau’ın kendi tuttuğu “Günlük Hatıra Defteri” karşılaştırılınca kitapta yer alan saptırmalar ve sahtecilik açıkça ortaya çıkmaktadır. Heath Lowry kitapta yer alan bilgilerin gerçekleri nasıl saptırdığını “The Story Behind Ambassador Morgenthau's Story(Büyükelçi Morgenthaau’ın Hikayesinin Perde Arkası)” adlı kitabında detaylı olarak anlatmaktadır[43].
                Sahteciliğin bir diğer örneği Halep’te yaşadığı iddia edilen Naim Bey adlı bir Türk memurunun sözde hatıralarına dayanarak Aram Andonyan tarafından kaleme alınan “Naim Beyin Hatıraları” adlı kitaptır. Kitapta Talat Paşaya ait olduğu iddia edilen telgrafların tamamının sahte olduğu ortaya çıkmıştır[44]. Belgelerde yer alan ve Halep Valisi Mustafa Abdülhalik beye ait olduğu iddia edilen imzanın sahte olmasının yanı sıra o tarihte Halep Valisi Mustafa Abdülhalik bey değil  Bekir Sami beydir.  Ermeniler tarafından üretilen belge miladi ve Rumi takvim farkına dikkat edilmeden üretildiğinden belgedeki tarih ve sayı Osmanlı arşiv sistemindeki numaralandırma sistemine uymamaktadır. Örneğin belgede yer alan tarihe göre 502’den sonra numara alması gereken bir belgeye 1181 sıra numarası verilmiştir. Verilen sıra numarasında ise Sina çölünde artezyen kuyusu açılması ile ilgili gerçek belge bulunmaktadır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin yazışmalarında resmi antetli kağıt kullanıldığı halde Andonyan belgeleri normal kağıda yazılmıştır ve o dönemde Halep vilayetinde Naim bey adlı bir Türk memurun yaşadığına dair kayda da rastlanmamıştır[45]. Diğer yandan Ermeniler tarafından üretilen bu belgelerde kullanılan Türkçe, dil ve gramer bakımından bozuktur ve Osmanlı yetkililerinin kullanması mümkün olmayan ifadelerle doludur[46]. Hollandalı tarihçi Erik Zürcher, Michael M.Gunter, Andrew Mango gibi yabancılar da Andonyan belgelerinin sahte olduğunu kabul etmektedir[47].
                Ermeniler belge sahteciliğini Hitler üzerinden de sürdürmüş ve Hitler’in 2. Dünya Harbi’ni başlatan 1 Eylül 1939’daki  Polonya saldırısından bir hafta önce Obersalzberg’te Alman generallerine Alman dilinde yaptığı konuşmadaki sözlerinin İngilizce çevirisine  konuşma metninde bulunmayan  “Ermenilerle ilgili” ekleme yapmıştır. Hitler konuşmasında “ölüm kıtalarıma Polonyalıları çoluk-çocuk, genç-ihtiyar ortadan kaldırma emri verdim” demiş ve Ermenilerin iddiasına göre sözlerine devamla “zaten Ermenileri kim hatırlıyor ki”  ifadesini kullanmıştır. Oysa Hitler’in yaptığı konuşmanın orijinal metninde Ermenilerle ilgili böyle bir ifade yoktur[48]. Nitekim savaştan sonra savaş suçlularının yargılandığı Nüremberg mahkemesi Hitler’in bu konuşma metnini USA-29 ve USA-30 biçiminde numaralayarak onaylamıştır. Ancak bu metinlerde Hitler’in sarf ettiği iddia edilen Ermenilere ait cümle yer almamaktadır[49].
                Sahte belge üretiminde Mustafa Kemal Atatürk’ü de kullanmaya çalışan Ermeniler,  Fransız yazar Paul du Veou’nun bir kitabına dayanarak  Mustafa Kemal Atatürk’ün 27 Ocak 1920 tarihinde İstanbul'da Divan-ı Harb-i Örfi de şahitlik yaptığını ve  Türklerin Ermenileri katlettiğini söylediğini öne sürmektedir.
Fransız yazar Paul du Veou; muhtemelen İstanbul'un işgal altında bulunduğu 1919-1920'de itilaf devletlerinin denetiminde Ermenilerce Fransızca olarak çıkartılan Le Bosphore ve La Renaissance gazetelerinde "Declaration de Mustafa Kemal" ismiyle yayınlanmış olan gerçek dışı haberlerden etkilenerek ve doğru olup olmadığını tahkik etmeden bu bilgileri kitabının dipnotuna koymuş, bu bilgi daha sonra Ermeni papazı Jean Nasliyan tarafından da kullanılmıştır.
Ermeni papaz Naslian, Mustafa Kemal'i daha sonra kurulacak mahkeme üyesi olan  “Nemrud Mustafa Paşa Divan-ı Harbi” adıyla anılan “Süleymaniyeli Mustafa Paşa” ile karıştırmıştır. Adı geçen Papaz'ın kitabı basılmadan önce, Ermeni yazarı Guerguerian durumu öğrenip söz konusu ifadenin bir hata olduğu kendisine hatırlatmış ve bu ifadenin kitaptan çıkarılması gerektiğini bildirilmişse de bu yapılmamıştır[50]. Nitekim Boston’da yayımlanan “The Armenian Review” adlı Ermeni dergisi de 1982 yılının sonbahar nüshasında yer alan James Tashjian imzalı makalede Atatürk’ün böyle bir açıklaması bulunmadığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Makalenin başlığı “Atatürk’e Yanlışlıkla Atfedilen Beyan” adını taşımaktadır[51]. Ancak Ermeniler bu sözlerin Atatürk’e ait olduğu iddiasını konunun bilinmediği ortamlarda sürdürmeye devam etmektedir.

Atatürk’e ait olmayan sözleri Atatürk’ün sözleriymiş gibi sunan Ermeniler 2005 yılında Atatürk üzerinden bir sahteciliğe daha imza atmıştır. California eyaletinin UCLA Üniversitesinde soykırım konulu bir panel düzenleyen ABD Ermenileri konferans posterinde Atatürk’ü bir cesedin önünde poz verirken gösteren bir resim sergilemiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife Hanıma  gönderdiği orijinal kartpostal üzerinde Atatürk’ün ayakları önündeki köpek yavruları resimden çıkarılarak köpeklerin yerine bir çocuk cesedi fotoğrafı yerleştirilmek suretiyle Atatürk soykırımcı olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Fotoğrafın orijinali ile sahtesi aşağıda yan yana gösterilmiştir:

                Ermenilerin fotoğraflar üzerinden sahte resim üretmelerine bir diğer örnek de Oxford Üniversitesince 2005 yılında basılan  Donald Bloxham’ın “The Great Game of Genocide, Imperialism, Nationalism and the Destruction of the Ottoman Armenians (Büyük Soykırım Oyunu, Milliyetçilik ve Osmanlı Ermenilerinin Yok edilişi)” adlı kitabında yer almıştır. Erivan’daki Soykırım Müzesi’nde de sergilenen ve St. Lazar Mkhitarian koleksiyonuna ait olduğu belirtilen aşağıdaki fotoğrafın altında “Türk resmi görevlisi açlıktan ölmek üzere olan Ermeni çocuklara ekmek göstererek alay ediyor” ifadesi yer almaktadır.
                Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde ders veren, Avustralyalı tarihçi Prof Dr. Jeremy Salt fotoğrafta Osmanlı memuru olarak sunulan kişinin o dönemde kullanılan yakasız gömlek ve fes yerine ceket giyip, kravat takmasından ve fotoğrafta yer alan kişilerin vücut azalarının orantısızlığından şüphelenerek fotoğrafı bir laboratuvarda uzmanlara inceletmiştir.
Fotoğraf laboratuvarında fotoğrafın pikselleri 2400 kez büyütülünce fotoğrafın birçok yerden alınmış parçaların birleştirilmesi ile oluştuğu ve fotoğrafın sahte olduğu uzmanlar tarafından tespit edilmiştir.
Prof. Salt konuyu İngiltere Türk Dernekleri Federasyonu’na taşıyınca Federasyonun Genel Koordinatörü ve “Asılsız İddialarla Mücadele Komitesi” Başkanı Servet Hassan, 19 Ekim 2009’da Oxford Yayınları Tarih Editörü Christopher Wheeler’a bir şikâyet mektubu göndermiştir. Wheeler  2 Kasım’da gönderdiği cevapta; hata yaptıklarını, birkaç parçadan oluşan fotoğrafın fotomontajla bir araya getirildiğinin anlaşıldığını, yani fotoğrafın sahte olduğunu kabul etmiş ve ellerinde bulunan kitabın stoklarını imha ettiklerini bildirmiştir. Ancak bu kitap başta İngiltere olmak üzere dünyadaki birçok ülke kütüphanesine dağıtılmıştır ve okuyucuya sunulmaya devam edilmektedir.
                Ermeniler sahte resim montaj faaliyetlerini basılı kitaplar üzerinde de sürdürmektedir. Aşağıda gösterilen,  “Der Völkermord an den Armeniern vor Gericht” (Ermeni Kıyımı Mahkeme Önünde) adlı kitapta kullanılan ve üst üste yığılmış kurukafalardan oluşan resmin sol üst köşesine Talat Paşa’nın resmi konularak “bu masum insanları Talat Paşa katletti” imajı verilmeye çalışılmaktadır. Kitabın iç kapağının arka sayfasına ise; “Kitabın üzerindeki fotoğrafın 1916/1917 yıllarında Batı Anadolu’daki kurukafalar piramidlerini yani Türk barbarlığını gösterdiğinden hiç kuşku duyulmaz” ifadesi yazılıdır. 
 Oysa resmin Ermenilerle hiçbir ilgisi yoktur. Halen Moskova’da, Tretyakov  Devlet Galerisi’nde sergilenmekte olan resim Rus ressam Vasili Vasilyeviç Vereşçagin’in 1871 yılında yaptığı “The Apotheosis of War(Savaşın Tanrılaştırılması) adını verdiği tablosudur ve tablo Ermeni göçünden 44 sene önce yapılmıştır. Aynı montaj resim, Tessa Hofmann tarafından hazırlanan, Talât Paşa ile ilgili mahkeme tutanaklarının yer aldığı “Der Prozess Talaat Pascha” adlı kitapta da kullanılmıştır. Yani Ermeniler tarafından üretilen sahte belge ve resimleri,  belgelerin sahte olup olmadığını araştırmadan ya da bilerek Ermeni tezlerine destek olanlar da kullanmaktadır.

The Apotheosis of War/ Vasili Vasilyeviç Vereşçagin

                Ermenilerin  belgeler üzerinde yaptıkları sahteciliğin bir diğer şekli kendi katlettikleri Türklerin resimlerinin Türklerin katlettiği Ermeniler şeklinde gösterilmesidir. New York'ta Rusça yayımlanan "V Novom Svete" gazetesinde, Eduard Pariyants isimli bir Ermeni, Hocalı soykırımında öldürülen Türk çocuklarının resimlerini, 1915 yılı sözde Ermeni soykırımı kurbanları olarak göstermiştir.  APA  Ajansının haberine göre, bu gerçeği Florida'da yaşayan ve Ermeni terörüyle ilgili bazı kitaplar yazan Felix Tzertvadze ortaya çıkarmıştır. Söz konusu resimleri görünce Hocalı soykırımı kurbanlarını hemen tanıyan Tzertvadze, Azerbaycan devlet kurumlarına ve diaspora teşkilatlarına başvuruda bulunarak durumu bildirmiştir[52]. Buna benzer bir olay daha önce Almanya'da düzenlenen bir sergide de yaşanmıştır ve Erivan’daki soykırım müzesinde de bu tür resimler sergilenmektedir.

                1912-1922 YILLARI ARASINDA DOĞU ANADOLU’DAKİ 4 VİLAYETTE KATLEDİLEN TÜRKLERİN SAYISI
Amerikalı tarihçi Prof. Dr. Justin McCarthy’nin tespitlerine göre 1912-1922 yılları arasında Anadolu’daki Müslüman nüfusun %18 i (2.500.000) hayatını kaybetmiştir.  Türkiye’nin yalnızca doğu vilayetlerinde öldürülen Türklerin sayısı 1.189.132 kişi olup bunların illere göre dağılımı şu şekildedir[53] :
        VİLAYET*
KATLEDİLEN NÜFUS
KATLEDİLEN NÜFUS ORANI
VAN  
194.167
% 62
BİTLİS 
169.248
% 42
ERZURUM
248.695
% 31
DİYARBAKIR
158.043
% 26
MAMURAT-İL AZİZ
89.310
% 16
SİVAS
186.413
% 15
HALEP
50.838
%   9
ADANA
42.511
%   7
TRABZON
49.907
%   4
TOPLAM           
1.189.132
%  24
* Çizelgedeki vilayetler günümüz siyasi hudutlarına göre 19 ilimizi kapsamaktadır.


                McCarthy tarafından verilen rakamlar incelendiğinde Erzurum vilayetinde Müslüman halkın %31’inin, Bitlis vilayetinde %42’sinin, Van vilayetinde ise % 62’sinin katledildiği ortaya çıkmaktadır. Justin McCarthy Türk ve Müslüman halkın kayıplarını hesaplama yöntemini açıklarken “abartmalı hesaplamalara dayandığım yolunda eleştirilere fırsat vermemek için daima kendi tezimin aleyhine olacak sayıları esas tutmak ilkesini kabullendiğimden metinde verdiğim, Müslümanların ölüm telefatına ilişkin sayıların, gerçek ölüm telefatına göre düşük kaldığı varsayılabilir[54] ifadesini kullanmaktadır.
            Türkiye coğrafyasındaki katliamın yanı sıra, Trans Kafkasya’da Bakü, Gence, Tiflis, Kutaisi, Kars ve Revan(Erivan) bölgelerinde de 413.000 Türk ve Müslüman katledilmiştir. 1912-1922 yılları arasında Anadolu coğrafyasında katledilen 1.189.132 kişiye, Trans Kafkasya’da katledilen 413.000 kişi eklendiğinde katledilen Türk ve Müslümanların sayısı 1.602.132’ye ulaşmaktadır[55].  Üstelik katledilen Türklerin durumu zorunlu göç sırasında hayatını kaybeden Ermenilerin durumundan çok farklıdır. Ermenilerden ölenlerin çok büyük bir bölümü salgın hastalıklar ve yol şartları gibi sebeplerle hayatını kaybederken, Ermeniler tarafından katledilen Türkler ırkçı bir saldırının kurbanı olarak ağır işkenceler altında yok edilmiştir[56].






                ERMENİ KATLİAMINDAN KAÇMAK İÇİN GÖÇ ETMEK ZORUNDA KALAN TÜRKLER

Katledilenlerin yanı sıra Ermeni zulmüne maruz kalan yörelerin Türk nüfusunun önemli bir bölümü de katliamdan kurtulabilmek için topraklarını terk etmek zorunda kalmış ve mülteci durumuna düşürülmüştür. Prof. Dr. Justin McCarthy’nin nüfus istatistiklerinden yaptığı tespitlere göre göç etmek zorunda kalan Türklerin bölgelere göre durumu aşağıdaki tabloda gösterilmiştir[57]:

BULUNDUĞU BÖLGE
GÖÇ ETTİĞİ YER
GÖÇ EDEN NÜFUS
TRABZON-ERZURUM DOĞUSU
SAMSUN
           79.100
ERZURUM
SİVAS
         300.000 
ERZURUMUN.DOĞUSU-GÜNEYİ VE VAN
MAMURAT-ÜL AZİZ
           80.000
VAN-BİTLİS      
DİYARBAKIR
         200.000
ARA TOPLAM

         659.100
ÇEŞİTLİ BÖLGELERDEN      
DİĞER İLLERE
           43.800
GENEL TOPLAM

         702.900
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürlüğü Arşivindeki 7 Haziran 1919 tarihli belgede ise; “Erzurum, Trabzon, Bitlis, Van vilâyetleriyle Erzincan sancağı halkından bir milyonu geçen sayıda Türk ve Müslümanın her türlü sağlık ve hayat şartlarından ve devletin desteğinden mahrum olarak iç bölgelere doğru göçmek mecburiyetinde kaldığı, her geçen gün şiddetlenen saldırılar ve göçler sonucunda mültecilerden 701.166 kişinin öldüğü, bu miktarın hükümetin resmî kayıtlarına dayandığı, resmî kayıt dışında kalan tahminen 300.000’e yakın Müslüman nüfus da ilave edildiğinde yukarıda belirtilen dört vilâyetle bir sancak halkından göçler sırasında ölenlerin sayısının bir milyona ulaştığı”  belirtilmektedir[58].
Dikkat edilirse belgede sadece 4 vilayet ile bir sancak halkından göç edenler hakkında bilgi verilmektedir. Bunlara diğer doğu vilayetlerinden göç edenler de eklendiğinde göç edenlerin sayısı 1,5 milyonu aşmaktadır. Nitekim Tasvir-i Efkȃr Gazetesi’nin 11 Mayıs 1919 tarihli nüshasında Ermenilerin öncülük ettiği Rus ordusunun istilasına uğrayan vilayetlerden göç eden Türklerin sayısı 1.604.031 kişi olarak verilmiş[59] ve bunlardan 701.166 Türk’ün Ermeni zulmü ve Rus istilasından kaçarken hayatını kaybettiği kaydedilmiştir. Bu belgede verilen Türklerin kayıpları yukarıda belirtilen Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürlüğü Arşivindeki 7 Haziran 1919 tarihli belgede geçen miktarlarla birebir örtüşmekte ve göç etmek zorunda kalan miktar bölgedeki Müslüman nüfusun %69,5’ini oluşturmaktadır. Ancak bu miktarlar sadece göç sırasında hayatını kaybeden Türklerin sayısıdır. Bu rakama Ermeniler tarafından bulundukları bölgelerde katledilen ve Osmanlı belgelerinde katil ve maktullerin kimlik bilgileri ile katledilme şekilleri ayrıntılı olarak verilmiş olan 518.105 Türk ve Kafkasya’da katledilen 413.000 Türk ve Müslüman da eklendiğinde Ermeniler tarafından katledilen Türk ve Müslüman sayısı 1.931.105’e ulaşmaktadır.

Başbakanlık Osmanlı Arşivlerindeki 7 Haziran 1919 Tarihli Belge

Nitekim ABD eski Başkanı Reagan’ın hukuk danışmanı olan Bruce Fein : “Beyaz Saray 1981 yılında araştırma yaptı, Ermenilerin 2 milyonun üzerinde Türk’ü katlettiği ortaya çıktı. İşgalden kaçmak ve katliamdan kurtulmak için topraklarından göç etmek zorunda kalan Türkleri de eklediğimizde 1. Dünya Savaşındaki Türk kaybı 2.400.000 kişiye ulaşmaktadır. Ermeniler, kendi arşivlerini açmıyor, çünkü bu gerçeğin ortaya çıkmasını istemiyor. ……. Burada asıl önemli konu, Ermenilerin ihanetidir. Osmanlı kendisini savundu. Özellikle ABD’de yaşayan Ermeniler, soykırım yalanı ile büyük menfaat sağlıyor. ABD yönetimi de büyük paralar döndüğü için Ermenileri karşısına almak istemiyor. Ermeniler ısrarla kendi arşivlerini açmıyor. Çünkü yıllardır soykırım yalanı ile dönen getirimi kaybetmek istemiyorlar. Arşivler açıldığı anda gerçek ortaya çıkacak[60]” ifadeleri ile yukarıdaki rakamların da üzerinde Türk’ün Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeniler tarafından katledildiğini açıklamıştır.
  

                TÜRK VE ERMENİ KAYIPLARININ KARŞILAŞTIRILMASI VE ERMENİSTAN’IN TOPRAK HEDEFİ
1. Dünya Harbi yıllarında zorunlu göçe tabi tutulan Ermenilerle, Ermeni katliamı ve Rus işgali  nedeniyle topraklarını terk etmek zorunda kalan Türk ve Müslümanların kayıpları mukayese edildiğinde aşağıdaki tablo ortaya çıkmaktadır:

ERMENİLERİN KAYIPLARI
PAPAZ VAHAN  VARDAPET’E GÖRE
280.000
KARA SCHEMSI’YE GÖRE
250.000
OSMANLI DEVLETİ ARŞİV BELGELERİNE GÖRE
56.610
 TÜRK VE MÜSLÜMANLARIN KAYIPLARI
BRUCE FEIN’E GÖRE               
2.400.000
KARA SCHEMSI’YE GÖRE
2.000.000
JUSTİN MCCARTHY’YE GÖRE
1.602.132*
OSMANLI DEVLETİ ARŞİV BELGELERİNE GÖRE
1.931.105**

Yukarıda belgeleriyle ortaya konulan bütün bu bilgiler sonucunda Birinci Dünya Savaşı yılları ve sonrasında zorunlu göç sırasında hayatını kaybeden Ermenilerden çok daha fazla sayıda Türkün ve Müslümanın savaş, göçler ve Ermeni katliamları nedeniyle hayatını kaybettiği ortaya çıkmaktadır. Ancak mağdur edebiyatı yapmakta oldukça başarılı olan Ermeniler 1. Dünya Savaşı’ndaki kayıplarını her yıl arttırmakta, Ermeni iddiaları konusunda Parlamentolarında karar alan ülkeler de Ermeni rakamlarını esas almaktadır.

Bu konuda Prof. Dr. Justin McCarthy o dönemde Anadolu’da yaşayan Ermenilerin sayısının 750.000 kadar olduğunu belirterek, bunların büyük bir kısmının daha savaş çıkmadan başka ülkelere göç ettiğini,  bunların yok sayılması ve Türklerin Anadolu’da yaşayan Ermenilerin tamamını katlettiğinin varsayılması halinde bile Türklerin iddia edildiği gibi 1.500.000 Ermeni’yi katledebilmesi için her bir Ermeni’yi 2 kez öldürmesi gerektiğini,  bunun ise imkânsız olduğunu[61] söylemektedir. 

Ermeniler Türk katliamına 1. Dünya Savaşı’ndan sonra da devam etmiştir. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesiyle Türk ordusunun 1914 sınırlarına çekilmesini fırsat bilen Ermeniler Kars ve civarındaki 38 köyü yakıp yıkmış ve 14.620 kişiyi katletmiştir. Ermenilerin Sarıkamış bölgesinde 11.000 Türk’ü daha katletmesi üzerine TBMM seferberlik ilan etmiştir. Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusu kısa sürede Sarıkamış, Kars ve 7 Kasım’da Gümrü’yü almış ve Ermenilerin ”ateş kes” talebi üzerine Ermenistan’la 3 Aralık 1920’de ”Gümrü Barış Anlaşması  “ imzalanmıştır.
Sakarya zaferinden sonra ise Sovyet Rusya’nın aracılığıyla Sovyet Cumhuriyetleri olan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile TBMM Hükümeti arasında 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması imzalanmış ve daha önce 16 Mart 1921’de Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Rusya arasında imzalanmış olan Moskova Antlaşması'nın 3 Sovyet Cumhuriyeti için de geçerli olduğu kabul edilmiştir. Ancak Ermenistan Parlamentosu 6 Aralık 1989’da Türkiye’nin Ermenistan ile mevcut sınırının çizildiği 16 Mart 1921 tarihli Moskova Anlaşması’nı fesih kararı alarak Türkiye-Ermenistan sınırını kabul etmediğini ilan etmiştir.
Ermeniler halen Türk sınırlarını tanımamakta ve Bağımsızlık Bildirgesi’nde Türkiye’nin 19 ilini Batı Ermenistan adıyla Ermenistan hudutları içinde göstermektedir. Ermenistan Anayasası’nda başlangıç bölümünde “Ermeni halkı, Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi’ni, Ermenistan Devleti’nin ve Ermeni milli ruhunun temel ilkeleri olarak kabul eder ” ifadesi bulunmakta, 13. maddesinde ise “Ermenistan Cumhuriyeti’nin armasının Ağrı Dağı ve Nuh’un gemisi ile dört Ermeni Krallığının armasından meydana geldiği” ifadesi yer almaktadır.

ERMENİLERİN TÜRK DİPLOMATLARINA SUİKASTLARI

Zorunlu göçten 10 yıl önce II. Abdülhamit suikastıyla Türk devlet adamlarını katletme yolundaki girişimlerini başlatan ve daha sonra Talat Paşa, Sait Halim Paşa, Bahattin Şakir, Cemal Azmi, Cemal Paşa ve Enver Paşa’yı katleden ve Atatürk’e yönelik suikast girişiminde de bulunan Ermeniler 1973 yılından sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin dış temsilciliklerinde görev yapan diplomatlarını ve diğer Türk görevlilerini hedef alan 110 terör saldırısı daha gerçekleştirmiştir.

 27 Ocak 1973 tarihinde Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir’in ABD’nin Kaliforniya Eyaleti’nin Santa Barbara şehrinde yaşlı bir Ermeni tarafından katledilmesiyle başlayan söz konusu süreçte Ermeniler tarafından 21 ülkenin 38 şehrinde yapılan saldırılarda 42 Türk ile dört yabancı hayatını kaybetmiş, 15 Türk ile 66 yabancı da yaralanmıştır.

Ermeniler Tarafından Katledilen Türk Diplomatlar ve Yakınları


                ERMENİLERİN YABANCI PARLAMENTERLERE VE TARİHÇİLERE YÖNELİK TEHDİT VE TERÖR EYLEMLERİ

                Ermeniler Türk diplomatlarına suikastların yanı sıra yabancı devletlerin parlamenterleri ve yabancı ülkelerin bilim adamları üzerinde de baskı kurmakta ve onları tehdit etmektedir. 1987 yılında Avrupa Parlamentosu (AP) tarafından alınan “sözde soykırım” kararına dayanak oluşturan Vandemeulebroucke raporu AP Siyasi Komitesi tarafından oylanarak reddedilmesine rağmen, Ermenilerin tehdit ve baskıları sonucunda usulsüz olarak yeniden AP Genel Kurul gündemine alınmış,  rapora ve karar taslağına karşı olan parlamenterler Parlamento içine sızan Ermeniler tarafından tehdit edilerek karar kabul ettirilmiştir. Toplantı sırasında söz alan Alman parlamenter Wedekind, kendisinin silahla tehdit edildiğini, bu şartlar altında toplantı yapılamayacağını[62] bildirmiştir. Ermeniler benzer tehdit ve eylemleri Ermeni meselesi ile ilgili karar tasarılarının görüşüldüğü tüm parlamentolarda uygulamaktadır.

                Ermenilerin baskı ve tehditlerine maruz kalan bir diğer aydın grubu yabancı bilim adamları ve tarihçilerdir. 1984 yılında soykırım iddialarının asılsız ve haksız olduğu konusunda bildiri yayımlayan 69 yabancı tarihçi Ermeniler tarafından tehdit edilmiş ve Ermeni konusunda çalışan bazı bilim adamları çeşitli metotlarla susturulmak istenmiştir. Türkiye Büyükelçisine danışmanlık yaptığı için bir profesörün aleyhine basın kampanyası açılmış, Profesör Bernard Lewis Ermeni soykırımını inkâr ettiği iddiasıyla mahkemeye verilmiş ve Prof. Dr.Justin McCarthy’nin çalıştığı Üniversiteden kovulmasına çalışılmıştır[63]. Prof. Dr.Standford Shaw, Ermeni soykırımı diye bir şey olmadığını açıkladıktan sonra Ermenilerden tehdit almaya başlamış, ders verdiği sınıf basılmış ve Los Angeles’da Ermeniler tarafından evi bombalanmıştır. Hayat güvencesi kalmayan Prof. Shaw, 1981 yılında Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştır[64]. Yukarıda sadece birkaç örneği sunulan Ermeni terör eylemleri Ermenilerin gerçekleri duyma olgunluğuna bile sahip olmadıklarını göstermektedir.

                ERMENİLERİN YENİ  NESLİ TÜRK DÜŞMANI OLARAK YETİŞTİRMESİ
                Ermeniler gerçekleri çarpıtmakla yetinmemekte ve yeni nesillerini de Türk düşmanı olarak yetiştirmektedir.  5 yaşından itibaren Ermeni çocukları Erivan’daki soykırım müzesine götürülerek sahte belgelerle, sahte resimlerle ve görsel-işitsel efektlerle beyinleri yıkanmaya başlanmaktadır.

                Türkiye, Birleşmiş Milletler’in “Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesinin çalışmaları kapsamında nefret söylemlerinin durdurulması kararlarına” ve UNESCO’nun “öteki uluslara veya belli gruplara karşı önyargıları ve klişeleri ayıklamak üzere belirlediği kriterlere” uyarak tamamen haklı olduğu konularda bile diğer ülke ve milletleri incitebilecek ifadeleri ders kitaplarından çıkartmıştır. Ermeni ders kitapları ise Türklere karşı asılsız iddiaların yanı sıra birçok küfür, hakaret ve nefret söylemleri ile doludur[65]. Türkiye’ye dost olduğunu söyleyen birçok ülkenin Ermeni ders kitaplarındaki asılsız iddia ve hakaretleri kendi ders kitaplarına almaları ise bir tür akıl tutulmasıdır.
Ermenilerin ilkokul çocuklarına Türk bayrağını çiğneterek yaptırdığı yürüyüşe ilişkin aşağıdaki resim  bu konudaki yaklaşımını göstermek için yeterlidir.

SONUÇ

Osmanlı Ermenileri Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında isyan ederek düşman saflarına geçmiş; Bulgar, Rus, İngiliz ve Fransız ordularının öncü birlikleri olarak Türk ordusuyla savaşmış, bir bölümü ise silahlı çeteler teşkil ederek masum sivil halkı katletmiştir. Söz konusu fiiller gerek o dönemdeki, gerekse günümüzdeki devletlerin ceza yasalarında vatana ihanet suçunu oluşturmakta ve bu suç için bu ülkelerin yasalarında idam cezası öngörülmektedir. Buna rağmen Osmanlı Devleti isyancı Ermenileri çoğu kez affetmiş, ancak affedilenler yeniden isyan ederek düşman orduları lehine faaliyetlerine ve sivil halkı katletmeye devam etmiştir.  Ermeni isyanları savaşın sonucunu etkileyecek boyuta erişince ve masum sivil halka karşı girişilen katliamlar bölgenin nüfus yapısını değiştirmeye başlayınca Osmanlı Devleti bağımsız bir Ermenistan kurma amacında olan isyancı Ermenileri kendi toprakları içindeki savaş yaşanmayan bölgelere göç ettirmek zorunda kalmıştır.

Ermenilerin kayıplarına ilişkin olarak her gün birçok haber, kitap ve film gündeme taşınarak Osmanlı Devleti’nin haklı olarak başvurduğu göç uygulaması bir soykırım olarak sunulmakta,  ancak Ermenilerin Türklere karşı uyguladıkları soykırım nitelikli toplu katliamlar ve Ermeni zulmünden kurtulmak için topraklarını terk etmek zorunda kalarak göç ve dönüş sırasında hayatını kaybeden Türkler hiç gündeme getirilmemektedir.

 Yabancı diplomatların raporlarına göre; göç ettirilen 438.758 Ermeni’den 386.148’i (%82’si) salimen göç yerlerine ulaşmıştır. Göçler sırasında hayatını kaybeden 56.610 Ermeni’nin 9 katı Türk (518.105) Anadolu’da, 7 katı Türk ve Müslüman (413.000) ise Transkafkasya’da Ermeniler tarafından katledilmiştir.

 Ermeni zulmünden kaçmak için göç etmek zorunda kalan Türklerin sayısı ise zorunlu göçe tabi tutulan Ermenilerin (438.758) 3,5 katından fazladır (1.604.038) ve bunların üçte ikisi (1.000.000) yollarda hayatını kaybetmiştir. Bu miktar Ermeniler tarafından bulundukları bölgelerde katledilen Türklerin sayısına eklendiğinde öldürülen Türklerin sayısı 2 milyona ulaşmaktadır.  
Ancak suçluyu mazlum yerine koyma konusunda oldukça başarılı olan Ermeniler uluslararası toplumu Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığı yalanına inandırmak konusunda fazla bir güçlükle karşılaşmamaktadır. Ermeniler göç sırasında hayatını kaybeden Ermeni sayısını giderek arttırmakta ve yeni yetişen nesillerini Türk düşmanı olarak yetiştirmektedir.
 Yabancı ülkeler ise inanmaya hazır oldukları bu yalanı temel alıp kendilerini tarihçi yerine koyarak parlamentolarında Türkleri soykırımla suçlayan kararları kabul etmekte, ders kitaplarında asılsız Ermeni iddialarına yer vermekte ve “soykırım olmamıştır” denmesini suç kabul eden yasalar çıkarmaktadırlar. Bu yaklaşım tarihi boyunca mertliği, dürüstlüğü, merhameti ve savaş ahlakı düşmanları tarafından bile kabul ve takdir edilen asil Türk milletine karşı yapılan büyük bir haksızlıktır.  Asılsız Ermeni iddialarına inanarak Ermeni tezlerini destekleyen ülkeler 1912-1922 arasında Anadolu’da yaşanan tarihsel gerçeklere daha fazla duyarsız kalmamalı ve bu haksız tutumlarına son vermelidir.

A. ARŞİV BELGELERİ

1. Osmanlı Arşivleri:

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi: No. 55-291, 55-341, 55-A/17, 55-A/77, 55-A/135, 57/110 

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi: No: 55-A/17, 53/305  

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti, Emniyet Umum Müdürlüğü 2. Şube, No: 2D/13

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi: No. 54-A/226

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Emniyet Umum Müdürlüğü 2. Şube Arşivi 68/71, 68/80-83-84, 68/101

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Şifre kalemi, Şifre No: 57/273, 58/124, 58/161, 59/123, 60/190

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Şifre kalemi, Şifre No:62/21(EK-30)

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Bab-ı ȃli Evrak Odası, Şifre No:341055

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Hariciye Nezareti,  Mütareke, No: 43/17(EK-XX)

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Hariciye Nezareti, Hazine-i Evrak, Karton 178, Dosya:23

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Hariciye Nezareti Siyasi Kısmı: 2487/10, 8 N.1337 (7 Haziran 1919)

2. Genelkurmay Arşivi:

Genelkurmay ATASE Arşivi, No: ½,Kls:528, Dos:2061,Fih:21-18,No: 4/3671

3. Alman Arşivi:

Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi: 1A Turkei 183, Armenien Bd.37, No: 7122, R.14086

4. Amerikan Arşivi:

Amerikan Milli Arşiv ve Araştırma İdaresi (US Archives NARA) 867.48/271 : Ek 310

Amerikan Milli Arşiv ve Araştırma İdaresi (US Archives NARA) 867.4016/193,Copy No: 484

Amerikan Milli Arşiv ve Araştırma İdaresi (US Archives NARA); T1192, Roll 4, 860J.01/431

5. İngiliz Arşivi:

İngiliz Devlet Arşivi Dışişleri Bürosu (British Foreign Office Papers), Nu: 371/6504/E.8515; Craigie, British Chargé d’Affaires et Washington, to Lord Curzon, No:722 of July 13, 1921

İngiliz Devlet Arşivi Dışişleri Bürosu (British Foreign Office Papers), Nu:371/6556/E.2730/800/44

6. Rus Arşivi:

Rusya Federasyonu Devlet  Arşivi : RGVİA, Fond 2100, liste 1, dosya 558, yaprak 172

B. KİTAPLAR
Aide –Mémorie Sur Les Droitsdes Minoritiés En Turquie,Présentée Aux Représentants Des Membres De La Société Des Nations, Association Nationale Ottomone Pour La Sociéte Des Nations, Constantinople, 1922
Ataöv, Türkkaya,  “An Armenian Source: Hovannes Katchaznouni”, Ankara University Faculty of Political Science, Ankara, 1985
Ataöv, Türkkaya, “Hitler and the Armenian Question”, Ankara University Faculty of Political Science, Ankara, 1984
Atılgan İnanç - Moumdjıan Garabet, “Archival Documents of the Viennese Armenian-Turkish  Platform”, Bentley University Academic CENTER, Los Angeles, California, 2009
Aya, Şükrü Server “Preposterous Paradoxes of Ambassador Morgenthau”, Belfast, 2013
Bakar, Bülent, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2009
Ermeni Komitelerinin Amaçları ve İhtilal Hareketleri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etütler  Başkanlığı Yayınları, Ankara 2003

Gürkan, Uluç, “Malta Yargılaması, Özgün İngiliz Belgeleriyle” Kaynak Yayınları, İstanbul , 2014

Halaçoğlu, Yusuf, “Ermeni Tehciri ve Gerçekler(1914-1918)”, Türk Tarih Kurumu Yayınları Sayı 90, Ankara, 2001

İrandust, “Dvijuşie Silı Kemalistskoy Revolyutsii, Gosudarstvenoe İzdatelstvo”, Moskova,-Leningrad, 1928

Kaçaznuni Ovanes, “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005,s.4-5; “The Armenian Revolutionary Federation (Dashnaksoution) Has Noting To Do Any More”, Armenian Information Service”, New York, 1955

Kantarcı, Şenol, “Amerika Birleşik Devletlerinde Ermeniler ve Ermeni Lobisi”, Aktüel yayınları, İstanbul, 2004

Konukçu, Enver, “Ermenilerin Yeşilyayla’daki Türk Soykırımı (11-12 Mart 1918)”, Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü Yayını No: 674, Ankara, 1990
Livre Bleu du Gouvernement Britannique Concernant le Traitement des Armeniéns Dans Le’empire Ottoman 1915-1916 (Mavi Kitap ).

Lowry, Heath, “The story Behind Ambassador Morgenthau's Story, The Isis Press, İstanbul, 1990

Mazıcı, Nurşen,”ABD’nin Güney Kafkasya Politikası Olarak Ermenistan Sorunu”, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2005

McCarthy, Justin, “Ölüm ve Sürgün”, Çeviren: Bilge Umar, İnkılap Yayınları, Ankara, 1995
Orly Saldırısı Davası (19 Şubat-2 Mart 1985), Şahit ve Avukat beyanları, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ankara, 1985
Öğün, Tuncay, “Unutulmuş Bir Göç Trajedisi  Vilayat-ı Şarkiye Mültecileri(1915-1923)”, Babil Yayıncılık,  Ankara, 2004
Özdemir Hikmet, Çiçek Kemal, Turan Ömer, Çalık Ramazan, Halaçoğlu Yusuf,  “Ermeniler: Sürgün ve Göç”, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara, Ermeniler: Sürgün ve Göç, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara, 2004
Perinçek, Mehmet “Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi”, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2012

Selvi, Haluk, “Geçmişten Günümüze Ermeni Sorunu ve Avrupa”, Sakarya Üniversitesi Türk-Ermeni İlişkileri Araştırma Merkezi Yayını, Sakarya, 2006

Süslü,  Azmi, “Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörlüğü Yayın No:5, Ankara, s.149-150;

Turabian, Aram,” Les Volontaires Armeniéns Sous Les Drapaux Francais”, Marceilles, 1917

Uras, Esat, “Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi”, Türkiye Matbaacılık ve Gazetecilik A.O., Belge  Yayınları, İstanbul, 1987
Urfalı Mateos,”Vekayiname (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1131-1162)”, Çeviren: Hrant D. Andreasyan, Ankara, 1987

Zürcher, Erick Jan, “Turkey: A Modern History”, London, 1997

C. MAKALELER

Çakmak, Zafer, “Mondros Mütarekesi Sonrası Ermeni-Rum-Yunan İşbirliği”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 16, Sayı: 2, , Elazığ-2006

Ertürk, Suzan, “I. Balkan Savası’nda Bulgar Ordusundaki Anadolu Ermenileri”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XII/2 (Kıs 2012)

Fein, Bruce, “Lies, Damn Lies And Armenian Deaths”, Huffpost World, June 4, 2009

Kantarcı, Şenol ,“Ermenilerce Atatürk’e Atfedilen Sözler ve Divan-ı Harb-i Örfi ile Ermeni Teröristleri Tarafından Şehit Edilenlere Atatürk’ün Gösterdiği İlgi”,  Ermeni  Araştırmaları Dergisi, Sayı: 4, Ankara, 2002

Kasım, Kamer, “Turkish-Armenian Reconciliation Commission: Missed Opportunity”, Ermeni Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı  4, Aralık 2001, Ocak-Şubat 2002

LEWY, Guenter, “Ermeni Sorununu Yeniden Tartışmak”, Ermeni Araştırmaları, Sayı 18, Ankara, Yaz 2005

McCarthy, Justin, “Bırakın Tarihçiler Karar Versin”, Ermeni Araştırmaları, Sayı 1, Ankara, Mart-Nisan-Mayıs 2001

Tacar, Pulat,  “Avrupa Parlamentosunun 1987 Yılında Aldığı”,  Ermeni Araştırmaları , Sayı 18, Ankara, Yaz 2005

“Vefat Eden Bilim Adamları”,  Ermeni Araştırmaları, Sayı:23-24, Ankara, 2006

Yılmaz, Salih, “Ermenistan Cumhuriyeti’nde Okutulan 10. Sınıf Tarih Ders Kitabında Türkler Aleyhine İfadeler ve Sözde Ermeni Soykırımı”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı:177, Aralık 2008

D. TEZLER

 Taşcıoğlu, Ömer Lütfi, ”Belgelere Göre Türk-Ermeni İlişkilerinde Katliam ve Soykırım İddiaları”,       Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, 24 Haziran 2014

E. GAZETELER, İNTERNET KAYNAKLARI

Diplomatik Gözlem: http://www. diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-6082, Erişim: 2 Şubat 2010

Müslüman Muhacirler”, Tasvir-i Efkȃr, 11 Mayıs 1919

The New Near East, Volume 6, Nu 7, 31 Ocak 1920
T.C. Başbakanlık Basın yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü ; “ “Bir Ermeni Sahtekârlığı Daha”, Gün Seher Gazetesi, Bakü, 30 Ekim 2007

F. ULUSLARARASI KONFERANS

 McCarthy, Justin, “ Turkish-Armenian Relations”, TASAM 3. Dünya Türk Forumu, Trakya Üniversitesi, Edirne, 29 Mayıs 2014





1  Urfalı Mateos,”Vekayiname(952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1131-1162)”, Çeviren: Hrant D. ndreasyan, Ankara, 1987, s.171              
[2] Salih Yılmaz, “Ermenistan Cumhuriyeti’nde Okutulan 10. Sınıf Tarih Ders Kitabında Türkler Aleyhine  İfadeler ve Sözde Ermeni Soykırımı”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı:177, Aralık 2008, s.112
[3] Aide –Mémorie Sur Les Droits Des Minoritiés En Turquie,Présentée Aux Représentants Des Membres De La Société Des Nations, Association Nationale Ottomone Pour La Sociéte Des Nations, Constantinople, 1922, s. 13-14
[4] Livre Bleu du Gouvernement Britannique Concernant le Traitement des Armeniéns Dans Le’empire Ottoman 1915-1916 (Mavi Kitap ).
[5] Gnkur.Atase Arşivi, No: ½,Kls:528, Dos:2061,Fih:21-18,No: 4/3671; Aram Turabian, Les Volontaires Armeniéns Sous Les Drapaux Francais, Marceilles,1917, s.6


[6] Ermeni Komitelerinin Amaçları ve İhtilal Hareketleri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etütler  Başkanlığı Yayınları, Ankara 2003, s. 164.
[7] Azmi Süslü,  Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörlüğü Yayın No:5, Ankara, s.149-150; British Foreign Office Papers, Public Record Office, Nu:371/6556/E.2730/800/44
[8] Süslü, age, s.149-150 ; Yusuf  Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler(1914-1918)”, Türk Tarih Kurumu Yayınları Sayı 90, Ankara, s. 62-63  
[9] Yusuf  Halaçoğlu, “Ermeni Tehciri ve Gerçekler(1914-1918)”, (1914-1918)”,Türk Tarih Kurumu Yayınları Sayı 90, Ankara, 2001,  s.66 ; Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi: No. 55-291, 55-341, 55-A/17, 55-A/77, 55-A/135, 57/110 
[10] Halaçoğlu, age, s.66-67 ; Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi: No: 55-A/17, 53/305   
[11] Bülent Bakar, “Ermeni Tehciri”, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2009, s.200-212
[12] Halaçoğlu, age, s.58; Dahiliye Nezareti, Emniyet Umum Müdürlüğü 2.Şube, Nr: 2D/13
[13] US Archives NARA 867.4016/193,Copy No: 484
[14]Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi: No. 54-A/226 ; Halaçoğlu, age, s.67-68
[15]Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Türkiye Matbaacılık ve Gazetecilik A.O.,Belge  Yayınları, İstanbul, 1987, s.136-143
[16]Halaçoğlu, age, s. 72-77; Dahiliye Nezareti Emniyet Umum Müdürlüğü 2. Şube Arşivi 68/71, 68/80-83-84, 68/101, 57/110
[17] Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek, Ömer Turan, Ramazan Çalık, Yusuf Halaçoğlu,  Ermeniler: Sürgün ve Göç, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara,  2004, s.75 ; US Archives NARA 867.48/271 : Ek 310
[18] Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, age, s.147; Dışişleri Bakanlığı Arşivi, Hazine-i Evrak, Karton 178, Dosya:23
[19] Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler.., age, s. 81-82
[20] Dahiliye Nezareti Şifre kalemi, Şifre No: 57/273, 58/124, 58/161, 59/123, 60/190
[21] Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler..,  age, s.81
[22] Dahiliye Nezareti Şifre kalemi, Şifre No:62/21(EK-30)
[23] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Bab-ı ȃli Evrak Odası, Şifre No:341055
[24]  Özdemir “v.d”, age,  s. 141
[25]  US Archives, NARA; T1192, Roll 4, 860J.01/431 ; Özdemir “v.d”, age, s. 137
[26] Mehmet Perinçek, “Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi”, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2012, s.228, Belge No:100; İrandust, Dvijuşie Silı Kemalistskoy Revolyutsii, Gosudarstvenoe İzdatelstvo, Moskova,-Leningrad, 1928,  s. 67,69 vd.,
[27]  Özdemir ”v.d”, age, s. 140 ; The New Near East, Volume 6, Nu 7, 31 Ocak 1920, s. 28
[28]  Suzan Ertürk, I. Balkan Savası’nda Bulgar Ordusundaki Anadolu Ermenileri, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XII/2 (Kıs 2012), s.121-140
[29] Zafer Çakmak, Mondros Mütarekesi Sonrası Ermeni-Rum-Yunan İşbirliği, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 16, Sayı: 2, , Elazığ-2006,  Sayfa: 403-412
[30]  Perinçek, “Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi”, age, s.141, Belge No: 55; RGVİA Fond 2100, liste 1, dosya 558, yaprak 172
[31] Türkkaya Ataöv,  “An Armenian Source: Hovannes Katchaznouni”, Ankara University Faculty of Political Science, Ankara, 1985, s.3-13
[32] Ovanes Kaçaznuni, “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005,s.4-5; “The Armenian Revolutionary Federation (Dashnaksoution) Has Noting To Do Any More”, Armenian Information Service”, New York,1955
[33]  British Foreign Office Papers, Public Record Office Nu: 371/6504/E.8515: Craigie, British Chargé d’Affaires et Washington, to Lord Curzon, No:722 of July 13, 1921
[34]  Uluç Gürkan, “Malta Yargılaması, Özgün İngiliz Belgeleriyle” Kaynak Yayınları, İstanbul , 2014
[35] Nurşen Mazıcı,”ABD’nin Güney Kafkasya Politikası Olarak Ermenistan Sorunu”, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2005, s.54
[36] Şenol Kantarcı, “Amerika Birleşik Devletlerinde Ermeniler ve Ermeni Lobisi”, Aktüel yayınları, İstanbul, 2004, s.149-150
[37]   Mazıcı, age, s.56-57
[38]  Osmanlı Arşivi,Hariciye Nezareti,  Mütareke, No: 43/17(EK-XX)
[39]  Kamer Kasım, Turkish-Armenian Reconciliation Commission: Missed Opportunity, Ermeni Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı  4, Aralık 2001, Ocak-Şubat 2002
[40] İnanç Atılgan - Garabet Moumdjıan, “Archival Documents of the Viennese Armenian-Turkish  Platform”, Bentley University Academic CENTER, Los Angeles, California, 2009, s.22-23
[41]  Diplomatik Gözlem: http://www. diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-6082, Erişim: 2 Şubat 2010
[42]  Şükrü Server Aya, “Preposterous Paradoxes of Ambassador Morgenthau”, Belfast, 2013, s. 11-15-182
[43]  Heath Lowry, “The story Behind Ambassador Morgenthau's Story, The Isis Press, İstanbul, 1990
[44]  Guenter Lewy, “Ermeni Sorununu Yeniden Tartışmak”, Ermeni Araştırmaları, Sayı 18, Ankara, Yaz 2005
[45] Şinasi Orel and Süreyya Yuca, “ The Talat Pasha Telegrams, Historical Fact or Armenian Fiction?”, Nicosia, 1983
[46] Orly Saldırısı Davası (19 Şubat-2 Mart 1985), Şahit ve Avukat beyanları, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ankara, 1985, s.42
[47]  Erick Jan Zürcher, “Turkey: A Modern History”, London, 1997, s. 121
[48] Türkkaya Ataöv, “Hitler and the Armenian Question”, Ankara University Faculty of Political Science, Ankara, 1984, s.3-11
[49] Orly Saldırısı Davası (19 Şubat-2 Mart 1985), Şahit ve Avukat beyanları, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ankara, 1985, s. 46
[50] Şenol Kantarcı, “Ermenilerce Atatürk’e Atfedilen Sözler ve Divan-ı Harb-i Örfi ile Ermeni Teröristleri Tarafından Şehit Edilenlere Atatürk’ün Gösterdiği İlgi”,  Ermeni  Araştırmaları Dergisi, Sayı: 4, s. 92-121, Ankara, 2002
[51]   Orly Saldırısı Davası, age, s.47
[52]   T.C. Başbakanlık Basın yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü ; “Bir Ermeni Sahtekârlığı Daha”, Gün Seher Gazetesi, Bakü, 30 Ekim 2007
[53]  Justin McCarthy, “Ölüm ve Sürgün”, Çeviren: Bilge Umar, İnkılap Yayınları, Ankara, 1995, s. 273  ; Haluk Selvi, Geçmişten Günümüze Ermeni Sorunu ve Avrupa, Sakarya Üniversitesi Türk-Ermeni İlişkileri Araştırma Merkezi Yayını, Sakarya, 2006, s.102
[54]   McCarthy, age, s. 380
[55]  McCarthy, “Ölüm ve Sürgün”, age, s. 265 
[56] Enver Konukçu, “Ermenilerin Yeşilyayla’daki Türk Soykırımı (11-12 Mart 1918)”, Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü Yayını No: 674, Ankara, 1990, s.18-26- 54-57-68-91-93   
[57]  McCarthy, “Ölüm ve Sürgün”, age, s. 265
[58]  Başbakanlık Osmanlı Arşivi Hariciye Nezareti Siyasi Kısmı: 2487/10, 8  N.1337 (7 Haziran 1919)
[59] Ömer Lütfi Taşcıoğlu, ” Belgelere Göre Türk-Ermeni İlişkilerinde Katliam ve Soykırım İddiaları”,       Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, 24 Haziran 2014, s.276-277;Tuncay Öğün, “Unutulmuş Bir Göç Trajedisi  Vilayat-ı Şarkiye Mültecileri(1915-1923)”, Babil Yayıncılık,  Ankara, 2004, s. 37;” Müslüman Muhacirler”, Tasvir-i Efkȃr, 11 Mayıs 1919, s.2
[60]   Bruce Fein , “Lies, Damn Lies And Armenian Deaths”, Huffpost World, June 4, 2009
*  Bu miktarın 413.000’i Kafkasya’da katledilen Türk ve Kafkasya’da katledilen Türk ve Müslümanların sayısıdır .
**  Bu miktarın 1.000.000’u Rus işgali ve Ermeni zulmünden kaçarken yollarda hayatını kaybeden, 518.105’i Ermeniler tarafından bulundukları bölgelerde katledildiği belgelenen, 413000’i ise Kafkasya’da katledilen Türk ve Müslümanların sayısıdır.
[61] Justin McCarthy, “ Turkish-Armenian Relations”, TASAM 3. Dünya Türk Forumu, Trakya Üniversitesi, Edirne, 29 Mayıs 2014
[62]  Pulat TACAR,  Avrupa Parlamentosunun 1987 Yılında Aldığı,  Ermeni Araştırmaları , Sayı 18, Yaz 2005
[63]  Justin McCArthy, Bırakın Tarihçiler Karar Versin, Ermeni Araştırmaları, Sayı 1, Mart-Nisan-Mayıs 2001
[64]  Vefat Eden Bilim Adamları,  Ermeni Araştırmaları, Sayı:23-24, 2006
[65]  Yılmaz, “Ermenistan Cumhuriyeti’nde Okutulan 10. Sınıf Tarih Ders Kitabında Türkler Aleyhine İfadeler …”, agm,  s.116-129