21 Ekim 2016 Cuma

Aklımda kalmadı!


Bu kadar işimiz varken

Yıl 1927 Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla balo veriliyor. Kastamonu Valisi salona giriyor. Herkes ayakta ancak genç bir öğretmen valinin geldiğini geç fark ederek en son ayağa kalkar. Vali bey bu olayı görür ve balo bittiğinde Milli Eğitim Müdürünü yanına çağırır. Milli Eğitim Müdürü öğretmenin iyi niyetli olduğunu söylese de sayın vali olayın peşini bırakmaz. Olay bakanlığa yansır. Milli Eğitim Bakanlığı da valinin bu olaya fazla alınganlık gösterdiği kanısına varır. Bu durum görüşülürken Atatürk bakanlıktadır. Yetkililer kendi aralarında konuşurlarken Atatürk neler oluyor diye sorar? Olayı anlatırlar ve dediği şudur;
Hemen valiyi görevden alın, yapılacak bu kadar işimiz varken genç bir öğretmenle uğraşan valiyle bir yere gelinmez.
(Kaynak: M.Rauf İnan, Mustafa Necati, syf. 29)

20 Ekim 2016 Perşembe

Soru

Bir öğrenci ayağa kalkar ve profesöre şu soruyu sorar:
– “Soğuk var mıdır sayın Profesör?..”
Profesör şaşırır:
– “Nasıl bir soru bu böyle?.. Tabii ki var” diye cevaplar…
“Sen hiç soğukta üşümedin mi?..”
Bunun üzerine çocuk şöyle söyler:
“Hayır profesör, aslında soğuk yoktur… Fizik yasalarına göre gerçek hayatta biz ‘sıcaklığın yokluğu’na ‘soğuk’ adını veririz… Aslında soğuk diye bir şey yoktur… O sadece sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için ürettiğimiz bir kelimedir” der ve devam eder.
– “Karanlık var mıdır profesör?..”
Profesör cevap verir:
– “Tabii ki vardır… Sen hiç karanlıkta kalmadın mı?..”
Çocuk bir kez daha atılır:
– “Korkarım gene yanılıyorsunuz Sayın Profesör… Çünkü esasında karanlık diye bir şey de yoktur… Gerçek yaşamda karanlık; ‘ışığın yokluğu’na verilen addır…
Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız…
Gerçekte, biz Newton’un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz….
Fakat karanlığı ölçemeyiz…
Bir basit ışık karanlık bir mekânı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar…
Çünkü gerçekte karanlık yoktur, ışıksızlık vardır…
Mesela siz uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz?..
Işığın miktarını ölçerek!..
Bu doğrudur değil mi?..
Öyleyse karanlık denilen şey, insanlar tarafından ışığın olmadığını anlatmak amacıyla kullanılan kelimedir…”
Profesör afallamıştır ve çocuk son darbeyi vurur:
– “O zaman size son bir soru daha sormak isterim Sayın Profesör… Şeytan var mıdır?..”
Profesör bu kez pek emin olamamakla birlikte yine de cevaplar..
– “Vardır… Açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde görürüz…
O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır…
Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey değildir…”
Çocuk “hayır anlamında” başını sallar profesöre…
– “Şeytan yoktur efendim… Yani kendi başına yoktur…
Şeytan basit olarak Tanrı’nın yokluğudur…
O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı’nın yokluğunu tarif etmek için yarattığı bir kelimedir…
Kötülük ve Şeytan, insanın Tanrı’yı ve sevgisini yüreğinde hissetmediği zaman yaptıklarına verilen addır…
O, aynen sıcaklığın olmadığı yere adını verdiğimiz ‘soğuk’, ya da ışığın olmadığı yere adını verdiğimiz ‘karanlık’ gibidir…
Şeytan ve kötülük, Tanrı’nın içimizde olmadığı anda yaptıklarımıza verdiğimiz addır…”
Profesör kürsüde afallamıştır…
Fizik yasalarından hareket ederek bu soruları soran ve cevapları vererek profesörü allak bullak eden genç öğrencinin adı Albert Einstein’dır…
1955 yılında 76 yaşındayken öldü Albert Einstein…
20. yüzyılın en büyük fizikçisi olarak kabul ediliyor…
Einstein’ın beyni, ölümünden sonra otopsinin yapıldığı Princeton Üniversitesi Tıp Merkezi’nde korunuyor…
Kötülük yapanların ya da “bunun içinde şeytan var” dediklerimizin, aslında içlerinde sadece Tanrı’nın olmadığını onun sevgisinden yoksun olduklarını örneklerle anlatıyor Einstein…

18 Ekim 2016 Salı

*BARDAK OLMAYI BIRAK, GÖL OLMAYA ÇALIŞ...*


Yaşlı bir usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı.

Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.

Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.

Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı.

Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu tekrar sordu:
"Tadı nasıl?"
"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.

"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam,
"hayır" diye cevapladı çırağı. “

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve söyle dedi: 

*"Hayattaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır.*

*NANKÖRLER DÜNE DEĞİL BUGÜNE BAKARLAR...*


Hak dostu Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nin şu hâli ne kadar ibretlidir:

*Mâruf-i Kerhî Hazretleri, ölmek üzere olan bir hastayı evinde misâfir eder ve onun bütün hizmetini görür. *

Hasta ise, ıztırâbının şiddetiyle gece-gündüz inleyip kendisi bir an bile uyuyamadığı gibi, feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmaz. Üstelik gittikçe huysuzlaşır ve evdekileri ağır sözleriyle rahatsız eder.

Nihâyet onun huysuzluklarına dayanamayan evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçarlar. Evde Mâruf-i Kerhî ile hanımından başka kimse kalmaz. 

Mâruf-i Kerhî Hazretleri, geceleri de uyumayıp hastanın ihtiyaçlarını gidermeye devam eder.

Ancak bir gün uykusuzluğu dayanılmaz noktaya varır ve gayr-i ihtiyârî uyuyuverir.

Bunu gören gâfil hasta, kendisine şefkatle kucak açan zâta teşekkür edeceği yerde nankörce söylenmeye başlar:

“–Bu nasıl derviş böyle! Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; hakîkatte ise riyâcıdırlar. Başkalarına takvâyı emreder, kendileri yapmazlar. İşte bu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Karnını doyurup uykuya dalan kimse, sabaha kadar gözlerini yummayan bîçâre hastanın hâlinden ne anlar!..”

Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere de sabreder. Lâkin hanımı daha fazla dayanamayıp ona, bu nankör hastayı artık evden göndermesini söyler. Mâruf-i Kerhî Hazretleri ise, mütebessim bir çehreyle şöyle buyurur:

“– Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki? Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik etmişse bana etmiştir. Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsun ki, o dâimî bir ıztırap içinde. Baksana;
zavallı bir nefes bile uyuyamıyor. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir…”

Bu kıssayı Bostan adlı eserinde nakleden Şeyh Sâdî, şu nasîhatte bulunur:

*“Muhabbetle dolan kalp, affedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sahibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedâkârlığın ve
gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder. *
  
*Görmez misin ki, Kerh şehrinde birçok türbe var. Fakat Mâruf-i Kerhî’nin türbesinden daha mâruf ve ziyâretçisi bol olanı yoktur.” *

6 Ekim 2016 Perşembe

15 Temmuz


Anne Kuş