28 Mart 2014 Cuma

Er Kişi Niyetine!

Kendi Cenaze Namazini Kilan Şehitler!

Babamım dostlarındandı. Dimdik yürüdü. Hani Allah'tan başka kimsenin önünde eğilmemiş tipler vardır ya,
öyle biriydi. Ben çok küçüktüm, evimize misafir gelirdi. "Oğul" diye seslenirdi hep. Bağdaş kurmaz, diz çöker öyle
otururdu. Gaz lambası ışığında daha bir heybetli görünürdü gözüme. Hep bitip tükenmek bilmeyen harp hatıraları anlatırdı.
Çanakkale, Gazze, Kafkas cephelerini dolaşmış; Sakarya, Dumlupınar'da savaşmış. Ancak İzmir'in kurtuluşundan sonra
köyüne dönebilmişti. Anlattıklarında hep acı, kan, cefa vardı. Kolay mı kazanılmıştı bu vatan? Ölüm neydi ki?
Şerbet içmek kadar kolaydı. "Biz kendi cenaze namazımızı kendimiz kıldık Çanakkale'de !" derdi sık sık.
Olur muydu??

Kirte muharebeleri sırasında bölükler arka siperlerde hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperlerdekiler ileri fırlamış
boğuşuyorlar. Yüzbaşı hucum için emir bekliyor. Bütün asker süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin ! ...
Bütün dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, kelime-i şehadet getiriyor. Süre uzuyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor...
"Yavrularım... Aslanlarım... Biraz sonra Cenab-ı Rabb'ül Alem'in huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim... Haydi !
Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp, hep beraber teyemmüm edelim..."
Teyemmüm edilir... Bekleme devam etmektedir. Biraz sonra Yüzbaşı;
" Çocuklarım... Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz... Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor.
Hem onlar için, hem de vakit varken, kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım..."

" Kabe Karşımızda... "

Arkadan Of'lu Ali çavuş bağırır. " ER KİŞİ NİYETİNE... "

O gün yapılan hücumda, kendi cenaze namazını kılan pek az kişi sağ kalabilmişti.

''Onlar Allah'a verdiği sözü tuttular....''

24 Mart 2014 Pazartesi

Dunning Kruger Sendromu

iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya atmış şöyle ki ;

"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."

Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:
· Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
· Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimin-dedir.
· Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
· Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik "Nasıl geçti?" sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi...

Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin “kendilerine güvenleri” müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı.

Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayan-lar ise “en alçakgönüllü” deneklerdi; soruların yüzde 70' ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı:

“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!
Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.

‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.

Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler…

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar..."

N'olur fazla mütevazi olmayın!...

"Siz de çevrenize şöyle bir bakın" diyeceğim ama eminim bu satırları okurken bile aklınızdan bir dolu yüz, bir dolu isim geçti...

Bence Dunning ile Kruger'in, bu çalışmalarıyla 2000'de, Nobel yerine Harvard Üniversitesi'nin Ig Nobel'ini alma nedeni "cahil olmamalarıydı".

Gönlümün nobelini bu ikiliye vererek yazımı Bertrand Russel'in bir sözüyle bitiriyorum:

“Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”

Kaynak: ephiass/sosyomat.com

17 Mart 2014 Pazartesi

Adamı Var!

Sanki benzer şeyler yaşanıyor canım ülkemde...

Birgün Hz. Ali'nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe'den, bir Arap, devesiyle Şam'a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış: 
- Ver o dişi deveyi bana! demiş. Tartışma büyümüş, Küfe'den gelen adam, "Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir." diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye'ye yansımış.
Halk meydanda toplanmış... Muaviye, Küfe'den gelenle Şam'da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra, kararını açıklamış:
- Bu dişi deve Şamlınındır!
Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş:
- Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?
Cemaat hep birlikte bağırmış:
- Şamlınındır!
Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış:
- Ey Küfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir ama sen Küfe'ye dönünce gördüklerini Ali'ye anlat ve de ki: "ey Ali, Muaviye'nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! ayağını denk al!"

Seçim

ARI KOVANINA ÇOMAK SOKMA!

İsrail'de geçmişte bir seçim yapılıyor, sayımda görülüyor ki bütün partilerin oyları eşit.
Bir iki oy lâzım bir yerden ki, denge bozulsun.
"Bir yerde seçmen katılmadı mı" diye arayış içine giriyorlar ama nafile!
Seçmen kütüğüne yazılı olan bütün yerleşim birimleri oylarını kullanmış.
Nihayet uzun arayışlardan sonra Kızıldeniz tarafında kimsenin ilgilenmediği adeta unutulmuş bir köy olduğunu tespit ediyorlar.
Devletle, siyasetle hiç bir ilgisi olmayan köy halkı, barış ve huzur içinde hayatını sürdürmektedir.
Siyasi parti temsilcileri köye gidiyor, seçim olduğunu anlatıp, çeşitli vaadlerler bulunuyorlar.
Siyasiler köylüleri öyle siyasileştiriyorlar, öyle cephelere bölüyorlar ki, huzur ve başır içinde yaşayan köy halkı artık gırtlar gırtlağa geliyor.
O gün bu gündür bu zavallı fakir köy halkı barış ve huzura hasret kalıyor.

EPHRAİM KİSHON
(Tavuk Kümsinde Tilki'den)

6 Mart 2014 Perşembe

Susmak

Bir gün susmayı öğrendim. Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. 

Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi.
Ben bütün gün evde sıkılır, onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim.

Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu
defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım.

Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturmayacaksın babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi.

Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi.

'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.

Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli bir şey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı.

Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım
ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım.

Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu.

Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu.

'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi.

Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum.

Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum .

Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım. ' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden
alırsa ben ne yapacaktım?

Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım.

Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi 'Çok güzel olmuş.

Bu adam benim herhalde.' dedi. Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim.

O 'Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi.

Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim.

Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya.

Ben büyüyüp adam olacağım.
İş bulup çalışacağım.
Siz yaşlanıp küçüleceksiniz.
Beliniz bükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız.
Ben işten geldiğimde yorgun olacağım.

Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda iş yerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile.
Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim.
Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye.

Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
Duyduklarına inanamıyorlardı..

Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi.

Farkında' Olmalı İnsan...

Kendisinin, Hayatın Olayların,
Gidişatın Farkında Olmalı.

Ömür Dediğin Üç Gündür, Dün Geldi Geçti Yarın
Meçhuldür, O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür, O Da Bugündür.

Şeytanla Konuşmalar


Hilmi Ziya Ülken şeytanla konuşup rahat ve tembel bir hayat için tavsiyelerini alıyor: "...Bütün gayretinizi hileye vereceksiniz. Bununla beraber en çok itimat edilir ve en samimi görünmeye çalışacaksınız. Şeytan olduğunuzu katiyen hissettirmeyeceksiniz. Daima suret-i haktan ggörüneceksiniz.Hacının yanında hacı, hocanın yanında hoca olacaksınız. Müminle mümin, kafirle kafir olacaksınız.Fukaraya sadaka verecek, evde teravihlere kadar namaz kılacak ve tespihi elden bırakmayacaksınız. Fakat bayram sabahı hafızlarla rakıdan mest olacaksınız. Fahişeleri kapatıp müteahhitlere ziyafet çekeceksiniz. Koyunun geldiği yerden kazı esirgemeyeceksiniz ve faizden halkı kandırırken ramazan günü kurban dağıtacaksınız. Kapınızda Tanrı fukarasını besleyip hayır dualarını alırken, onları hayvanlar gibi çalıştıracaksınız. Herkesin gönlü hoş olacak. Ne şiş yanacak, ne kebap. Dünyanın dizginini elinize alıp halkı, hesabınıza taş kırdıracak, ölmüşü ve doğacağı düşünmeyecek, her günün zevkini kendinden çıkaracaksınız. O zaman sizden iyisi, sizden doğrusu olmayacaktır."
Merhum Hilmi Ziya Ülken'in Şeytanla Konuşmalar adlı kitabının ilk baskısı 1942'de yapılmış, bu yüzden bunlar bugünü ilgilendirmez (!), kimse üzerine alınmasın...

O Akşam Hepimiz Aç Yattık!...

YENMEYEN TAVUK!"
Batı Cephesi Kurmay Başkan Albay Asım Bey'in (Org.GÜNDÜZ) hatıratından:
"... O gün (10 Eylül 1921), Dua Tepe'de düşmanın iniltisini sevinç gözyaşları ile kutluyorduk...
Mürettep Kolordumuzun Kurmay Başkanı Hayrullah Bey (Tümg. FİŞEK), bir akşam yemeği hazırlamıştı.
Ortada cılız tavuk ile dört beş dilim siyah ekmekten başka birşey yoktu...
Dünden beri ağzımıza en ufak bir lokma girmemişti.
Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Ben, Kazım Bey (Org.ÖZALP) sofraya bağdaş kurduk.
Hayrullah Bey (FİŞEK), Tevfik Bey (BIYIKOĞLU), Salih Bey (BOZOK) biraz uzaktaydılar.
ATATÜRK, Kolordu Komutanı Kazım Bey'e dönerek:
-"Erlere, yiyecek ne verebildiniz?*" dedi.
Kazım Bey şaşırdı, durakladı, Kurmay Başkanı'na dönerek;
-"Hayrullah Bey, erlere ne verebildik?'' *diye sordu.
-"Efendim, dün sabah tedarik ettiğimiz buğdayı, kavurup yedirmek için birliklere dağıtmıştık."
Mustafa Kemal Paşa biraz durakladıktan sonra ayağa kalktı ve tavuğa el sürmeden çadırına doğru uzaklaştı...
Biz de dağıldık.
O akşam hepimiz aç yattık!"

4 Mart 2014 Salı

Penceresinden Ufka Bakan Adam

PENCERESİNDEN UFKA BAKAN ADAM 
İSMAİL GASPIRALI

Betül Dilek Kabadaş

Türk adı dünya edebiyatına kazındığı günden bugüne, tarih Türk milletinin kurduğu birçok Türk Devleti gördü.

Kılıç tutan, bileği bükülmeyen, at üzerinde dört kıtayı fetheden Türk milletinin kurduğu devletlerin zayıf bir anında, başka milletlerin intikam arzularının cehennem ateşinde yakılmasına Türk ve dünya tarihi şahittir.

Türk dünyasının en son imparatorluğu Osmanlı da bu ateşten nasibini almıştır. Çöküş döneminde bağlarının birer birer koptuğu Türk devletleri ki özellikle Rus baskısına boyun eğmek zorunda kalan Astrahan Hanlığı (1554), Sibirya Türkleri (1598), Kazak Türkleri (1731-1742), Kırım Türkleri (1783), Azerbaycan (1804-1828), Buhara Emirliği, Hive ve Hokand Hanlığı (1865-1876), Türkmenistan (1873-1881) gibi Türk bölgeleri, Çarlık Rusya’sının asimilasyon çalışmalarına maruz bırakılmıştır.

Çarlık Rusya’sı istila ettiği Türk topraklarında büyük bir soykırıma imza atar. Türkmenistan’ın işgalinde 26.500 şehidi Göktepe’de kuleler şeklinde dizerler.

Kırım Tatarları için de durum pek farklı değildir. 1736 ile 1738 yılları arasında yakılıp yıkılan yarım adadaki Tatarlar için, Rus hâkimiyetine girdikleri 1783 ile 1893 arasında geçen yıllar, göçün, açlığın ve sefaletin hüküm sürdüğü bir var olma mücadelesinin izlerini taşır.

Türk dünyasının ateşle imtihan edildiği böylesi bir süreçte, Kırımda, Bahçesaray’a bağlı Avcıköy’de 1851 yılında doğar İsmail Gaspıralı. Babası Gaspıra köyünden Mustafa Ağadır. Gaspıralı lakabını babasının doğum yerinden alır. Annesi Fatma Hanım asil bir ailenin kızıdır.

İsmail Gaspıralı, Bahçesarayda ilk eğitimini alır. Akmescit jimnazında 2 yıl okur. Sonra Varonej Askeri okuluna oradan da Moskova Askeri İdadisine geçer. Bu okulda okurken gördüğü Türk düşmanı tavırlar yüzünden İstanbul’a kaçmak istese de yakalanır ve okulu bırakır.

17 yaşında Kırımın en büyük medreselerinden Bahçesaray’daki Zincirli Medresesine Rusça Öğretmeni olarak atanır. Bir yıl sonra Yalta’da Dereköy okuluna öğretmen olarak gönderilir. Çalışmalarından dolayı Eğitim Müdürlüğü’nden takdirname alır.

1892 tarihi Gaspıralı İsmail’in hayatının dönüm noktası olacak bir gezinin başlangıcıdır. Viyana, Münih ve Stuttgart yoluyla Paris’e gider. Kısa sürede öğrendiği Fransızca sayesinde tercümanlık yaparak geçimini sağlamakta ve yenilik hareketlerinin patlak verdiği bu şehirde Batı medeniyetinin güçlü ve zayıf taraflarını tetkik etmektedir.

1874 yılı sonlarında Osmanlı ordusunda subay olmak arzusuyla İstanbul’a gelir. Zaten Avrupa gezisini de bu amaçla yapmıştır. Fakat bu arzusunu gerçekleştiremez ve 1875 yılında Kırım’a döner.

Paris ve İstanbul’da kaldığı dönemde basını, halkların sosyal seviyelerini, devletin iç ve dış durumunu inceleyen Gaspıralı, gazeteciliğe ilk adımı İstanbul’da atar. İstanbul’dan gönderdiği yazıları, Moskova ve Petersburg’daki bazı Müslüman ve Türk gazetelerinde yayınlanır.

1877 yılında evlenen ve bu evliliği iki yıl süren İsmail Bey, 1878-1882 yılları arasında Belediye Başkanlığına seçilir. Dört yıllık görevi sırasında şehir ve şehirli için tüm gücü ile çalışır.

İkinci evliliğini bu görevinin sonlarında Kazan’ın tanınmış ailelerinden birinin kızı olan Zühre Hanım ile yapan İsmail Bey, 1879 yılında bir gazete çıkarmak için müracaat etse de Çar Hükümeti’nden izin alamaz.

1881 yılında “Genç Molla” takma adı ile “Rusya Müslümanları”nı çıkarır. 1883 yılında da, ikisi kız üçü erkek beş çocuğunun annesi olan Zühre Hanımın maddi desteğiyle “Tercüman”ı çıkarmaya başlar. İsmail Bey’in altıncı çocuğu kadar sevdiği Tercüman, onun Türk Dünyası üzerine kurduğu hayalini halka anlattığı bir kürsü olarak 1914’te ölümüne kadar ve öldükten sonra da 4 sene daha hizmet verir.

1914 yılında hastalanan ve ölümü hisseden İsmail Bey, evlatlarını toplayıp vasiyetini açıklarken şu kelimeleri söylemiştir:

“Tercüman gayr-ı kabil-i taksimdir. Hiç taksim edilemez. Evlatlarım çalışsınlar, iradından istifade etsinler. Tercüman’ı söndürmezler ümidindeyim. Bundan sonra Tercümanın baş muhabiri Hasan Sabri Ayvazof olacaktır. İki seneden beri ben ona emanet etmekteyim, sizler de emanet ediniz oğullarım. Kendi ihtiyariyle Tercüman’dan gitmezse, onu kimse idareden çıkaramayacaktır. Tercüman’dan maada işleri, evlatlarım ve damatlarım tesviye ederler.”

Sonra oğlu Rıfat’a döner ve şöyle der:

“Oğlum Rıfat! Bundan sonra kardeşlerinin, hemşirelerinin hamisi sen olacaksın, Tercüman’ı söndürme, Tercüman daima yanmalıdır. Tercüman’ın hamisi millettir. Millet onu 33 seneden beri himaye etti. Eğer sizler benim sözlerimle hareket ederseniz, millet daima Tercüman’ı himaye edecektir.” (Kırımlı Cafer Seydamet, Gaspıralı İsmail Bey, Dilde Fikirde İşte Birlik, İstanbul 1934, syf: 136-137)

Peki, Tercüman’ı bu kadar özel kılan nedir?

1851’de doğan ve 1914’te, 63 yaşında hayata gözlerini kapatan İsmail Bey ömrünün yarısından fazla bir kısmını bu gazeteye adamıştır. Onun hayat felsefesi gazetesinin başlığının altına yazdığı üç kelimeyle şifrelenmiştir:

“Dilde, fikirde, işte birlik!”

Daha 20’li yaşlarında iken Türk Dünyası üzerine oynanan oyunların farkına varan Türk aydını Gaspıralı, kalemin kılıca karşı gücünü bilmektedir. Bu sebeple Tercüman’ı tüm Türk dünyasının okuyup anlayabileceği sade bir Türkçe ile çıkarır.

Gazetesi, onun yalnız Kırım Türklerine değil, Çin sınırından Avrupa içlerine kadar uzanan bütün Türk dünyasına seslendiği penceresidir.

Gaspıralı İsmail Bey, Batı devletlerinde yaşanan gelişmeyi, doğunun kendi kabuğunda kalarak yozlaşmasını, Rusların Türk halkları üzerinde yürüttüğü asimilasyon çalışmalarını bu pencereden izleyip, ufukta gelecek büyük medeniyetler çatışmasını görüyor ve Türk halklarına, Kırım, Türkmen, Tatar, Osmanlı ayrımı yapmaksızın tek bir dil, bir fikir ve çalışmada birlik çağrısı yapıyordu.

Gaspıralı penceresinden bakarken ufukta Osmanlının çöküşünü görüyor ve uyarıyordu.

Batının yeni ve faydalı fikirlerini öğrenip Türk ve Müslüman dünyasına yaymak şart. Maarifi yeni usule göre ıslah etmek gerek. Osmanlı Türkçesini, bütün Türk Dünyasının anlayacağı müşterek bir edebi dil haline getirmek mümkün kılınmalı.

O bu fikirleri gazetesinden destek alarak uygulamaya koymuş, 1884’de Usul-i Savtiye adını verdiği hızlı okuma yazma, öğretme metodunu kullandığı Usul-i Cedid mektebini açmıştır. 1914’te öldüğünde ardında 5000 okul bırakan Gaspıralı’nın yalnız fikir değil eylem adamı da olduğunun ispatı bu okullardır.

Gaspıralı ufka bakarken Çarlık Rusya’sının yıkılacağı, boyunduruk altındaki Türk halklarının uyanacağını görüyordu. Onun ölümüyle aynı tarihe gelen Birinci Cihan Harbi her iki öngörüsünü haklı çıkardı. Bugün 2014 yılı. 200 yıllık bir zinciri kıran Türk Devletleri birer birer dünyaya “Biz buradayız!” diyor.

Osmanlının yangınının küllerinden doğmuş Anka 90 yıldır yalnız uçuyor.

Dilde, fikirde, işte BİRLİK diyerek bir asır önce kapanan bir çift göz bizi izliyor.

Acaba Gaspıralı’nın söylediği gibi yabancı kaideleri atılmış, yabancı kelimelerden arındırılmış, bütün Türk Lehçelerinin, Türkçenin inceliğine uyan, kelime ve deyimlerinin İstanbul Türkçesi’ne yerleştirildiği bir Türk Dünyası Dili oluşturmak olasılığı var mıdır?

İçimizden bunu başaracak başka İsmail Beyler çıkacak mı?

Eğitişim Dergisi. Yıl 11. Sayı 41. Ocak 2014

Bak Kızım;

Bu gün çox gözəl bir söz eşitdim. 
Deməli bir qaynana yeni gələn gəlinə deyib; 
-Bax qızım, biz ikimiz də bir kişini sevirik, nə sən onu mənə verənsən, nə də mən onu unudan deyiləm.Ən yaxşısı gəl biz ikimiz elə yola gedək ki , öz sevgimizlə onu bezdirməyək...
Çox bəyəndim bu sözü, mən də gərək bu söhbəti zamanı gələndə xırdalayam. Yani şərti şumda kəsim))

Tenhada Güzel Yalnızlık


Tahtayı sileyim mi?


Anne