24 Şubat 2014 Pazartesi

Çekirdek / Tohum


Hocalı












XOCALI

Könlüm havadan da sanki nəm çəkir,
Gözlərim yollarda, gözüm yol çəkir,
Vətənin torpağı hey məni çəkir, 
Gəlim də, dönməyim, qalım, Xocalı,
Mənə də qoynunda yer ver, Xocalı. 

Gedəmmirəm çətinliklər doludur,
Yollar namərd, haramiylə doludur,
Bu yol ancaq gedər-gəlməz yoludur,
Gəlim də, dönməyim, qalım, Xocalı,
Mənə də qoynunda yer ver, Xocalı. 

Çörəyin yeyənlər çörəyin basdı,
Cavan, qız demədi, öldürdü, asdı,
O gündən bugünə könlündə yasdı, 
Gəlim də, dönməyim, qalım, Xocalı,
Mənə də qoynunda yer ver, Xocalı. 

Sənin "dost" dediyin gədərin yazdı,
Şeytan, iblis kimi quyunu qazdı,
Əzrayılın oldu, əcəlin yazdı
Gəlim də, dönməyim, qalım, Xocalı,
Mənə də qoynunda yer ver, Xocalı. (K.Q.)

Keçilerin oyunu


Keçiler de oynar!

Büyüklük

Herkes bekleyişi kadar büyüktü.
Biri olabilecek olanı beklediği için, diğeri daimi olanı beklediği için büyüktü.
Oysa imkansızı bekleyen herkesten büyüktü.

Soren Kierkegaard

Yavaş Yavaş Ölürler


Vazgeçin


Bozkurdun Halleri


Arnavutluk'ta esir olan bu kurt, kendisine yem olarak verilen güçsüz eşeği öldürmedi, dost oldu.
Ve onu "insan" denen mahlukattan korudu..

Müslüman mı olduk?

Adam elinde bir bıçak ile camiye girer: “Ey cemaat içinizde Müslüman olan var mı?” diye bağırır. Herkes susar. Ancak yaşlı bir amca kalkar “Ben varım” der. Bıçaklı adam amcaya, bir dakika dışarı gelir misin diyerek koluna girer camiden çıkarlar. Biraz ötede bağlı bir koyunun yanına gidip, “Amca; bu kurbanı kesmeme yardımcı olur musun, İslami, kurallara uygun keselim” der. Amca koyunu kesmeye başlar. Yaşlılık bu ya her taraf kan olur. Amca; “Oğlum yoruldum camiye git başka birini bul” der. Adam elinde kanlı bıçağı ile camiye girerek bağırır. “İçinizde başka bir Müslüman var mı ?” Yaşlı amcayı götürüp kestiğini zanneden cemaat ses çıkarmaz, ama topluca dönüp imama bakarlar. İmam “Ne bakıyorsunuz ulan, iki rekat namaz kıldırmakla Müslüman mı olduk!” der...

Ümmiye Ana

 

Başı, el dokuma beyaz keten bezi üzerine kıyıları iri çiçek işlemeli bir örtü örtülü, önden siyah saçları alnından görünen ışıltılı yüzlü bir Türk kadını. Yüzü yuvarlakça, kırışıksız, gepgenç görünüyor. Çiçekli şalvarını giymiş, gelmiş.
Televizyonda bir yarışmaya çıkmış Ümmiye Gürbüz. Filme çekilmiş sesli görüntüsüne (video) bir rastlantı, baktım.* İlk andan kapıldım etkisine. Cesaretine, güvenine hayran kaldım. Sonra izledikçe yayını içim daraldı, bize yapılanlara, algımızla gizlice oynanmasına, düştüğümüz tuzağa, bunun ayırdında olmayışımıza üzüldüm.
Başında işlemeli eşarp biçimli, ucu çene altına sokularak bağlanmış örtüsü, altında şalvarı, kendine güvenen yürüyüşü… Boyunun kısalığından mı neden, ilk önce tabure biçimli oturma yerine oturamadı. Bir iki uğraştı. Sunucu Kenan Işık yardım edeyim mi deyince, böyle bir görüntü istemediğinden olacak birden bir gayret sıçradı oturdu.
Düzgün bir Türkçeyle konuşuyor. Ne boğazdan hırıltılar çıkarıyor ilk çağ adamları gibi, ne sözleri ezip büzüyor, uzatıp çekiyor. Çok kitap okuyanların, çok dinleyenlerin Türkçesi. Türkiye Türkçesi. Aksansız  bir Türkçe. Hepimiz gibi, bir Türk gibi. Yöresi, yeri belli olmuyor.
Konuşunca zaten kendini anlatırken çok okuduğunu, daha sekiz dokuz yaşında kitaplar bitirdiğini öğreniyoruz. Sekiz yaşında“Ana”yı, dokuzunda “Gazap Üzümleri”ni okuyup bitirmiş:
“Okumasız bir hayat düşünemiyorum. Okumayı çok seviyorum.” dedikten sonra tarih okumanın, tarihini bilmenin önemini de ekliyor iki yetişkin çocuk anası Ümmiye Ana.
Okura anımsatma: “Ana” Maksim Gorki’nin Rus devrimi öncesi dönemi, sefaleti, yoksulluğu bir işçi ve anası çevresiyle anlatan dünyaca ünlü bir romanı. İlk, 1907’de yayınlanmış.Konusu, malları, parası için yaşayanla, insana sevgi duyan, hakkını, adaleti arayan insanın mücadelesi.“Devlet Ana” deseydi, o bir Kemal Tahir romanı. 1290 yıllarını anlatan. Söğüt Türkleri ve çevresinin mücadelesi, devlet kurma.
Gazap Üzümleri, ABD’li, Nobel edebiyat ödüllü yazar John Steinbeck’ in. 1930’lu yılların Amerika’sını, kıtlığı, yoksulluğu, adaletsizliği, göçü, göçmeni anlatan romanı.
Ümmiye Hanım hem Rus’un, hem Amerikan vatandaşının çektiği eski acıları, sefaleti öğrenmiş daha bebecikken, sekiz dokuz yaşlarındayken. Gazap Üzümleri yazarının adını da biliyor, unutmamış. Kendini öğrenemeden elin acısını, iki küresel gücün geçmişini duyurmuşlar ona. İlk okuduğu roman, bizi, bizim çektiklerimizi, savaş yıllarında, işgalde yaşadıklarımızı, o yılların yoksulluğunu, direnişi, devletimizin kuruluşunu anlatan bir Türk romanı olmamış.
Bunun kendisi de ayırdında. Söyledi:
“Geçmişimi bilmiyorum. Elli yaşındayım. Yaşadığım kırk yıldır olan her şeyi biliyorum, on yaşımdan beridir.” Burada dedikleri kulağa küpe:  Kırk yıldır olanları biliyorum, yaşadım ama ben geçmişimi bilmiyorum.”
“Özellikle yakın tarihimizi çok seviyorum.” sözüyle ama ben geçmişimizi  bilmiyorum sözü çelişkili gözükse de, bir gerçeği açıklıyor. Biz, bize dayatılanları, bize sunulanları okuyoruz. Batı hayranlığıyla sarıp sarmalamışlar bizi. Eski Yunan’ın bütün ıvır zıvırını, tanrısını masalını öğretmişler, kitap üstüne kitap basmışlar, devletin tiyatroları yatmış kalkmış bunları oynamış. Onları öğrenmeyen, ahkâm kesmeyeni adamdan saymamışlar. Bir sorun sıradan birine, oturduğu yer için, buranın eski adı ne diye. Size Yunan, Roma adlarını saymaya başlar nefes alamadan. Taklitçi maymun gibi anlatır. Böyle olunca yer adlarını, hiç acı duymadan, şehitlerimizden, atalarımızdan utanmadan, yabancı adlarla değiştirmeyi isteyebilenlere, buna cüret edenlere tepki gösteremezsin. Kıyıcı, tarihte Türk’ü arkadan vuran Ermeni’ye, işbirlikçi, ırkçı bölücüye, toprağımızda hep gözü olan Yunan’a, Rum’a teslim olmayı, şirin görünmek için onlara gerdan kırmayı, boyun eğmeyi kendine yakıştırırsın.
İşte görüyorsunuz, en büyük Türk destanını ne duruma düşürdüler sonunda. Ergenekon bizim diriliş destanımız, sözde de olsa, var olmasa da bir suç örgütünün adı olamaz, diye bas bas bağırdı yurtsever aydınlar ama sonunda herkes teslim oldu. Bu kıyıma boyun eğdi. Zaten kendi geçmişini bilmeyen, destanından haberi olmayan toplumun algısıyla oynadılar.  Herkesi bu oyuna kattılar. Yazılarında, sözlerinde yazarlar, aydınlar, bilim insanları paşa paşa Ergenekon davası, Ergenekon suçlusu, Ergenekon dosyası, Ergenekon hükümlüsü, Ergenekon hakimi… demeye başladılar.
Hangi çocuğa sorarsanız sorun şu an “Ergenekon “ nedir diye, bir terör örgütü yanıtını alırsınız. Türklük destanı böyle bitirilir. Düşman böyle akıllıdır…
Bize kendimizi değil elin kültürünü, tarihini öğretmişler. Bizi bize anlatacakların çoğu ise bize ihanet etmiş. Yazarlarımız yabancılaşmış, bölünmüş…
Ümmiye Hanım bunu o yayında bir yönüyle gözümüze sokmuş.
Milleti uyutma, kısa yoldan para kazanmaya özendirme yayını, bilmeden  topluma bir iyilik etmiş burada.
Kendisi olmaktan utanmayan bir Türk köylüsünü, hem de okumuş bir köylü kadını tanıtmışlar. Onun ağzından nerede yanlış yapıldı, Atatürk’ün eserlerine neden sahip çıkılmadı sorusunun yanıtı bilmeden verilmiş…
Yine de hemen gördüğümüze kanmayalım. Belki de bu görünüş bir oyundur. Seyirci çekmek için verilmiştir. Beni çekti örneğin. Günlük yaşamda şalvar giyse bile günümüzde köy kadınlarımız düğün dernekte bambaşka giyinirler. Görünce tanıyamazsınız. Şalvarın yerini uzun etek alır. Elbise giyilir. Çok yaş yaşamışlarımızın bile evlerinde böyle günler için üç etekleri, kaftan biçimli üstlükleri, eteği uzun, ağır giysileri vardır. Hele liseyi bitiren bir kadın, böyle günlük şalvarla kesseniz, sahneye, milyonların önüne çıkmaz.
Ümmiye Hanım burada içinden geldiği gibi konuşuyor. Belki okuduğu kitapların adını, ne diyeceğini evde düşünüp gelmiştir ama burada dediklerinde samimi olduğu kesin. Tarih kitaplarının eksikliğini söylüyor. Yakın tarihin, diğer adıyla“Türk Kurtuluş Savaşı” tarihinin kitapları bu eksik dedikleri. Turgut Özakman bu konuda ne büyük hizmet verdi:
Sayısız baskı yapan, çok satılan, çok okunan  “Şu Çılgın Türkler” nedir peki?  “Çanakkale- Diriliş 1915” ne? “Cumhuriyet- Türk Mucizesi” neyin nesi? Bunlar en son yazılan öykülerle süslenerek yazılan, çok kolay okunan Türk tarih kitapları… Ümmiye Hanım’ın bundan haberi yok. Olsa yakın tarihini iyi bildiğini söylemez miydi? Şu an bile çantasında iki kitabı varmış yeni aldığı, Ümmiye Hanım’ın. Ama geçmişini öğrenmediğinden yakınıyor. Kenan Işık suskun, konuğunu destekliyor. Bunları dese işinden olacak belki de. Yarışma  ATV’de, burası yandaş kanal, iktidarın kanalı.
Ümmiye Hanım kendini, memleketini anlatıyor:
“Balıkesir, Erdek ilçesi Hamamlı köyündenim. Erdek doğa harikası bir yer.” İşini, yerini tanıtma sözleri şöyle: “Pazarcıyım. Kendim üretiyorum, ekiyorum, yetiştiriyorum.Tavuklarım var. Yumurtalarını satarım. Turşu, salça yaparım, mantı yaparım satarım.” Kenan Işık, meraklı:
“Eşiniz?”  Ümmiye Hanım’ın yanıtı kısa: “Ayrıldım. Bir oğlum, bir kızım var. Buraya yengemle, oğlumla geldim.” diyor. Oğlunun adı Uğur. Genç bir adam. Konuşturuyorlar: “Anneme güveniyorum.”
Ümmiye Hanım’ın, neden geldiğine yanıt verirken, para ikinci planda, gelişimde öncelik para değil, kendimi sınamak istedim, demesi de alışılmış bir yanıt.
Ardından sorular geliyor. Ümmiye Hanım soruları hiç duraksamadan çatır çatır yanıtlıyor. Verilen dört seçenekten birini seçecek.
“Bir yastığa baş koymak?” sorusunun verilen yanıtlarını ( evlilik- dostluk- ortaklık- cimrilik) bir çırpıda seçip ayıklayıp doğrusunu diyor:
 “Evlilik.”
“Halk arasında müziğin ne olduğu söylenir?”
“Ruhun gıdası.”
“Saçların kıvırcık olması için saça sarılan?”
“Bigudi.”
“Elektrik düzenleyicisi:”
“Regulatör”
Bu yabancı sözcükten sonraki soru: “Garp hangi yön?”
Burada söylenen roman adı Batı’dan.  “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabındaki garp soruluyor. Neyin adı diye. Konusu, Birinci Dünya Savaşı’nda geçen savaş karşıtı, savaşın yıkımını, korkunçluğunu anlatan bir romanın adı bu. 1929’da ilk kez yayınlanmış. Bizden, Kurtuluş Savaşı’nın Garp Cephesi sorulsaydı ne kaybederdi soran? Tarihimizi anımsatırdık en azından, bir anlık da olsa. Ümmiye Hanım eski yön adlarını biliyor. Garp için:
 “Batı.” yanıtı gecikmiyor. Sunucu memnun, eski yön adlarını sırayla anımsatmadan duramayacak: “Şark doğu, kuzey ne biliyor musunuz?”  “Şimal.”
İyi güney nedir diye sorup Arapça “cenub,” Türkçedeki söyleşiyle “cenup”  dedirtmedi. Hiç kullanılmayışından, çok eskide kalışından olsa gerek… Belki de cenabetin (pis) halk ağzındaki şekli cünup ( boy abdesti almamış) sözüyle bu sözün ses benzeşmesinden. Gülünç olunmasından korktu.
Sıra gelmiş sesli soruya. Burada bir türkü, Giresun/ Görele türküsü “Oy Asiye” türküsünü bir anlık dinletiyorlar:
 “Ağasar’ın balını / Gel salını salını/ Adam cebinde taşır / Senin gibi gelini. Oy Asiye Asiye / Tütün koydum keseye .Sorusu: Kim söylüyor?
“Kamil Sönmez.!” Burada dualar ediliyor, Ümmiye Hanım ağlamaklı sesle: “Mekânı cennet olsun inşallah.” Sonra eski anılardan söz ediliyor.
Sıra geliyor baraj sorusuna. On beş bin sizin olacak diyor sunucu eğer bu soruya da doğru yanıt verirseniz:
“Turgut Özal’dan başka son yıllarda (hangi liderin) kimin mezarı açılarak zehirlendi mi diye bakıldı?” Yanıt bir çırpıda veriliyor:
“Yaser Arafat.”
Bu kadarcık emekle, bu sorularla bir anda on beş bin liranın sahibisin. Asgari ücretle çalışan bu parayı kemerini iyice sıksa bile onlarca yıl biriktiremez. Hayatında göremez… Ümmiye Hanım bunu da bilirse 15 bin kesin onun. Yeni soru:
“Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?” şiirini Nazım Hikmet hangi savaş için söylüyor?
Burada takılıyor Ümmiye Hanım. Dört verilen yanıttan birini seçecek. Diğer sorularda hiç duraksamamıştı. Burada kafası karışıyor. Besbelli bunu duymamış. Çok tartışılan bu şiiri. Seçmesi gereken yanıtlar şunlar: Kore Savaşı –Birinci Dünya Savaşı – Balkan Savaşı – Trablusgarp Savaşı.
“Joker kullanmak istiyorum.” Sunucu seyirciye sormayı önermiyor. Joker burada, yarışmacıya armağan edilen hak demek.
Telefon jokeri. Aradıkları bir öğretmen: Furkan Gözütok. Bir kitapçıda çalışıyormuş. Soruyu bilemiyor, hiç bilgim yok bu konuda diyor Ümmiye Hanım’a. Kore Savaşı üzerine yazılan bu şiirden haberi olmayan genç bir eğitimci. Sağla solla fazla uğraşmamış. Belli ki Nazım Hikmet’le hiç ilgilenmemiş.
Daha sonra, “Yarı yarıya seçim” hakkını kullanıyor yarışmacı. Doğru iki seçenek kalıyor önünde. Yine seçemiyor: Kore mi, Birinci Dünya Savaşı mı, hangi savaşa giden Ahmet’e, “Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?” denmiş ayıramıyor Ümmiye Hanım.
Çift joker hakkımı kullanayım diyor, neyse bu kural, soruyu bilmiş kabul ediliyor. Otuz bin kazanıldı. Sunucu, sana kalsaydı hangisini seçerdin bu iki seçenekten deyince:
“Birinci Dünya Savaşı diyecektim.” diyor Ümmiye Hanım. Kenan Işık:
“Yanlış. Nazım Hikmet niye böyle der ki? Kore Savaşı’na karşı biri. Sosyalizme  inanan biri. Kuzey – Güney Kore, kapitalizm – sosyalizm savaşıydı. Bu dizeden, bu aklınıza gelebilirdi.”
“Bilgisizliğime üzüldüm. Kesinlikle bilgisizliğime üzüldüm.Jokerlerimi kaybettiğime üzülmedim.” diyor Ümmiye Hanım.
Bileceği şuydu:
“Ne halt edeyim? deme Ahmet, / teslim ol. / Haneni, köyünü, / memleketini seviyorsan şu kadarcık, / teslim ol.” der bu şiir Türk askerine. Türk askerinin adı Mehmet, Mehmetçik olduğu halde burada Ahmet diye seslenilir askerimize. Şiirin son dizeleri şöyledir:
“Yiğitliğin zerresi kaldıysa sende,/ teslim ol. / Teslim ol ananın başı için, / teslim ol Türk halkı adına, / Ahmet, kardeşim, / kardeşlerine teslim ol.”
Bu şiirin Kore’deki esir kampını (1952 ) ziyaret eden şairin ziyaret dönüşü yazdığı söylenir. Şiirinde yazdıklarının benzerini orada esir Türk askerlerine söylemiştir.
Esir askerlerimiz, savaşta yaralanıp esir düşmüşler. Teslim olarak, yakalanarak değil. Kuzey Kore’nin esir kamplarının kötü durumu dillere düşmüştür. Bu kamplardaki esirlerin çoğu, Amerikalıların neredeyse hepsi ölmüş, az bir kısmı komünist olup, teslim olarak orada kalmış. İki yüzü aşkın, orada esir tutulan Türk askeri ise zor şartlara yüce gönüllülükleri, birbirlerine yardım ettikleri için dayanmış, bu kamptan sağ kurtulmuşlardır.
Şairin teslim ol dediği karşı taraf, savaşılan ülke Kuzey Kore. Hani şu günlerde, gündeme, yaptıkları insanlık dışı savaş esiri işkenceleriyle gelen, anaya çocuğunu zorla bir kova suda boğduran ülke. Bizim askerimizin o günkü siyasetle bu savaşa katılması ayrı konu, savaşta onlara teslim ol denmesi çok ayrı bir konudur. Bu şiir yurtseverleri yaralayan bir şiirdir. Çok tartışmalıdır.
Şiirde, şairden, “Açız, hastayız, yaralıyız, perişanız, durumumuz insanlık dışı, bizim beynimizi yıkıyorlar, sürekli komünistlik propagandası yapıyorlar!” diye Türkler adına yardım isteyen esir Türk subayından söz yoktur.
Neyse biz gene yarışmaya dönelim:
Sıra dokuzuncu soruya gelince Ümmiye Hanım otuz bin lira kazanmış durumdaydı. Para ödülü yedi bin beş yüzden sonra her ilerleyişinde sevincini belli etti, yüzünü kapadı, ellerini yukarı uzattı, sevincini gösterdi.
Son soru, “Günümüzde sağlık alanında alınan temizlik önlemleri anlamında  kullanılan hijyen aslında hangisidir. ”sorusunun dört seçeneği vardı: “Yağmur suyu- Yunan tanrıçası-Latince beyaz- Kimyasal madde.”
Ümmiye hanım hijyen demek temizliktir, diyor. Temizlik beyazdır… Orada kalıyor. “ Ne yapayım şimdi ben?” Sonra seyirciye sorma hakkını kullanıyor.
Hijyen sağlık bilgisi diye tanımlanır dilimizde. Yunanca kökenli.Türkçesi sağlığı koruma yolları. Sağlık ilkeleri. Burada sorulan soru pek kurnazca. Zaten istediklerine de erişiyorlar. Kadıncağız neredeyse tüm eski Yunan tanrılarını saydı sorunun yanıtını ararken. Seyircilerin yüzde elli beşi, neden Yunan tanrıçası dedi, diye düşünürken. Kenan Işık’la saydılar:
“Eros, Zeus, Athena, Homeros, Kibele, Ares, Nike, Apollo, Afrodit…”
Ümmiye Hanım’ın, “Var oğlu var, onlarda çok var. Bizde bir Allah var.” demesi  Kenan Işık’ı bile güldürüyor.
Higiene eski Yunan’ın sağlık tanrıçasıymış. Soru nasıl soruldu: “Hijyen aslında nedir? Aslı nedir?”
Bak sen şu işe. Bunu bilen otuz bin lira kazanıyor. Para altmış bine çıkacaktı. Eski Yunan’ı her fırsatta öğretiyorlar işte böyle “yurdum insanı” na.
Ümmiye Hanım’ın:
“Kısmetten öte gidilmez.”
Kenan Işık’ın: “ Doğru söylüyorsunuz. Kısmetten öte gidilmez. Hayırlısı buymuş diyelim. Ama otuz bin lira iyi para…” demesi, ardından yine Ümmiye Hanım’ın:
“Allah razı olsun. Teşekkür ederim.” sözleriyle de yarışma bitiyor.
Kader, kısmet, hayırlısı sözleri, yarışma adlı bir eğlence izlencesine damgasını vuruyor. Son yıllarda en çok duyduğumuz, “Allah razı olsun” duası, millet eğlensin diye hazırlanan bir izlencede kazanılan para için, bu parayı veren için de deniyor. Televizyon kanalı bundan para kazanıyor. Sana da bir damlasını tattırıyor: Neden, “Allah razı olsun” Yarışmacılar dilenci mi?
Yarışma bittiği an, televizyon kanalının sorumluları, bu işi, soruları, yarışmacı seçimini, şunu bunu hazırlatanlar  içlerinden şöyle demişlerdir:
“Oh be, ne güzel izlettik, millete bir fındıkkabuğuna sığmayan bilgiyi bilgi diye yutturduk. Aslında algılarıyla oynadık. Enayiler hiçbir şey anlamadılar. Her soruyla kafalarını sarstık.
Sorduğumuz türküde bile hinlik yaptık. Davamızın dizisi, istediğimiz gibi işlettiğimiz Kurtlar Vadisi dizisine gönderme yaptık aslında, Laz Ziya’yı anımsattık. Onu anımsayınca millet, elinde olmadan Türk, Kürt, Laz, Gürcü… diye kendilerine  öğretildiği gibi kökenleri sıraya koyup saydılar… Türk askerine, “Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?” diye sordurarak, bu eski şiirle güncelleme yaptık, bir taşla kaç kuş vurduk!..
Türk askerine bir de bu yolla saldırdık hiç belli etmeden. İzleyen şairin şiirini sorduk sandı. Bu dizeyle algıları etkiledik. Hele araya Yunan tanrıçası sorusu sıkıştırmak iyi akıldı.Ne güzel Yunan kültürünü anımsattık, kafa yordurduk. Artık her hijyen diyen bir düşünecek, bu sözün Yunancadan alındığını unutmayacak. ”
Ümmiye Ana’nın yarışmasını bu yazıyı yazarken kaç kez izledim. Tam bir yıl önce canlı yayınla yayınlanmış bu yarışma. Dün izlenceyi ilk izlerken önce içimde sevinç vardı. Sonuna doğru içimde kalan yalnızca bir burukluk…
Ne yapacağız, bu algı hırsızlarıyla nasıl başa çıkacağız?
Herhangi bir yayın böyleyse, sürekli televizyon izleyenler ne durumda acaba? Bu tür yayınları izlemekten nasıl vaz geçeceğiz? Çevremizde her şey kurgu mu? Gerçekleri, iyiyi doğruyu yitirdik mi?
Uyduruk kıytırık sorularla birinin para kazanması, oturduğu yerden bir anda zengin olması bizi neden ilgilendirir ki?
Adının anlamı, okuması yazması olmayan anlamına gelen, adının tersine çok okuyan Ümmiye Hanım. Tarihini bilmediğini söyleyerek çok okuyorum sözüyle ters düşen… Elli yaşındaki, memur olsa emekli olamayacak yaştaki birine köylü olduğu için paylaşımlarda hemen ona teyze denmesi… Bir tür küçümsemeyle: “Pazarcı Teyze.” “Bu millete çoban diyenler utansın!” başlıklarıyla verilmiş haber o günün gazetelerinde. Konuyla ne ilgi kurulduysa.  “Ümmiye Teyze üniversitelileri utandırdı.” yazmışlar.  Halkımızın yarışma adlı bu izlencelerle uyutulması, zaman harcaması…  Kolay, emeksiz para kazanmaya özendirilmeleri de cabası…
Hiç izlemediğim bir yayının gördüğüm sesli görüntüsünü (video), “Pazarcı Teyze “ başlığıyla, işlemeli başörtüsünü görünce merak ederek açtım. Duyduğum temiz Türkçeyle de şaşırdım.
Şaşkınlığımı, gördüklerimi, bildiklerimi üşenmedim, oturdum yazdım.
Şimdi, öyle düşünüyorum…

https://www.youtube.com/watch?v=B6_FM7-Hn10


ÜMMİ OLMAYAN ÜMMİYE

Tv da bir  programda bilgi yarışına katılmış Ummiye Gürbüz Hanım. Oğlum da bilgisayardan videosunu gösterdi bana. Başı örtülü, şalvarlı bir Anadolu hanımı Ümmiye Hanım. Pazarcılık yapıyormuş, evini geçindirmek için. “Kendimi bilgi açısından sınamaya  geldim” diyor. Başka yarışmacılar gibi “para-araba-hediye-tatil kazanmaya geldim” dememiş. Yarışmanın sonucunda da 30.000 TL kazandığında ve yarışmadan ayrıldığında “paraya değil, bilgisizliğime üzüldüm” diyor. Kaybettiği son soru “Hijyen” isminin nereden geldiği sorusu. “Yunan tanrısı olarak Apollon, Afrodit, Eros, Zeus, Atena, Kibele …var. Ama Hijyen’i mitolojide duymadım”. diyor. Ilave ediyor sonra: “Bizim bir Allah’ımız var, onlarda çok. Kısmetten öte gidilmez. Allah razı olsun. Bu benim için iyi para. Hiç bu kadarını üstüste görmemiştim.”

Farklı bir yarışmacı, sade, içimizden biri, bir Anadolu anası. Kaybettiği paraya değil, bilgisizliğine üzülüyor. Yunan mitolojisinden bir dolu isim sayıyor. Birçok üniversite mezunu yarışmacıya fark atacak bilgiye – kültüre sahip. Yunan Mitolojisini çok tanrı-tek tanrı değerlendirmesini yapacak kadar iyi idrak etmiş. Ummiye Hanım, ümmi  değil.

Nicedir bize empoze edilen düşünce tarzı bu: Para odaklı olmak. Bilgi,  bilgelik, sadelik,  geçmeyen akçe. Gençlere değil yalnızca, yaşını başını almış nice değerli(!) büyüğümüz için bu düşünce , modern dünyanın bir gerçeği. Ancak bu fikrin yalnız bu topraklarda bulunduğunu , dünyanın en geçerli değerinin bilgi olduğu kimsenin dikkatinde ve hatta umurunda  değil. Çağımızın  “bilgi çağı” olduğu da unutturuluyor. Okullarda, üniversitelerde kitaplardan bilgi ve kültür unsurları hergeçen gün giderek azalıyor, azaltılıyor. Alışveriş yapan, hep tüket(tiril)en, bilgi, eser, değer üretmeyen, bilgiyi dışarıdan alan, hatta bilim adamlarımızın yabancı bilgileri kes, kopyala, yapıştır mantığı ile kendi kitap, eser, makalelerinde kullandıkları bir üniversite ve bilim dünyasının içine itildik. Kolay ve hatta para  ve dahi mevki de getiriyor bu yöntem. Yorulmaya gerek yok. Pazarcı Ummiye Hanım gibi hem pazarda rızık çıkarmaya hem de öğrenmek için okumaya hele hiç gerek yok.

Bu ülkenin temel meselelerinden biri bu: Bilgisizlik, bilgiye saygızsızlık. Bilgiye değer-saygı-destek veren, bütce ayıran bir devlet anlayışı; AR-GE ve laboratuar sistemi kurmuş bir özel sektor, araştırma bütçesi, sponsorluk anlayışı olan Holdingler, vatana ihanet değil hizmet için kurulmuş düşünce kuruluşları ve bunların hazırladığı raporları dikkate ve kayda alan meclis gerekli bu eksiği gidermek için.

Biz bilmiyoruz: Kendimizi bilmiyoruz. Geçmişimizi, bugünkü durumumuzu, gelecekte ne ve nasıl olacağımızı, olmamız ve olmamamız gerekeni bilmiyoruz.  Neyi nasıl yaptığımızı,  nasıl yapmamız gerekeni de. Biz, milletçe görünen o ki,  kendimiz için doğru olan hiçbir şeyi bilmiyoruz( istisnalar dışında).
….

Bu yarışma meclis çatışı altında yapılmış olsaydı, ya da bir dolu üst bürokrat arasında, para ve bilgiye bakış açısı ve sonuç açısından Ummiye Hanım çoook fark atardı.

Ancak üzüntüye ne hakkımız var, ne de gerek. Eminim ki aramızda hala bir dolu Ümmiye Hanım var, gizli, sade yaşayan, bilge, hedefe para yerine bilgiyi koyan… Ve onlar aramızda oldukça bu memlekette ümit de bitmez, bilge düşünce de.

Ümitsizlik ne bizim anlayışımızda var, ne inancımızda. Sağol Ümmiye Hanım.


2013, A Filiz Yavuz Avşar

21 Şubat 2014 Cuma

Geleceğin Suçlusunu Yetiştirmek...

Geleceğin suçlusunu yetiştirmenin 8 basit kuralı…

1. Küçükken daha, çocuğa ne isterse vermeye başla!
Ki herkesin onun geçimini sağlamakla mükellef olduğuna inansın…

2. Fena sözler söylediğinde gül!
Ki, kendisinin akıllı olduğuna inansın…

3. Ona düşünmeyi, beynini kullanmayı öğretme sakın!
Bırak, on sekizine gelince kendisi karar versin…

4. Yerde bıraktığı her şeyi kaldır: kitaplarını, giysilerini, pabuçlarını…Onun için her şeyi sen yap!
Ki sorumlulukları hep başkalarına yüklesin…

5. Onun önünde sık sık kavga et!
Ki bir gün aile parçalanırsa pek de şaşırmasın…

6. Ona istediği kadar harçlık vermekten kaçınma!
Asla kendi parasını kazanmanın ne demek olduğunu öğrenmesin…

7. Yiyecekmiş, içecekmiş, konformuş, tüm arzularını yerine getir!
Ki istediklerini her zaman elde etmeye şartlansın…

8. Komşulara, öğretmenlere, polise, vs. karşı hep onun tarafında ol!
Ki hepsine karşı önyargılarla davransın…

Üstün DÖKMEN

Kuvvet-Kudret


Arkadaş

Baki'ye sormuşlar: Görelim ne cevap vermiş:
Üç çeşit arkadaş vardır:birincisi: ekmek gibidir.Her gün ararsın!
İkincisi: ilaç gibidir. İhtiyacın olduğunda ararsın!
Üçüncüsü: mikrop gibidir. O, seni bulur!


Sınav Kağıdı

Sağ, sol davası olduğu günlerde sokaklarda her gün cesetler varken bir okulda sınav yapılır, öğrenciler soruları cevaplar ancak öğretmenin gözü bir öğrencisine takılmıştır, zira kağıdına bir şey yazarken görmemiştir. 
Sınav biter, öğrenciler kağıtlarını masada oturan hoca'nın önüne koyup,koyup sınıfı terkederler, biri hariç. 
O çocuk gözünü ayıramadığı çocuktur. Ağır ama emin adımlarla yürür, yürür, yürür hocanın masasının üstüne kağıdı koyar. Hoca haklıdır bırak cevapları, sorular bile yazılmamıştır, öğrenci başına geleceği bildiğinden cebindeki sustalı bıçağı çıkartır, kağıda saplar ve
'' Bu kağıt yüz alacak hocaaaa '' der. Hoca sakindir.
Yavaşça ayağa kalkar belindeki 14'lü tabancayı çıkartır, kağıdın üzerine sertçe vurur vee
''Bu kağıt hakkı ne ise onu alacak oğlum '' der.
İşte bu millet'te hakkı ne ise onu alacak. Kendi kaderlerini kendileri çizecekler,bundan böyle atılacak her adım sonlarının nasıl olacağında belirleyici olacak.!
Hakkı söyleriz

20 Şubat 2014 Perşembe

Biz de Onlara Yaklaşıyoruz



Sulltan Alparslan 27 bin askeriyle Bizans topraklarında ilerlerken, keşfe gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla:
- 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der.
Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der:
- Biz de onlara yaklaşıyoruz.

Gurur


Meral Korkmaz
Ankara'nın soğuk bir kış gecesinde havaalanına gitmek için otogarda otobüs bekliyorum. Yerlere serdikleri bir battaniyenin üstünde koyun koyuna onlarca Suriyeli Mülteci uyuyor. Yolculara oturacak, rahatça hareket edecek alan kalmamış. Gelip giden yolcular, imkanları derecesinde yiyecek bir şeyler bırakıyorlar uykuda olan mültecilerin başucuna. Kızıyorum içimden; kampta kalmayıp Türkiye'nin her şehrine dağılan bu insanlara. Onları başıboş bırakan devlet siyasetine. Diger yandan içim paramparça hallerine. Altı yedi yaşlarında bir kız çocuğu, annesinin elini tutmus kalkmak uzere olan otobuslerine koşturuyor. Uykusundan uyanmış, bezgin gözlerle gelip geçenleri izleyen Suriyeli bir kız çocuğunun önünden geçerken elinde tuttuğu şapkasıyla atkısını düşürmüş gibi bırakıyor yaşıtı mülteci çocuğun önune. Arkasına baka baka annesi ile geçip gidiyor. Mülteci çocuk yolcu çocuğun birşey söylemeden ona bıraktığı şapkayı ve atkıyı sevinçle alıp başına takıyor. Üstümdeki montum ağır geliyor o saatten sonra bana. Cüzdanımdaki üç beş kurusum çok fazla. Yanı başımda uyuyan kadıncağıza olur mu bilmem, ona olmasa bile giyecek başkası vardır elbet. Montun cebine bıraktığım üç beş kuruştan kim nasiplenir onu da bilmeden bırakıp uzaklaşıyorum oradan. Annesinden habersiz sapkasını bırakan kız çocuğuyla gurur duyuyorum, uyuyan Mülteciler uyanmasın diye ses çıkartmaya korkan milletimle gurur duyuyorum. Türk adabı töresiyle gurur duyuyorum.

Karar Vermek İçin Acele Etmeyin


Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara büyük bir servet teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. "Bu at, sadece bir at değil benim için; bir dost. insan dostunu satar mı?" demiş. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.

İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. "Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."

Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmiş ve at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyara gidip özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var." 

"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz." 

Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ancak içlerinden "Bu ihtiyar sahiden saf" diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini sağlayan oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. 

"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağını asla bilemezsiniz"

Birkaç hafta sonra düşmanlar hanedanlığa çok büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere gönderme emrini vermiş. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. 

Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması,
talihsizlik değil, şansmış meğer..." 

"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin
şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:
"Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz." 
Lao Tzug. (Mehmet Sağ'ın paylaşımı)

11 Şubat 2014 Salı

Gandi'den


Kaygınızı denetleyin


Törensiz Gömülen Yiğitler

"BİR GÜL BAHÇESİNE GİRERCESİNE" toprağa düşenlere, törenli, törensiz gömülenlere -rahmet dileklerimizle birlikte- HASAN KAYIHAN'ın şu yazısını ithaf edelim mi?

TÖRENSİZ GÖMÜLEN YİĞİTLER
 Çanakkale.. Burçsuz ve bakımsız hisar.. Ve zırhlılar, kruvazörler düşman kolunda.. Ölüm saçan mermiler.. Onlar öldürdüler; biz şehid verdik. Ve açarak analarca yüreğimizi kara toprağın bağrına, ölüm yağmurunu di...ndirdik. Güller bitti. Conkbayırı’ nda; beyaz ve kırmızı.. Bayrağımızdı o bizim; yurtlarımızda büyüyen şafaklara açılan gözlerimiz, Sakarya'da ırmaktı, Bingöllerde pınar.. Gözyaşlarımızla yundu kömürleşen bedenlerimiz; kirletilen mabetlerimiz.. Destan destan büyüdü yüreklerimizde, bu topraklar için toprağa düşenlerimiz.. Dedemizdi onlar bizim, babamızdı, anamız ve bacımız. Meçhul asker dediler, kendini bilemeyenler.. Taşlar diktiler yerden göğe. Taşları alkışladılar.. Yüreklerimizde yaşayan, soluk alan ve yumruk yumruk sıkılan şehitlerimiz, güldüler taşlara yüz sürenlere bakıp...
 Bilemediler ki, onlar, ellerini yaldızlara, tablolara, mozaiklere değil, sonsuz kudret sahibi Tanrı'ya uzatmaktadırlar.. Biz onları taştan mozolelere değil, yüreklerimize gömdük.. Taşıyacağız, dünya durdukça.. Destanlarımızla ve ağıtlarımızla..
Zulmün o kızıl gölgesinde pusu kuranlar; korkulu yüreklerini kanla yüreklendirip tetik çekiyorlar.. Gözlerini bürüyen kızıl ve iğrenç öfke, bir namlunun dibinden fırlayan kurşun olup ölüm taşıyor.. Tetik, parmaklarının altında; parmakları daha gerilerde birilerinin.. Onlar, zulmün ve nasırlaşmış bir arzunun elleri, ayakları.. Vur dendiğinde vuruyorlar. Çanakkale önlerinde sürülen bir fişek gibi.. Sadece barut ve çelik... Patlayacak ve parçalayacaklar... Fitilleri bunun için ateşleniyor zira.. Hedef, gene inananlar, imân edenler.. Kara toprağın bağrına düşenler gene isimsiz değiller, meçhul hiç değiller... Gözlerinde ve gönüllerindeki ateş, özünü Tanrı'dan, Tanrı'ya imândan almış.. Vatanının ilhâmıyla, soyunun kutsal kanıyla bezenmiş, büyüdüğü toprak ve ‘tuttuğu bayrak' belli olanlar...
 Vahşetin ellerine ve beyinlerine söyletecek tek söz bırakmamışlar. Destanlarını söylüyorlar şimdiden; düşenler, düşmeden önce ağıtlarını... Ve dualarını. Gönüllerinde aynı ülkü: TANRI KORUSUN TÜRK'ü. Törensiz gömülüyorlar, Ülkü Şehitleri.. Fâtihâ'ları doğduklarında okunmuş..
 Ve onlar.. Taşlara yüz sürenler, bilemediler ki kızıl gözlü güllere gülerek koşanlarımızın öfkesi, baruta değildi, çeliğe ve çekirdeğe değildi diş bileyişleri.. Gönüllerindeki ateş, kâlûbelâ'dandı.. Taşıdıkları ruhtandı, kandandı. Taş sundu meçhul askerciler, “yattığı toprak belli, tuttuğu bayrak belli” olanlarımıza. Şehitler tepesini boş sanıp, taşlarla doldurmaya kalkıştılar.. Dünkü, ruhsuz ve imansızdılar.. Kimbilir, belki de kansız.. Düşünemediler ki, düşünenlerin, “gökkubbeyi nidâ nâmıyle alıp da kanayan lâht’lerine bütün ecrâmıyle çekmek” istediği süngülü yiğitler, şeklin ve biçimin çok çok ırağında ve elbette üstündeydiler.. İmanları, puta değildi, taşa ya da haça değildi. Maddeden arıtır da öyle inanırlardı.. Hıristiyanlardan farklarını bilemediler, batının çılgın papağanları kesilenlerimiz..

Matador

PİŞMANLIĞIN GÖZ YAŞLARI

Matador Torero Munera, güreşin son mücadelesinde gücünü yitirdi, oklarını bıraktı ve oturdu... Boğanın ona yaklaştığını görünce korkulu sonun yaklaştığını hissetti. Lakin boğa ona hiç bir şey yapmadı. 

Torero Munera : "Boğa gözümün içine bakarak bağırdı, böyle sadece bağırdı. Sırtına oklar batırdığım hayvan bana zarar vermedi, istese beni orada öldürebilirdi fakat sadece gözlerime bakıp bağırdı... onda tüm hayvanların gözlerinde olan bir masumiyet vardı ve yalvarış duyguları olan bir bakışla bana baktı. O bakış adalet isteyen bir çığlık gibiydi. Belki de bağışlanırdım, lakin itiraf edemedim. Kendimi dünyanın en vahşi mahluğu gibi hissediyordum."


Matador Torero Munera kariyerine son verdi.

Arka-Daş

ARKADAŞ, ARKADAŞLIK VE AŞK ÜZERİNE 
Atalarımız genelde bozkır hayatı yaşadıkları için askerler savaşırken arkadan gelebilecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca veya kayaya vererek ok atarlarmış. Çoğunlukla savaşlar bozkırda olduğu için sırtlarını dayadıkları nesne genelde büyük kayalar ve taşlar olurmuş. Yıllar sonra sırt dayanan taşın ismi Arka- Taş dan arkadaş şeklinde dilimize yerleşmiş. Bugün bile güvenebileceğimiz, bizi arkadan vurmayacak olan, samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz isimdir.
Aşk ve arkadaşlık bir gün yolda karşılaşırlar. Aşk kendinden emin bir şekilde sorar; " Benden senden daha samimi ve daha cana yakınım sen niye varsın ki bu dünyada?"
Arkadaşlık cevap verir; " Sen gittikten sonra bıraktığın gözyaşlarını silmek için..."
Arkadaşlıkların hesapsız, kitapsız, ömür boyu sürmesi ve hiç bir zaman arkadaşsız kalmamanız dileğiyle

10 Şubat 2014 Pazartesi

Medeni Batı

İLK DEFA İNSAN GÖREN HAYVANLAR 

Bu kız çocugu , 1958 yılında Belçika Brüksel'de bir insan hayvanat bahçesinden... Afrikalılardan oluşturulan İnsan hayvanat bahçelerinin geçmişi 19. yüzyıla kadar dayanıyor. Ziyaretçiler burada Afrikalı kıza tabiri yerindeyse yem veriyorlar. 

Aile Beratımız

Aşağıdaki resimde elimde tuttuğum Berat'ta Ağacıkların soyu ile ilgili bilgiler var. Buna göre dedelerimiz İsfendiyar Beğ Vakfı'ndan debbağlık ve vekilharçlık ile salâ müezzinliği görevleri dolayısıyla dört akçe alıyorlarmış. Beratı köydeki (Kastamonu Budamış Köyü Kumara Kariyesi) eski evin bir odasında bir kutu içinde bulmuş ve yıllarca saklamıştım. Yıpranmış halini Tezhip Sanatçısı Kerime Özbek Hanım onardı, süsledi, çerçeveletti ve bana bu haliyle hediye etti sağ olsun. 


AİLEMİZİN GEÇMİŞTEKİ MEŞGULİYETLERİYLE İLGİLİ BERAT'IN METNİ

Kastamonu'da kâin İsfendiyâr Beğ Vakfından olmak üzere vazife-i mu'ayyene ile imâretinde tabbâhlık ve vekilharçlık ve yine vakf-ı mezkûrdan yevmi dört akçe vazife ile mü'ezzin-i salâ cihetlerinin mutasarrıfları Mehmed ve Hasan ibni Mehmed'den mümâileyh Mehmed'in oğlu Mustafa'yı ve Hasan'ın oğlulları Mehmed ve Ahmed VE İzzet'i terk iderek müteâkiben vefatları vukû'ıyla mahlûllerinden ve evlâd-ı mümâileyhimden Mustafa'nın kablettevcih bilâveled fevtinden vekilharçlık cihetinin lüzumsuz cihetden olduğu cihetle ondan sarf-ı nazarla tabbâhlık cihetinin lede'l-imtihan ehliyeti nümayân olan evlâd-ı mümaileyhimden Mehmed'e ve müezzin-i salâ cihetinin de Ahmed'e tevcihi iş'ar-ı mahallî ve mahkeme-î evkafın i'lâmı üzerine makâm-ı nezaret-i evkâf-ı hümayûnumdan bi'l-tahlis ifâde kılınmağla mûcebince tevcih olunmak fermanım olmağın bin üç yüz otuz bir senesi rebiulevvelinin onbeşinci günü mûmaîleyhimâda işbu râfi'-i tevî'-i ref'î-i hümayûnum zide salâhu yedine mezkûr tabbahlık cihetiçün bu berât-ı hümâyunumu virdim ve buyurdum ki mûmaileyh sâlifü'z-zikr tabbâhlık cihetine vazife-i mu'ayyene-î mersûmesiyle binnefs edâ-yı hizmet itmek ve terk ü tekâsül ider ise ref'inden ahara virilmek şartıyla mutasarrıf ola. Tahriren filyevmülhâmis aşer minşehr-î rebiülahir, sene ihdâ ve selasin ve selase miete ve elf

Be mahruse-i Konstantiniyye

(Evkaf-ı Hümayûn Celilesine mahsus berat olduğuna dair mühür.)

Dibçək Gülləri



Azadlğı əlindən alınmış 
insan kimidir,
dibçək gülləri.
Boylanırlar,
baxırlar
göz yaşını
içlərinə sıxırlar,
dibçək gülləri.
Bir ülvi sevginin fəryadı kimi
səsi içində
sözü içində
alovu-közü içində....
Nağılların zindana salınmış
məhbusu kimi,
Günəşə həsrət
yağışa həsrət
alqışa həsrət
qarğışa həsrət.
Bir ovuc torpaqdan
göyərən həyat,-
dibçək gülləri
(Bünyad Bünyadzadə)