4 Eylül 2009 Cuma

Kötüye kendi kötülüğü yetişir

İyi kalpli vezir, ülkenin sultanı ile iyi geçiniyor, halkın sorunlarına çare bulmaya çalışıyordu. Onun başarısı etraftaki bazı arkadaşlarının kıskançlığı sonucu istenmedik davranışlara yol açıyordu.Yine bir gün iyi kalpli Sultan ile Veziri konuşuyorlardı.Sultan:- Kötü insana kendi kötülüğü yeter. Başka bir şey yapmaya gerek yok!"derler. Ne güzel söz değil mi? dedi.- Evet efendim! Gerçekten öyle, dedi Vezir.Biraz sonra, Vezir dairesine gitti. Birçok iş sahibi onu bekliyordu. Hepsinin işini sıkılmadan güler yüzle halletti.Vezir akşam evine vardı. Hanımı ve çocuklarıyla yemek yedi. İnsan vezir de olsa hanımını ve çocuklarını ihmal etmemeliydi.Yemekten sonra hanımına ve çocuklarına günü nasıl geçirdiklerini sordu. Onlara sevgi gösterdi.Hep beraber yatsı namazını kıldılar. Cemaat oldular. "Cemaat olursa namazın sevabı daha fazla olur" dedi iyi kalpli Vezir.Sonra Kur''an-ı Kerim okudu. Ardından herkez yatağına çekildi.Ertesi gün, onu kıskanıp kötülük yapmayı düşünen bir arkadaşı ziyaretine geldi. Kendisini Sultan''la görüştürmesini rica etti. Kalbinde kötülük olmayan Vezir de " Hallederiz "dedi.Biraz sonra arkadaşı, Sultan''ın huzuruna çıkarılmıştı bile.Adam şöyle konuştu:- Muhterem Sultanımız. Sizin bu Vezir''iniz benim yakın arkadaşımdır.Fakat maalesef kendisini sizden bile büyük görüyor. Çok kibirli...- Ne diyorsun?- İnanmassanız dikkat edin. Sizinle konuşurken burnunu tutacak. Kibir ve gururdan başını öteki tarafa çevirecektir!..- Olur mu öyle şey?- Deneyin, göreceksiniz efendim... Konuşması bitti, dışarı çıktı. Vezir gülüyordu.Arkadaşı ona dedi ki:- Beni Sultan''''la görüştürdüğün için çok teşekkür ederim. Ben de seni öğle yemeğine davet ediyorum.- Canım ne lüzum var?- Gelmezsen darılırım. Yoksa bizim yemeklere tenezzül etmiyor musun? Vezir mecburen ziyafete gitti.Ziyafette bol soğanlı, sarımsaklı çorbalar, mantılar yendi içildi... Yemekten sonra Vezir, hızla saraya döndü.Öğleden sonra birçok işi vardı. Bir ara Sultan''ın çavuşu geldi. Sultan''''ın kendisini hemen beklediğini haber verdi.Sultan''ı ayakta gören Vezir:- Efendim beni emretmişsiniz, dedi.- Yaklaş... Yanıma yaklaş, sana bir şey vereceğim.Vezir yaklaştı. Fakat ağzı soğan sarmısak kokmasın diye, eliyle ağzını kapattı.Sultan ona eğildikçe, Vezir başını çeviriyordu. Sultan çok üzüldü." Demek söylenenler doğruymuş " diye düşündü.Masanın üzerinde kapalı bir şekilde duran zarfı aldı, ona verdi.- Bunu kendi elinle başvezire teslim eyle!..Sultan böyle emirnameler ile sevdiklerini elçi tayin ederdi. Vezir hayırlı işte acele edeyim diyerek derhal yola koyuldu.Yolda yine arkadaşını gördü. Arkadaşı merak etti. O da her şeyi anlattı.- Sultan heralde çok sevdiği birisine yardım ediyor ki böyle acele etti. Elden emirname gönderiyor, dedi.Arkadaşı yine çok rica etti. Sabahleyin bende ondan böyle bir şey istedim. Belki benim için yazılmış bir emirdir.Ne olur bana ver de kendi elimle götüreyim diye yalvardı. Vezir kabul etti.Nasıl olsa " İyi arkadaşım olduğunu Sultan biliyor kızmaz " diye düşündü.Biraz sonra "Başvezir" mektubu okudu şunlar yazılıydı.- Bu mektubu sana getireni derhal öldüreceksin, sonra da "kibirli burnunu kesip" saraya yollayasın!..Baş Vezir tereddüt etmeden, "emri" yerine getirdi.Akşam üzeri Veziri gören Sultan pek şaşırdı!- Sen burada ne arıyorsun? diye sordu.O da yolda arkadaşına rasladığını ve olanları anlattı.Tam konuşurlarken çavuş yanlarına geldi.Elinde kapaklı tabak tutuyordu.- Bunu "başvezir" yolladı efendim, dedi. Kapağı açtılar içinden kocaman bir insan burnu vardı.Yanındaki kağıtta şunlar yazılıydı: "Kibirli Burnu" Sultan artık dayanamadı, sordu:- Sen bugün bugün başını neden uzaklaştırıyordun?- Ağzımın kokusu sizi rahatsız etmesin diye efendim.Öğle yemeğine arkadaşım davet etmişti. Fazlaca soğan sarmısak yemiştik.Sultan hem sevindi hem üzüldü ve şunları mırıldandı:" Kötü insana kendi kötülüğü yetişir. "

Eşeğin Gölgesi

Atina da önemli bir tartışma yapılırken kürsüye Demostenes çıkar; ancak dinleyiciler sürekli kendi aralarında konuşmakta, Filozofu dinlememektedirler.Demostenes, “Bir hikâye anlatıp ineceğim” der ve anlatmaya başlar…“Uzun zaman önceydi. Bir delikanlı Atina’dan Megara’ya gitmek için bir eşek kiralamıştı.Eşeğini kiraya veren adamın da Megara’da bir işi vardı, beraber yola düştüler.Konuşa, konuşa giderlerken öğle sıcağı bastırdı; biraz dinlenmek ve öğle yemeği yemek için bir subaşına çöktüler.Ama ortalıkta hiç gölgelik yoktu ve eşeğin sahibi yemeğini alıp eşeğin gölgesine sığındı.Eşeği kiralayan genç buna içerledi; “Sen çekil gölgede ben oturacağım,” dedi…Beri ki itiraz etti; “Ben oturacağım çünkü eşek benim.”Delikanlı, “Ama ben eşeği kiraladım” deyince eşeğin sahibinde “Ben sana eşeği kiraya verdim gölgesini değil” Cevabını aldı ve aralarında kavga çıktı.”Hikâyenin tam burasında Demostenes kürsüden iner ve yürümeye başlar.Dinleyiciler, “Sonunda ne oldu? Sonunu anlat” diye bağrışmaya başlayınca, Demostenes, kürsüye döner:“Sizin için çok önemli bir konuda bir şeyler anlatmaya çalıştım, dinlemediniz. Şimdi ise eşeğin gölgesini merak ediyorsunuz. Ne fikrimi söyleyeceğim. Ne de eşeğin gölgesine ne olduğunu…”Tekrar kürsüden iner ve yürür gider…

Melis Günaydın

Re: Eşşeğin Gölgesi... 20.04.2009, 16:37
oldukça güzel bir örnek olmuşfarkettim ki kürsüye çıkıp topluluğa konuşma yapanlar sıklıkla eşekli örneklere başvuruyorlarne zaman eşek kürsü laflarını bir arada duysam aklıma aşağıda ki hikaye geliyormalesef ki yaşanmış bir örnekmişOsman Yüksel'in milletvekili olduğu yıllardır. Birgün meclis kürsüsünde kendisine laf atan vekillere dayanamaz ve: -"Bu meclistekilerin yarısı eşektir!" der ve iner kürsüden. Bunun üzerine meclis karışır ve herkes kendisinden sözünü geri almasını ister. Arkadaşlarının da ricası ile tekrar kürsüye çıkar ve zekasını gösteren ve vekilleri rahatlatan şu sözleri söyler: -"Bu meclistekilerin yarısı eşek değildir!"

Ozan ERYILMAZ

Tuz ve Su

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. - "Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle - "Acı" diye cevap verdi. Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu : - "Tadı nasıl?" - "Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak. - "Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam, - "Hayır" diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam,suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi: - "Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."
Evde bazen iş yaparken bir yerlerimi çarparım acısını hissetmem, bazen de elim parmaklarım yada her hangi bir yerim kesilir, çizilir hiç canım yanmaz. O zaman şunu fark ederim ben çok neşeliyimdir, her şey yolundadır, kafamda hiçbir şeyi problem yapmayacak kadarhuzurluyumdur.. Bazen çok duygusal yada ne bileyim anlık üzüntülü bir anda bana bedenime zarar veren minicik bir çizik bile izdırap vererek gözyaşlarıma sebep olur. Yaşamda karşılaştığımız her türlü sorunu istıraba dönüştürüp onu bir bardak içine hapsedecek kadar küçültürsek kendimize öyle zarar veririz ki çıkarıp atmak mümkün olmaz, hasta eder bizi, sağlığımızı kaybettirecek kadar büyür. Oysa paylaşmak, yardım almak, sevdiklerimizin desteği ile çözüm arayarak, değil göl denize çevirmek, savurmak gerek ki bize verecek zararı, hırpalanmayı, üzüntüyü kökten yok edemesek de azaltmayı başarabilelim. Yüreğimizi biraz ferah tutmayı başarabilmeliyiz. Kendimizin veya çok sevdiklerimizin başına gelen kötü bir durumun dışında çok fazla dert etmemeye, büyütmemeye gayret etmeliyiz sorunları. Eger direnme ve sabır gücümüz varsa, etkileyecekse yaşamı mücadele edip alt etmek lazım. Yoksa kendimizi atarsak o sorunların içine, düşüncelerimizde büyüte büyüte hastalığın kapısını aralamış oluruz. Tuz basmamalı acıtır insanını canını, acılar biriktikçe artar sancısı, suyla yıkamak lazım, yanı sevdiğimiz, dostumuz ya da paylaşmaya değer bulduğumuz arkadaşlarımızla konuşmalıyız , mutlaka. Her zaman savunuyorum neşe, mutluluk, sevinçler kocaman olur ortak bulunca. Üzüntü ve sıkıntılar ise yüreğimize, içimize zehir gibi yayılacağına azalır paylaşınca va bu hafiflikle mücadele gücümüzü de kazanırız. Hiç kimseye dert ve problem dilemiyorum. Herkese istırapsız, en az üzüntü, her şeyden önemlisi de dayanma gücü ve sabır diliyorum. Ve yanı başımızda destek verecek dostlarımız eksik olmasın. Dertsiz günler dilemek isterim ama bu yaşam da ne mümkün.En azından hepimizin direnme ve dayanma gücümüze göre taşıyıp direnebileceğimiz kadar ' Allah dağına göre göre kar verir' misali olsun en azından.
Sevgi veSaygılarımla
Güzide Öncel

İki Köle

Bir gün padişah iki tane köle satın aldı. Kölelerden biri çok temiz yüzlü inci dişli biriydi, nefesi gül gibi kokuyordu. Diğeri oldukça çirkindi, dişleri çürümüş ağzı kokuyordu. Padişah o güzel yüzlü köleye ihsanlarda bulunarak onu hamama gönderdi. Dişleri çürümüş ağzı kokan köleyi yanına çağırdı. Kendini çok beğendiğini fakat arkadaşının kendisi hakkında çok kötü şeyler söylediğini belirterek, onun da arkadaşının kötü huylarını söylemesini istedi. Fakat köle arkadaşına toz kondurmadı hep onu övücü sözler söyledi. Padişah ne yaptıysa bir türlü o köleye arkadaşı hakkında kötü bir söz söyletemedi. Nihayet ikinci köle hamamdan geldi. Padişah onu da sınamak için huzuruna çağırdı. Onu övücü sözler söyledi. "Sıhhatler olsun ne kadar zarif ve latif olmuşsun. Keşke öbür kölenin sayıp döktüğü kötü huyların da olmasa ne olurdu." dedi ve onu da diğer köle gibi denemek istedi. Bunun üzerine köle kızdı, köpürdü ve arkadaşı hakkında kötü şeyler sayıp dökmeye başladı. Biraz konuştuktan, arkadaşının kötülüklerinden bahsettikten sonra padişah onu susturdu: - "Yeter artık ikinizin de özünü, aslını anladım, onun ağzı kokuyor, senin ise için kokmuş, bundan sonra sen o doğru sözlü ve güzel huylu kölenin emrindesin haydi git." dedi. -İyi düşün, güzel hisset, yanılma, aldanma. Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma! -Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi Mevlana "dan Arkadaş sadıktır, sır saklıyandır, ihanet etmeyendir, hataları kapatan ve affedendir, doğru sözlü yapıcıdır, iyi huyludur ve bana yansımasıdır. Arkadaşını kötülüyen kendini de kötülüdeğinin farkında olabilse... Doğruluk, iyilik, dürüstlük ruh güzelliği kalıcıdır.
Sevgi ve saygılarla..
Güzide Öncel

OLUMLU DUSUN / OLUMLU YAŞA

Asya''da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır. Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur.. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz. Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, Ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama kaçamaz Aslında bu maymunun tutsak eden hiçbir şey yoktur onu sadece, Onun kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki Bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür. Bizi tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, Arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri, Serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır. Ben, maymuna benzer yanımız olarak sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark etmiyor oluşumuz olduğunu düşünüyorum: Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep telefonlarına sahip olmak, Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 20-30 kat büyük evlere sahip olmak, Belki bir kez giydikten sonra çok uzun sure dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak, Okumadığımız kitaplara sahip olmak, Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak, Bize günde 3-5 kez zamanı, başkalarına sürekli zenginliğimizi gösteren kol saatlerine sahip olmak, Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak tabiri caizse yorgunluktan hasatimizi çıkaracak deniz kenarına yakin bir yazlık, bir dinlence evine sahip olmak, Bize hiç bir faydası olmayan ama her fırsatta hava atabileceğimiz büyük yerde tanıdıklara sahip olmak, Faizi, getirisi zarara uğramasın diye kıyıp harcanamasa bile bol sıfırlı bir banka defterine sahip olmak, Dünyalarına ve güzelliklerine katılamadığımız, asla yeterli vakit ayıramadığımız basarili ve diğerlerininkinden daha güzel çocuklara sahip olmak, Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile bir futbol takimi taraftarlığına sahip olmak, Sağlığımıza, düzenimize, beynimize korkunç zararlar verse bile envai çeşit içkilerin bulunduğu gösterişli, dekoratif bir mini bara sahip olmak, Oturmadığımız koltuk takımları, İzlemediğimiz dev ekran televizyonlar, Kullanmadığımız, faydalanmadığımız daha neler nelere sahip olmak... Ya da sahip olduğumuzu sanmak. Maymun gibi avucumuzda tuttuğunuz surece (faydalanamasak bile) sahip olduğumuzu sanmıyor muyuz? Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan vaz geçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup tüm yeteneklerimizi kullanabilir hale gelmeyecek miyiz? Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz. Ah bunu bir anlayabilsek... Pencereniz kirliyse, dışarı çıkıp manzarayı parlatmanız boşunadır... Kim üzebilir seni, senden başka? Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen? Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen? Kim yıkar, yıpratır seni, sen izin vermezsen? Her şey sende baslar, sende biter; Yeter Ki Yürekli Ol . Tükenme, Tüketme, Tükettirme İçindeki Yasama Sevgisini
OLUMLU DUSUN / OLUMLU YAŞA'DAN ıntıdır

En iyi Buğday

En iyi Buğday Her yıl yapılan ''en iyi buğday'' yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. Çiftçiye bu işin sırrı soruldu. Çiftçi:
-Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi.
-Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz?
-Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sorulduğunda,
-Neden olmasın, dedi çiftçi. -Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.
Sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. Sonra yayılarak devam eder. Kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir.

EMEĞE SAYGI

Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş. Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış. Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış.. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam şöyle demiş:
- İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma.

Kavak Ağacı

Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacıyla aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa: "Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?" "10 yılda" demiş kavak "10 yılda mı?" diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak "Ben neredeyse 2 ayda seninle aynı boya geldim bak!" "Dogru" demiş ağaç "doğru" Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgarları başladığında kabak önce üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa: "Neler oluyor bana agaç?" "Ölüyorsun" demiş kavak "Niçin?" "Benim on yılda geldiğim yere sen iki ayda gelmeye çalıştığın için''

3 Eylül 2009 Perşembe

Testi ile Bardak

Bostancı, incir ağacının altına bir testi ile bir bardak bırakmış; kargalar, saksağanlar yemesin diye kontrole çıkmış.Bardak testiden su istemiş. Testi de olmaz demiş. Nedenini sorunca bardak karşılığı şu olmuş:

-Ben şimdi sana su veririm, sen de onu kendinden sanırsın.

Bardak yeminler ederek öyle bir iddiada bulunmayacağını söylese de suyu alamamış. Bu tartışmanın üzerine bostancı gelip bardağı doldurduğu gibi bir dikişte içmiş ve tekrar doldurup testinin ağzını bardak ile kapatmış.Sıcak kumların üzerine uzanıp uykuya dalmış.

Bardak kahkahalar atarak testiye sesleniyormuş:
- Sen istediğin kadar su verme. Bak ben dolu olarak senin ağzında oturuyorum.
Testi seslenir:
- Ey şaşkın bardak, senin suyun benden. Sen ne kadar tehlikede olduğunun farkında bile değilsin.

Bardak karşılık verir:
-Olsun hem dolu hem de tependeyim ya!.
Testi acı acı gülümser:
-Be ey şaşkın benim ağzımda durmakla suyumun buharlaşmasını önlüyorsun senin ağzın açık olduğu için sen nasıl korunacaksın.Hem küçüksün hem de ağzın açık.Hava da yeterince sıcak.

Bardağı bir telaş alır.Yüreğini yok olma korkusu kaplar.

Testi, yavaş yavaş son cümleyi söyler:

-İşte bu korku sana yeter…


Korkusuz ve huzur içinde güvenli yaşam hepimiz için olsun...

KEŞKE DEMEDEN

Bir zamanlar, büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralın 4 eşi varmış. Kral en çok dördüncü eşini severmiş, bir dediğini iki etmez, her şeyin en güzelini en iyisini ona verirmiş. Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır, üzerine titrermiş. İkinci eşini de severmiş kral. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, kralın ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur sorunun çözümünde ona destek verirmiş. Kraliçe olan birinci eşiymiş kralın. Onu en çok seven, karşılık beklemeden seven, sağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen, kral birinci eşini sevmezmiş ve onunla hiç ilgilenmezmiş. Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yapayalnız kalmaktan çok korktuğu için, eşlerinden hangisin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş. En çok sevdiği dördüncü eşine ölüm yolculuğunda kendine eşlik etmek ister mi diye sorduğunda aldığı yanıt kalbine bıçak gibi saplanan kısa ve net “mümkün değil" olmuş.. Hayatım boyunca seni sevdim. Sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin sorusuna üçüncü eşi de "hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim" diye yanıt vermiş. Kral bir kez daha yıkılmış. Her sorunumda her zaman yanımda olan bana yardım eden sendin, bu sorunumda da bana yardımcı olur musun talebine karşı ikinci eşinden; "bu sorunun için hiç bir şey yapamam,olsa olsa sana mezarına kadar eşlik eder, güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım" karşılığını almış. Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral birinci eşinin sesi ile irkilmiş. "nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim..." Ah diye inlemiş kral; "keşke bir şansım daha olsaydı..." Yaşamda hepimiz 4 eşliyiz aslında -Dördüncü eşimiz vücudumuz. Onun güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir. -Üçüncü eşimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür. Ölür ölmez başkalarına yar olacaktır. -İkinci eş,ailemiz ve dostlarımızdır. Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin en son yapabilecekleri şey bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamak olacaktır. -Birinci eş ise ruhumuz. Bizimle gelir... Unutmayın; Yediklerimiz değil, hazmettiklerimiz bizi güçlü yapar. Kazandıklarımız değil, biriktirdiklerimiz bizi zengin yapar. Okuduklarımız değil, hatırladıklarımız bizi bilgili yapar. Başkalarına verdiğimiz öğütler değil, bizzat uyguladıklarımız bizi insan yapar... Kendimizi sevelim öncelikle, değer verelim sağlığımıza... sevgi içimizden yok olmasın, sevenlerimiz hiç tükenmesin.Sağlıklı bir yaşam dilerim hepinize.

Hayatımı Yenden Yaşayabilseydim Eğer;

KEŞKE DEMEDEN

Emma Bombeck Avustralya’ da kanserden öldü. Ölümünden hemen önce şunları yazdı… Hayatımı yenden yaşayabilseydim eğer; Hastayken yatağa girer dinlenirdim. Ben olmadığım zaman her şey kötüye gidecek diye düşünmezdim.. Gül şeklindeki pembe mumu saklamaz yakardım.. Daha az konuşur, ama daha çok dinlenirdim.. Yerler kirlense, masa örtüm lekelense bile daha çok arkadaşımı akşam yemeğine davet ederdim.. Oturma odasında TV seyrederken, patlamış mısır yer, şömineyi yakmak isteyen birisi olduğunda ona engel olmazdım.Yerler leke olacak diye korkmazdım.. Bana gençliğini anlatmaya çalışan dedeme daha çok vakit ayırırdım.. Kocamın sorumluluklarını daha çok paylaşırdım.. Saçım bozulmasın diye, arabanın camının açılmasını önlemezdim.. Eteğimin lekelenmesine aldırmadan çimlere otururdum.. TV seyrederken daha az, hayata bakarken daha çok ağlar ve gülerdim.. Ömür boyu garantilidir denilen hiçbir şeyi satın almazdım.. Hamileliğimin bir an önce sona erip, doğum yapmayı dilemek yerine, hamile olduğum her anın tadını çıkarır ve içimde bir canlı yaratmanın ne kadar harika olduğunu fark ederdim..Bu o kadar nadir olay ki.. Mucize gibi bir şey.. Çocuklarım beni öpmek istediklerinde, asla ‘önce git, ellerini, yüzünü yıka’ demezdim.. Onlara daha çok ‘seni seviyorum’ ondan da daha çok ‘özür dilerim’ derdim.. Ama başka bir hayat verilseydi en çok yapacağım şey her dakikasını değerlendirmek olurdu.. Dikkatle bak..Gerçekten gör..Yaşa..Vazgeçme..Küçük şeyler için şikayet etmekten vazgeç.. Bana benzemeyenler, benden çok şeye sahip olanlar ve kimin ne yaptığı beni ilgilendirmezdi.. Bunun yerine, ilişkilerimi güçlendirmeye çalışırdım.. Sahip olduğunuz ruhsal, fiziksel ve duygusal her şey için Tanrı’ya şükredin.. Tek bir hayatımız var ve bir gün sona eriyor.. Umarım her gününüzü değerlendirirsiniz..

HAYATIN ANLAMI

Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı...Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş.. Ama aldığı cevaplarda ona yetmemiş. Fakat mutlaka bir cevabı olmalı diyormuş..Ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş.. Köy,kasaba,ülke dolaşmış bu arada zaman da durmuyor tabi ki ... Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona; -' Şu karşı ki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar istersen ona git belki o sana aradığın cevabı verebilir. ' demişler. Çok zorlu bir yolculuk sonunda Bilge'nin yaşadığı eve ulaşmış adam..Kapıdan içeri girmiş ve Bilge'ye Hayatın anlamının ne olduğunu sormuş. Bilge;
"-Sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor." demiş ...
Adam kabul etmiş. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. "Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel ... Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin eğer bir damla eksilirse kaybedersin... "
Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş.
Bilge bakmış;
"-Evet demiş kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı?" Adam şaşkın..
"-Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki..."
"-Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel." demiş Bilge...
Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzellikler onu büyülemiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü ...Geri geldiğinde Bilge, adama;
"- Bahçe nasıldı?"diye sormuş ...
Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış..
Bilge gülümsemiş,
"-Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış." demiş ve eklemiş:
"-Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider sen farkına varmazsın.. Yada görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın akıp giden zamanın anlam kazanır ... 'Hayatın anlamı senin bakışlarında gizlidir.' "

30 Temmuz 2009 Perşembe

''EŞEK" DEYİP GEÇMEYİN ...!

Her ne kadar insanoğlu türlü akılsızlıkları eşşeklikle nitelendirse de en güzel gözlere sahip bu sevimli hayvan, yerine göre çoğu insandan daha akıllıdır...Örneğin ''Eşek, iyi bir yol mühendisidir. Yokuşları en fazla yüzde yedi eğimle ve kısa mesafelerde virajlar alarak çıkar.''
dediklerinde...ben de inanmamış ve nivelman yaptırmıştım yani topoğrafik aletle ölçüm. Sonuç şaşırtıcıydı: Yüzde 7. Hani bu konuda çoğumuzun bildiği meşhur bir Anadolu fıkrası vardır:1950'li yıllarda Amerikalı mühendisler gelmiş Türkiye'ye. Bir kısım imar çalışmalarına rehberlik ediyorlarmış. O zamanlarda yol güzergâhını belirleyecek alet yok, eleman yok. Nafı'a mühendisleri eşeği yokuşa sürüyorlar, arkasından elemanlar şeritmetre çekiyor ve eşeğin ayak izlerine kazık çakıp istikamet belirliyorlarmış. Bunu gören Amerikalı mühendis, pratiği kavrayamamış ve sormuş:
- Ne yapıyorlar böyle?
- Rampada yolun güzergâhını belirliyorlar.
- Nasıl yani ,anlayamadım?
- Eşek yüzde 7 eğimin üstüne çıkmaz, biz de eşeğin izinde kazık çakıp rampada yol güzergâhı belirliyoruz demişler.
Amerikalı katılarak gülmeye başlamış. Yatışınca da sormuş:
- Peki, eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz?
Yetkili bozgun... cevap vermiş:
- Amerika'dan mühendis getirtiyoruz.

*******Eşek iyi bir kılavuzdur: Gittiği bir yolu hiç unutmaz ve o yoldan şaşmaz. Bu nedenle deve veya katır kervanlarının önüne daha önce bu yoldan gitmiş bir eşeği kılavuz olarak koyarlarmış.
******* Evet, eşek akıllıdır... düştüğü çamura bir daha, asla düşmez. "Eşşek bir defa çamura düşer!" deyimi bundandır.

Sevgili Mehmet Yaprak Başkana teşekkürlerimle.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

BİR DEVLET BÖYLE YAŞAR

Yıl 1934, o dönemde Milli Eğitim Bakanlığı Ulus'tadır. Bakan ise Niğdeli Abidin Özmen’ dir. Bakan, makamında çalışmaktadır. Kapı çalınır. Bakanın gür sesi: "Giriniz!" Atatürk'ün yaverlerinden biri, yanında iki çocukla makama girerler. Konuklara yer gösterir ve zarfı açar. Atatürk'ten gelen bir mektuptur. Abidin Özmen zarfı özenle açar ve mektubu dikkatle okur. "Bay Abidin Özmen Milli Eğitim Bakanı Yaver Bey'le, size iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderiyorum. Bu çocukları, uygun göreceğiniz bir liseye parasız yatılı olarak kaydını yaptırın." Bu, Atatürk'ün bir emridir. Kesinlikle yerine getirilecektir. Bakan Özmen, Orta Öğretim Genel Müdürünü çağırtır ve şu direktifi verir: "Yaver Bey'in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve bu çocukların Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Atatürk’ün ismini yazdırarak bana getiriniz." der. Bakanın emri yerine getirilmiştir. Abidin Özmen de kısa bir mektup yazarak Yaver Bey'le Atatürk'e yollar. Mektubun içeriği şöyle: "Muhterem Atatürk, Yaver Bey'le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak Kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğunda emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi’ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte takdim ediyorum." Atatürk bu mektup üzerine, devrin Başbakanı İsmet İnönü’ye telefon ederek: "Bak senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı." diyerek olayı anlatmış. İnönü, Bakan adına özür dilemiş. Atatürk: "Yok! Demiş özür dileme. Çok memnun oldum.. Keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve doğruyu gösterebilse"
Tarihi değeri olan ve hiçbir yerde yayımlanmayan bu anının unutulup gitmesine gönlü razı olmayan bakanın yeğeni yüksek mimar H. Rahmi ÖZMEN, 15.08.1985 günü bu mektubu gazeteci yazar Vahap Okay'a iletir. O da 15.09.1985'te gazetesinde yayımlar. İşte devlet böyle kurulur, devlet böyle adamlarla yönetilir... Mustafa Kemal in Bakanları böyleydi.

Dinlemek

Genç bir yönetici, yeni Jaguar''ı içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir mahalleden geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan bir çocuk olabilir düşüncesiyle dikkatini daha çok yol kenarına vermişti. Bir şeyin yola fırladığını görünce hemen fren yaptı ama aracı durana kadar geçen mesafede yola çocuk fırlamadı. Bunun yerine, yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı. Adam hızlıca frene yüklendi ve taşın fırlatıldığı boşluğa doğru geri geri gitti. Sinirlenmiş olan genç adam arabasından fırladı ve taşı atan çocuğu kaptığı gibi yakında park etmiş olan bir arabanın gövdesine sıkıştırdı. Bunu yaparken de bağırıyordu: "Sen ne yaptığını sanıyorsun serseri? Bu yaptığın ne demek oluyor? O gördüğün yepyeni ve pahalı bir araba ve attığın o taşın mahvettiği yeri düzelttirmek için kaportacıya bir sürü para ödemek zorunda kalacağım. Neden yaptın bunu?" Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi. "Lütfen amca, lütfen kızmayın. Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim,bilemedim. Taşı attım, çünkü işaret etmeme rağmen diğer arabalar durmadı." Çocuk, gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle silerek park etmiş bir aracın arkasına işaret etti. "Abim orada. Yokuştan aşağı yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum." Çocuğun şimdi hıçkırıklardan omuzları sarsılıyordu ve şaşkın adama sordu: "Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardım edebilir misiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok ağır." Genç yönetici ne diyeceğini bilemez halde boğazındaki düğümden yutkunarak kurtulmaya çalıştı. Yerde yatan sakat çocuğu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturttu, cebinden temiz ve ütülü mendilini çıkartıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları dikkatlice silmeye çalıştı. Bir şeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abi! sinin te kerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun ardından bakakaldı. Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol ona çok uzun geldi. Arabanın yan kapısında taşın bıraktığı iz çok derin ve net görülür şekildeydi ama adam orayı hiç bir zaman tamir ettirmedi. Oradaki izi, şu mesajı hiç unutmamak için sakladı: Hiç bir zaman yaşamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için birilerinin taş atmasına mecbur kalacağı kadar hızlı geçme. Allah ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur. Bazen, onu dinlemek için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır. Fısıltıyı dinle veya taşı bekle. Seçim sizin...

Hazinedar

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle birgün Sultan Mahmud'un kölesi olmuş. Sultan köleyi taşıdıgı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan'ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütüb sultanlıgın haznedarı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu gelişmeyi görensaraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasretleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler. Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlarındaysa ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar. Bir gün Sultan'ın huzurunda bir saraylının digerine şöyle dedigi duyulmuş; Köle Ayaz'ın sık sık hazineye gittigini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldıgından adım gibi eminim. Sultan buna inanmamış. İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim demiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdigini, kapıyı kapattıgını ve sandıga gittigini görmüş. Orada sakladıgı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan, köleyken giydigi yırtık pırtık bir elbise! Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine, ;Dahaönceleri bu elbiseyi giydigin zamanlar kim oldugunu hatırlıyor musun? diye sormuş. ;Bir hiçtin sen... Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan'ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç haketmedigin nimetler lütfetti. Asla nereden geldigini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur,unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe sende aşagıda olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla! Sandıgı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya dogru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan'la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz'ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşagıya yaşlar süzülüyormuş ve bogazı öyle dügümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş. Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi... kalbimin hazinedarısın. Bana benim de önümde bir hiç oldugum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin
EVET DOSTLAR SİZİN KALBİNİZİN HAZNEDARI KİMMM???

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Tepkisizliğin Sınırı

TEPKİSİZLİĞİN SINIRI!
18.07.2009, 00:29

Ünlü virtüöz, piyanonun başına oturmuş ve salonu hınca hınç dolduran seyircilerin önünde konserine başlamıştı. Ancak tuşlara basıyor, çalıyor görünmesine rağmen, telleri önceden sıkılmış olan piyanodan hiç bir ses çıkmıyordu. Dinleyiciler, birbirine göz ucuyla bakarak ne yapmaları gerektiğini araştırıyorlar, fakat nedense tepki gösteremiyorlardı. İki saat süren sessiz konserden sonra ünlü virtüöz oturduğu yerden kalkarak büyük bir ciddiyetle onları selamladı. Salon sürekli alkış sesleriyle çınlıyordu. İngiltere'de yaşanan bu olaydan sonra piyanist, kendisiyle röportaj yapan televizyon spikerine; "İnsanlardaki tepkisizliğin nereye kadar varacağını öğrenmek istedim" diyordu. "Meğer sınırı yokmuş..."
Hepimiz günlük hayatın içinde zaman zaman pek çok şeyden şikayet ederiz.Bir çok konuda sorun yaşarız. Hep, bir şeylerin düzeltilmesi gerektiğinden dert yanarız.Ama acaba gereken yerde doğru tepkiyi verebiliyor muyuz? Öfkelenmeden,can yakmadan,kalp kırmadan tepkimizi gösterebiliyor muyuz? Şikayet ettiklerimiz hakkında tepkisizsek,aslında şikayet etme hakkımız da kalmıyor. Bir doktorumuzun çok doğru bir tespiti vardır,der ki: Biz millet olarak söyleniyoruz ama söylemiyoruz! Aradaki fark müthiştir.Söylenmeden,kapris yapmadan,hatır gönül kırmadan söylemeyi öğrenirsek bir çok şeyin değişmeye başladığını da göreceğiz. Başımıza ne geliyorsa bu tepkisizliğimizden geliyor. Zira malumunuz ülkemizde zam olur,biz söyleniriz.Meclisten apar topar bir kanun geçirilir,biz söyleniriz. Sözde gelişmiş ülkeler bize olmayacak hakareti ederler,biz söyleniriz. Aleyhimizde kararlar alırlar,biz söyleniriz.Ama söylemeyiz.Çünkü çabucak unuturuz,balık hafızalı insanlarız . Kırıp dökmeden,yakıp yıkmadan tepki göstermeyi öğrenmediğimiz sürece başımıza gelenleri hak ediyor olacağız. Sevgilerimle, iyi hafta sonları:)--
Bu bülten Serap Duygulu grup yöneticisi tarafından "Çocuklarımız" grubu için yazıldı.
Gruba şuradan girebilirsiniz: http://www.xing.com/net/cocuk/

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Güçlükler, Kadın-Erkek

Günün birinde üç erkek ormanda yürürlerken karşılarına büyük ve vahşi bir nehir çıktı.
Ama erkeklerin,nehrin karşı kıyısına mutlaka geçmeleri gerekiyordu.
Peki bunu nasıl başaracaklardı
Birinci erkek dizlerinin üstüne çöktü ve Tanrıya dua etti
Tanrım, lütfen nehrin karşı kıyısına geçebilmem için bana güç ver
Pppppfffffuuuuuffffff....
Tanrı ona uzun kollar ve Güçlü bacaklar verdi Böylece nehrin karşı kıyısına geçebildi
Ancak bunun için 2 saat boyunca dalgalarla boğuştu ve neredeyse 3-4 kez boğulma tehlikesi geçirdi. Ama, başarmıştı !!!!
Bunu gören ikinci erkek de Tanrıya dua etti:
Tanrım Lütfen nehrin karşı kıyısına geçebilmem için bana güç ve gerekli aracı ver
Ppppppfffffuuuuffff.....
Tanrı ona bir tekne verdi ve o da nehrin karşı kıyısına geçmeyi başardı,
ancak birkaç kez teknenin alabora olma tehlikesiyle karşılaştı...
Tüm bu olan bitenleri izleyen üçüncü erkek de dizlerinin üstüne çöktü ve Tanrıya yalvardı
Tanrım lütfen nehrin karşı kıyısına geçebilmem için bana güç, araç ve zekayı ver
Ppppppfffffuuuuffff.....
Tanrı erkeği bir kadına dönüştürdü Kadın haritaya baktı....
Nehrin biraz yukarısına
doğru yürüdü Ve köprüden karşıya geçti

ÜÇ HİKÂYE- ÜÇ DERS- BİR SÖZ

1.Hikâye

Kavak Ağacı ile Kabak

Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?
-On yılda, demiş kavak. -
On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş kavak. Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:
-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, demiş kavak.
-Niçin?
-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.

1.Ders: Çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Her işte alın teri ve emek şarttır.

2. Hikâye

En iyi Buğday

Her yıl yapılan 'en iyi buğday' yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. Çiftçiye bu işin sırrı soruldu. Çiftçi:
-Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi.
-Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sorulduğunda,
-Neden olmasın, dedi çiftçi.
-Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yet iştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.

2. Ders: Sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. Sonra yayılarak devam eder. Kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir.

3. Hikâye

Geleceğini biliyordum…

Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çekti,
-Delirdin mi sen? Gitmeye değer mi? Baksana delik deşik olmuş. Büyük bir ihtimalle ölmüştür. Artık onun için yapabileceğin bir şey yok. Boşuna kendi hayatını tehlikeye atma. Fakat asker onu dinlemedi ve kendisini siperden dışarıya attı. İnanılması güç bir mucize gerçekleşti, asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü. Birlikte siperin içine yuv arlandılar. Fakat cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramamıştı. Siperdeki diğer arkadaşı;
-Sana değmez demiştim. Hayatını boşu boşuna tehlikeye attın.
-Değdi, dedi, gözleri dolarak,
-değdi…
-Nasıl değdi? Bu adam ölmüş görmüyor musun?
-Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim içim. Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarladı:
-Geleceğini biliyordum… Geleceğini biliyordum…

3. Ders: Güven vermek önemlidir. Güven duymak önemlidir. Duyulan güveni boşa çıkarmamak daha da önemlidir.

'Her sabah Afrika'da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir. Her sabah Afrika'da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır. Aslan veya ceylan olmanız fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur. Afrika Atasözü Çok çalışmak, emek harcamak, güven ve rmek, sevmek ve paylaşmak hayatın anlamlı olmasını sağlar. Her sabah uyandığımızda bir de böyle bakalım dünyaya. Unutmayın hayat uzun bir öyküye benzer. Ancak öykünün uzun olması değil, iyi olması önemlidir.

4 MAHALLELİ KASABA

Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede Evetama'lar yaşıyormuş. Evetama'lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise "evet, ama" diye cevap verirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar.
İkinci mahallede Yapıcam'lar yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.
Üçüncü mahallede yaşayan Keşkeci'lerin, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke'cilerin de başları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan!
Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise İyikiyaptım'lar otururmuş. Keşkeci'ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış.
Yapıcam'lar Keşkeci'lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.
Evetama'lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş.
İyikiyaptım mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!.

O bir karga

80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: 'Bu ne oğlum?'

Oğlu şaşkın, cevapladı: 'o bir karga baba.'

Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: 'Bu ne oğlum?'

Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: 'Baba, o bir karga'

Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: 'Bu ne?'

Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: 'O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?'

Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: 'Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?'

Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.

'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.'

'Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara 'öf' bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.' (İsra, 23)

2 Temmuz 2009 Perşembe

Zeki Adam... Aptal Adam

Zeki adam, aslen sınırlı ve hareket özürlü adamdır. Çünkü zeki adam, düşünen adamdır. Ve düşünen adam, nerede kime ne söylemesi gerektiğini bilen, dolayısıyla kendi özgür iradesi ile kendini gerekirse kısıtlayan, iç dünyasını ve iç gerçeğini biteviye dizginleyen, hatta baskılayan, yaşadığı durum ve koşullara uygun davranma gereksinimini benimsemiş adamdır. Ancak beyninin dehlizlerinde dolaşan tilkiler, risk alarak ve cesaret göstererek, her şart ve durumda ille de ortaya çıkarılacaksa, zeki adam, bunun için de bir bedel ödeyen adamdır. Bu bedel, yalnızlıktır.
Oysa aptal adamın sınırları yoktur. Aptallık, kan, ter ve gözyaşı gerektirmez. Aptallık sadece aptallıktır ve onu beslemek, büyütmek, her daim canlı, işlevsel kılmak adına kişinin özel bir emek sarf etmesi gerekmez. Aptalın hareket özrü yoktur ve bunun esas nedeni aptal olduğunu bilmemesi, bu bağlamda kendini sevmesi ve doğruyu yaptığına inanmasıdır. Zeki adam, yaşamının beyin süreçlerinde, kendini sıkça didiklerken, kendini eleştirir, doğruyu bulmak ve doğruyu yaşatmak adına kendi ruhuna olmayacak güçlükte görevler yüklerken; aptal adam, yüreğinde rahatlık, dudağında bir ıslık, yatağına gevşek bir üslupta yatar ve çoktan uyur. Zeki adam, ona verilmemiş olan sorumlulukları bile sırtlanmaya hazırken; aptal adam, kendi sorumluluğunu başkasına yüklemiş olmanın hınzır keyfi ile kendini çoktan akıllı addetmiştir bile.
İnsanlar, zeki adamlara saygı duyar, ama onlardan bir o kadar da korkarlar. Sevgi ise, zeki adamın elde etmek için üzerinde çalışması gereken bir konudur. Sevgi içinde acıma da barındırır hafiften ve aptal adamlar bu nedenle kalabalıklar tarafından çok çabuk benimsenir ve kökü sığ da olsa, içi boş da olsa, genel anlamda çabucak sevilirler. Oysa zeki adam korkulandır çünkü düşünendir. Ve düşünce, en güçlü yok edicidir. Düşünce, bütün dengeleri alt üst edebilen, çokça kabul edilmiş tüm kurum ve kurumsal var oluşu toptan tehdit edebilen, alışkanlıkları ve onların verdiği huzuru darmadağın edebilen güce sahiptir.
Zeki adam, düşünen adamdır. Bu öylesi görkemli bir var oluş biçimi ve seçimidir ki, beyninin sıvısında, aynı konu veya yargının tam ters iki düşüncesi de aynı anda bulunabilir, elektrik akımlarının cızırtılı, yarı ıstıraplı gidiş gelişlerinde, bu iki düşünce birbirini sorgulayabilir ve düşünen zeki adam, sebep sonuç düzleminde, çözüm(ler)e ulaşabilir. Zeki adam, yorulan, terleyen ve bitendir. Aptal adam ise, aptallığın bencil mutluluğunda, yaşamsal hücrelerini sürekli yenileyendir.
Zekânın kısıtlayıcı ve yorucu, aptallığın ise sonsuz mutluluğa endeksli oluşu aslen çok basit bir nedenle açıklanabilir. Zeki adam, her aldığı kararda ve attığı her adımda bir aptallık ararken, aptal adam aynı durumlarda kendini çok zeki sanandır.
Esin ACIMAN Kimdir?
Esin Acıman 1959’da İstanbul’da doğdu. Robert College’den Türk Dili ve Edebiyatı/Halide Edip Adıvar ödülüyle mezun oldu ve yüksek öğrenimine Boğaziçi Üniversite’sinde devam etti. Psikoloji Lisans, Eğitim Lisans ve Klinik Psikoloji Yüksek Lisans derecelerini aldıktan sonra yurt dışında eğitim konulu mesleki workshop’lara katıldı. Çeşitli hastanelerde ve kendi kliniğinde psikolog/terapist ola¬rak çalıştı; okullarda rehber danışman ve müdür olarak görev yaptı. Yazarın, “Kadın Doğmak, Kadın Olmak” ve “Erkek Doğmak, Adam Olmak” isimli yayınlanmış iki kitabı bulunuyor.
http://www.salom.com.tr/news/detail/12046-Zeki-Adam-Aptal-Adam---Siradisi-bir-yazi.aspx

Evin bilgelerin toplanacağı yer olsun

Pereşa (Vaaz)

....

Bu hafta Pirke Avot* okumaya başlıyoruz. Her sene olduğu gibi bu yıl da Pirke Avot’tan bazı önemli bilgileri paylaşalım istedik. Yose ben Yoezer iş Tsereda şöyle der: Evin bilgelerin toplanacağı bir yer olsun.**
Bilgelerin toplandığı ve Tora öğrendiği yerde her zaman anlayış, bilgelik, öğrenme ve her şeyden önemlisi barış vardır. Evlerimizde her zaman Tora öğrenmeye ve öğretmeye devam edelim. Hem sahip olduğumuz bu harika mirası öğrenerek çocuklarımıza öğretme şansını yakalayalım hem de evlerimizi Tora’nın duaları ile kutsayalım.

http://www.salom.com.tr/news/detail/11449-BU-HAFTA-PERASA.aspx

*Pirke Avot için bkz:http://www.sevivon.com/yasamvedeger/pirkeavot/pirke_avot.asp

**Metnin devamı:
Evin bilgelerin buluşma yeri olsun.
Üzerini onların ayaklarının tozuyla kapla,
Onların yolculukları senin yolculuğun olsun.
Sözcüklerini susuz kalmış gibi iç
Ama susuzluğunu hayali olarak giderebileceğini sanma.

Gerçek bir hikaye

Bu olay 14 Ekim 1998 tarihinde kıtalar arası bir uçuş sırasında gerçekleşti.
Zenci bir erkek yolcunun yanında süslü püslü bir kadın düşmüştü. Kadın hostesi çağırarak yanındakini aşağılayıcı bir eda ile yerinin değiştirilmesini
istedi. Çünkü kendisine antipatik gelen birisi ile yan yana oturmak istemiyordu.
Hostes tüm uçağın dolu olduğunu fakat birinci sınıfta boş bir yer bulunup bulunmadığını araştıracağını söyledi.
Kadının konuşmasını dinleyen yolcular şaşkınlık ve tiksinti içindeydiler. Kadının terbiyesizliği bir yana birinci mevkide oturacağına da üzülüyorlardı.
Renginin özelliği dışında diğer erkeklerden görünüşte hiçbir farkı olmayan zavallı adamcağız ise sesini çıkarmamayı yeğledi.
Kadın tatmin olmuş görünüyordu, Zenci bir erkek yanında oturmayacaktı ve birinci mevkide gidecekti
Birkaç dakika sonra hostes geriye döndü ve kadına birinci mevkide bir tek boş yer olduğunu bildirdi. Ancak o yer için kaptan pilottan izin almıştı. Kaptan pilot “ Hiçbir yolcu sorun yaratan diğer bir yolcunun yanında oturmak zorunda değildir” deyerek gereken onayı vermişti.
Hostesin konuşmasını takip eden yolcuların kızgınlıkları biraz daha arttı. Kadın ise zafer kazanmış komutan gibiydi. Ayağa kalkmaya yeltenirken Hostes zenci kişiye dönerek “Beyefendi, sizi uçağın birini sınıfındaki yeni yerinize götürmem için lütfen beni takip eder misiniz? Uçak şirketimiz adına kaptan pilotumuz sizden böyle nahoş bir olay yaratan kimsenin yanında oturmak mecburiyetinde bırakıldığınız için sizden özür diliyor”
Yolcular kaptan pilotun ve hostesin bu güzel davranışını yürekten alkışladılar.
Kadın dersini almıştı. Zenci yolcu hostesi takip ederken kadın yolcu süklüm püklüm kimsenin yüzüne bakamıyordu.
Bu olay seyahat acentelerini ve uçak şirketlerini yeni tedbirler almağa sevk etti.
O yıl kaptan pilot ile hostes örnek davranışları yüzünden ödüllendirildiler.
Benzer durumlarla bir daha karşılaşmamak için kişilerin eğitilmeleri de gerekiyor. Bunun bilincinde olan yöneticiler aşağıda belirtilen sözleri seminer odalarının duvarlarına astırdılar.
“İnsanlar kendilerine ne söylendiğini unutabilirler
İnsanlar kendilerine ne yapıldığını da unutabilirler.
Ancak insanlar kendilerine nelerin hissettirildiğini hep hatırlaya gelmişlerdir.”
Not: Bu hikayeyi bana e mail şeklinde Kanada’dan gönderen
Okşan ve Jerry Yusufyan’a teşekkür ederim. Y.A
http://www.salom.com.tr/news/detail/12298-Gercek-bir-hikaye.aspx

Hayat cesurları sever

Bir önceki yazımda size hayatlarımızı gözden geçirmekten bahsetmiştim. İş hayatınız, sosyal hayatınız, ailenizle/ dostlarınızla ilişkileriniz, kendinizle ilişkiniz, parasal durumunuz, eğitim durumunuz, sağlığınız, hobileriniz, seyahatleriniz ve aklınıza gelen hayatınızın diğer bütün alanları. Sonra sizden bu alanlarda iyileştirmek istediklerinizi olumlu cümleler kullanarak yazmanızı istemiştim. Bu hafta belirlediğiniz bu hedeflerin içinden sizin için en önemli olanını seçmenizi istiyorum.
Seçtiniz mi? O zaman sorun şimdi kendinize: “Bu hedefe ulaşma becerimin önünde ne duruyor?”
Duyar gibi oluyorum: Paranız yok; yaşınız geçti; zamanınız yok; sağlığınız elvermiyor; ekonomik kriz var; hava çok sıcak; yalnız yapamazsınız; eşiniz/aileniz izin vermiyor; yeterli bilgi/beceri/deneyiminiz yok; çok zor…
Başka aklınıza gelen mazeretler var mı?
Bence burada kendinize sormanız gereken en önemli soru şudur:
“Ben gerçekten bu hedefe ulaşmayı istiyor muyum ?”
Bazen bazı şeyleri çok istiyormuş gibi hissederiz ama iş eyleme geçmeye gelince yukarıdaki gibi mazeretler nedeniyle hedefimizden vazgeçeriz. O zaman o istediğimiz ne ise aslında onu çok da istemediğimizi anlarız ; ya da bedelleri yüksek olduğu için bizi ileriye taşıyacak hedeflerden bir çırpıda vazgeçeriz. Vazgeçme nedenimiz olarak da pek çok mazeret gösteririz.
Eğer hedefinize gerçekten ulaşmak istiyorsanız, hedefe ulaşma becerinizin önünde SİZ den başka kimse durmuyordur. Lütfen dürüstçe kendinize bakın ve hayatınızın sorumluluğunu elinize alın.
Biliyorum bazen bunu kabullenmek hiç de kolay değildir. Her zaman suçlanacak bir olay veya kişi bulunacaktır. Ya da yukarıda saydığım mazeretler gösterilecektir. Ancak eğer kendinize dürüst olursanız tek engelin kendiniz olduğunu görürsünüz.
Hayatlarımız seçimlerden ibarettir. Eğer bugün hayatınızda mutsuz olduğunuz alanlar varsa, bunlar bir zamanlar yapmış olduğunuz seçimlerin sonuçlarıdır. Şimdi bana “Bu seçimleri biz isteyerek yapmadık, yapmak zorunda kaldık” diyebilirsiniz. İşte bu gücünüzü başkalarına veya olaylara verdiğiniz andır. Hayatınızın sorumluluğunu almayı reddettiğiniz andır. Evet, bazen şartlar zorlayıcı olabilir, ancak neyi yaşayıp neyi yaşamayacağımızın seçimi tamamı ile bize aittir, bazen başkaları tarafından belirlenmiş gibi gözükse bile…
Siz istemediğiniz sürece kimse size zorla bir şey yaptıramaz; kimse sizi üzemez, kimse size istemediğiniz şekilde davranamaz, hiçbir olay sizi yıkamaz. Şimdi gelin hayatınızın sorumluluğunu elinize alın. Mutlu olmadığınız, değiştirmek veya ileriye götürmek istediğiniz yaşamlarınızın bölümlerini belirleyerek kendinize hedefler oluşturun. Bu hedeflerin önünde siz izin vermediğiniz sürece hiçbir şeyin duramayacağına inanın. Siz kendinizin önünden çekilin yeter!
Hedeflerinizi hayalinizde canlandırın. Kendinizi, hedefinize ulaştığınızda nerede ve ne yaparken görüyorsunuz? Etrafınızda kimler var? Size ne söylüyorlar? Ne hissediyorsunuz?
Hayalinizde bu sahneleri gerçekmişçesine yaşatın. Hislerinize dikkat edin.
Bizler hepimiz kendi dünyalarımızın yaratıcısıyız. Eğer şu anki yaşantımızdan memnun isek ne ala. Eğer değilsek onu değiştirme gücüne sahibiz! Ne istediğimizin farkında olarak, seçimlerimizin sorumluluğunu elimize alarak ve eyleme geçerek istediklerimizi yaratabiliriz.
Hata diye bir şey yoktur, sadece deneyim vardır. Hata diye nitelediğimiz her şey aslında bizim için en büyük hayat deneyimleridir. Bugüne kadar deneyimlediklerimiz eğer artık hoşumuza gitmiyorsa deneyimlerimizi değiştirme şansına sahibiz! Geleceğimizi şekillendirme gücüne sahibiz!
Evet, haydi artık oturduğunuz yerden kalkın! Seçimlerinizi yapın, onları hayalinizde olmuş gibi canlandırın, sizi hayallerinize taşıyacak adımları belirleyin ve o adımları atın! Siz adım atmaya karar verdiğiniz an bütün evren sizinle beraber çalışır. Seçiminiz sizin ve bütün için hayırlı ise bütün kapılar ardına kadar açılır. Gizli bir gücün sizinle olduğunu hissedersiniz. Tek yapmanız gereken gücünüze sahip çıkarak yaratacağınız hayata doğru adım atmaktır.
Hayat cesurları sever!
http://www.salom.com.tr/news/detail/12320-Hayat-cesurlari-sever.aspx

Bir daha okusam ne çıkar?

Ester Yannier

Elimdeki kitabın sayfalarını çeviriyorum. Kısa kısa öyküler, tarihte iz bırakmış filozofların, bilgelerin yaşam tarzlarını, olaylara bakış açılarını irdeliyor… Kitap daha önce okuduğum benzerlerinden ne bir adım öne çıkıyor ne bir adım geri kalıyor. O halde neden mi aldım?
Hayatta bazı şeyleri birkaç kere yapmayı severim. Mesela Neşeli Günler filmini her yaşta seyredebilirim. Her yaşımda başka noktalar dikkatimi çeker. Hem çocuk, hem genç, hem de olgun yaş ruhuna değen bir öykü. Sevdiğim bir mekânda değişik zamanlarda farklı tatlar yakalayabilirim. Çok güldüğüm bir fıkrayı başka bir ağızdan ”biliyorum ama sen yine anlat” diyerek yine dinleyebilirim… Bu kitapta belki 3-5 kez daha okuduğum öyküler var. Ama o okuduğumda altını çizdiğimi, bu kez es geçebiliyor veya tam tersini yapabiliyorum. O gün ruhum neyi almaya neyi görmeye müsaitse, onu alıyor, görüyorum…
Ancak eşdeğerdeki tüm kitaplarda dikkatimi çeken ortak nokta bir çoğunun hatta hemen hemen hepsinin yerli yersiz, gerekli gereksiz konuşmama yönünde ağız birliği etmiş olmaları… Aslında düşünüyorum da susabilmenin asaletine, olgunluğuna sahip olmamız için birilerinin bizleri uyarmasına, öykülere, örneklere gerek yok; kişinin kendisini bilmesi yeterli…
Pek çok kere etrafındakileri bir şekilde kullanarak veya onlardan duyduklarını -ne anlam taşıdığını dahi tam algılamadan -birilerine aktararak öne çıkmaya çalışan insanların varlığına tanık olmuşuz ve bundan da rahatsızlık duymuşuzdur. Bu türde laf taşımanın kime ne yararı varsa…
Tam bu konu üstüne Sokrates’in hepinizin bildiği bir öyküsü “üçlü süzgeç ”İ bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Düşüncelerimizi kelimelere dönüştürmeden önce söyleyeceklerinizin “gerçekliğinden”, “iyi bir haber olup olmadığından”, son olarak da konuştuğunuz kişinin “işine yarayıp yaramayacağından” emin olun…
Kitaptan bir alıntı: “Gevezenin biri, konuşma sanatını öğrenmek için Sokrates’in okuluna kaydolmak ister. Fakat Sokrat, diğer okullara göre iki kat para isteyince, adam itiraz etmeye başlar. Sokrates adamın sözünü keserek şöyle der: “ sana bir değil, iki şey öğreteceğim. Birincisi konuşmayı; ikincisi ise susmayı!... Bu yüzden iki kat para istiyorum.”
http://www.salom.com.tr/news/detail/12058-Bir-daha-okusam-ne-cikar.aspx

Türbedar Mehmed Emmi


Kayseri''de gördüğü bir rüyadan etkilenip 13 yıldır gönüllü olarak çok sayıda türbe ve caminin temizlik ve bakımını yapan "Türbedar Mehmet Emmi" veya "Bursçu Mehmet Amca" diye tanınan emekli noter baş katibi Mehmet Ünlü (74), hayatını kaybetti.

Kapalı Çarşı''da avizecilik yapan merhum Mehmet Ünlü''nün arkadaşı Hamdi Sarp, AA muhabirine, 13 Haziran Cumartesi günü iş yerine gelen Mehmet Ünlü'nün kendisine kümbet ve camilere ait bir poşet dolusu anahtarı "Bu işleri sana emanet ediyorum" diyerek bıraktığını söyledi. Bu görüşmenin ardından 15 gün yurt dışına çıktığını ve birkaç gün önce Kayseri''ye döndüğünü belirten Sarp, şöyle dedi:

''Merhum Mehmet Ünlü ile 1996 yılında tanıştım. O günden bu güne tarihi cami, kümbet ve benzeri mekanlarla ilgili ortak çalışmalarımız oldu. Kendisi hayatını tarihi eserlere adamıştı. Bu eserlerin içini ve çevresini temizler, kırılan camlarını, kapılarını tamir ettirirdi. Tamamen gönüllü olarak yaptığı bu işler için hiçbir yerden ücret almazdı. Üstelik emekli maaşından da buralara harcardı. 13 Haziranda dükkanıma geldi. Bir poşet içinde onlarca anahtarı bana teslim etti. Birazının da evde olduğunu söyledi. ''Benim göğsümde bir ağrı var. Bu işleri sana emanet ediyorum'' diyerek ayrıldı. Duydum ki önceki gün hayatını kaybetmiş.''

Mehmet Ünlü'nün hayatını ülkeye adadığını belirten Sarp, "Türbeleri temizleyip bakımını yaptığı için bazıları ''Türbedar Mehmet Emmi'', ihtiyaç sahibi üniversite öğrencilerine burs veren sanayici ve iş adamlarının burslarını öğrencilere ulaştırdığı için de ''Bursçu Mehmet Amca'' diye tanınırdı. İleri yaşına rağmen bisikleti ile onlarca tarihi mekanı gezip buraların bakımını yapardı'' diye konuştu.

RÜYASINDAN ETKİLENMİŞTİ

Noter başkatipliğinden 1989 yılında emekli olan Mehmet Ünlü, daha önce AA muhabirine, 1994''de gördüğü bir rüyadan etkilenerek, o günden beri düzenli olarak Kayseri''deki medrese, türbe, mescit ve kümbet gibi tarihi yapıların temizlik ve bakımıyla uğraştığını anlatmıştı. Ünlü, 2007 yılında AA muhabirine, ''1994''de bir rüya gördüm. Rüyamda, şu anda yıkılmış olan Tutak Mescidi''nde oturan 3 kişi benden mescidi temizlememi ve kitapları kurtarmamı istedi. Bu isteği yerine getirdim. O tarihten bu yana da kümbet ve camilerin temizlik ve bakımlarını yapıyorum'' demişti.

35 CAMİ VE KÜMBETE BAKIYORDU

Mehmet Ünlü, 1992 yılından bu yana 35 tane cami, türbe ve kümbetin iç ve dış temizliğini yapıyor, şehitliklerdeki su bidonlarını dolduruyor, sabah çok erken saatlerde kalkıp, akşama kadar bisikleti ile tarihi mekanları dolaşıyordu.

Cenazesi Melikgazi ilçesi Hisarcık Mahallesi''nde aile kabristanına defnedilen Ünlü, evli ve 3 çocuk babasıydı.

Haberin Tarihi : 02.07.2009 13:23:02
Kaynak: http://www.kayserihaber.com.tr/giris.asp?kanal=haberler&id=9006

Padişah geyiği

Malum kişiler malum tepkileri verdiler, bunun böyle olacağı da belliydi... Hemen işin geyiğine geçildi. Kullanılacak "geyik klişeleri" de belliydi: Kavuk giymiş bir başbakan, "Birinci Recep" benzetmesi, Unakıtan maliye "nazırı", Melih Gökçek "şehremini", falan filan...Hayret, bu kez takunya, ibrik, çember sakal yok! "Köylülük Osmanlılığa dahil" değil mi yoksa? Bir zevzek "padişah Erdoğan" diye pankart açınca, "karşı zevzeklerin" neler yapacaklarını da önceden kestirebiliyorsunuz.Daha yaratıcı gırgırlar beklerdik: Edirne postanesinden bir telgraf memuru bulup "bu sefer kimleri kesmeyi düşünüyorsunuz" diye sormak gibi falan!Ben bunlara şaşırmadım.Osmanlı'ya duydukları korkunç nefrete şaşırdım.Sanki yabancı ve düşman bir devletten sözediliyordu, Çarlık Rusyası gibi...Başbakandan mı daha çok nefret ediyorlar Osmanlı'dan mı, yoksa vergi kaçakçısı olduğu söylenen patronlarına yaranmak için mi bu gülünç gayretkeşlik, tam da çözemedim ama...Halkın "derin ve köklü bir refleksle" gönlünü okşayan Osmanlı hatırlatması, bu kişilerde beklenmedik bir "infial" uyandırıyor.Çünkü onlara öyle öğretildi, beyinleri o yönde yıkandı.Fransız cumhuriyetçileri Paris'in ortasında Dördüncü Henri heykelinden (hele bunun bir de lisesinden) gocunmuyorlar ama bizimkilerin şakasına bile tahammülleri yok.Oysa Osmanlı'nın "işlerine gelen" yanlarıyla hiç düşünmeden şişinebiliyorlar, Viyana kapılarına dayanmak, gemilerin yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yapmak, Katerina'yı düdüklemek falan gibi! Asker Viyana'ya dayanırsa hoşlarına gidiyor da, işadamı elinde çantasıyla Dubai'ye dayanırsa panik başlıyor...Hem nefret ediyorlar, hem de turist gelsin Topkapı Sarayı'nı gezsin ve hayran kalsın istiyorlar. Kılıçdaroğlu şakadan fes giyince çok ayıp ama Kapalıçarşı'da fes satışları artsın ki döviz gelsin! Yavuz Selim Mısır seferinde "korkanlar karılarının yanına dönsünler" deyince büyük adam sayılıyor, Deli İbrahim Samatyalı Kaliyopi'ye sulanınca serseri...Çünkü memur ruhlu bunlar. Kırpık bıyıkları, Sümerbank kunduraları, ceketlerinin içine giydikleri düğmeli hırkalarıyla, İsmet Paşa çocukları.Rakı şişesinin etiketine tükenmez kalemle çentik atarlar ve Kızılay sodası içerler.Osmanlı onların gözünde düşmandır.Ruhları bozkır kavağı koktuğu için de "İstanbul yeniden başkent olursa..." diye ödleri patlar.Bizi "zevk-ü sefa" batırmıştır, yazımız da zaten "kargacık burgacıktı" ...Bu kafayla hiçbir seçimi kazanamayacaklar, hiçbir seçimi.

Engin Ardıç / Sabah

Çelebi Sultan Mehmet ve Karamanoğlu

Çelebi Sultan Mehmet, Osmanlı İmparatorluğunun ikinci kurucusudur... Çünkü, Ankara Meydan Muharebesinde mağlup olununca, Devlet dağılma tehlikesi geçirmişti. İşte bu sırada Osmanlıları en çok uğraştıran, Karamanoğulları olmuştu. Çelebi Mehmet, 1413 yılında tahta çıktı. Dost düşman bütün hükümdarlar tebrik ettiler. Gelen elçilere: - Biz de sulh içinde yaşamak isteriz. Velakin her devlet aynı şekilde davranmalıdır. Bu söylediklerimi, krallarınıza, hükümdarlarınıza bildiresiniz... demişti. Demişti ama, az sonra, Karaman üzerine sefer etmeye mecbur kalmıştı. Çünkü arkadaşı Karamanoğlu Mehmet Bey, fırsattan istifade, Bursa kalesini kuşatmıştı. Padişah Edirne'de, Osmanlı tahtına henüz oturmuş; Rumeli işlerine nizam vermekle meşguldü. Gelen haberciye seslendi: -Nicedir, anlat?- Karamanoğlu Bursa'ya girdiğinde, muhafızımız İvaz Paşama haber salmış: (Hemen Kal'ayı teslim etmezsen, canını cellâtta bilesin) demiş... - Hacı İvaz ne yapmış?- (Osmanlı kale vermez, can verir) diye cevaplamış efendim.- Hak Celle, cümle paşalarımın yüzünü ağ eylesin... - 31 gün, Bursa'yı zorladılar Sultanım... - Hacı İvaz'ı altedemediler, değil mi?- Tam dediğiniz gibidir Padişahım. - Karamanoğlu ne işledi? - Hırsından kudurdu Devletlûm... Hemi de o kadar kudurdu ki, akıl almaz bir çılgınlıkta bulunda!... - Ne eyledi? - Ceddimiz Gâzi Sultan Yıldırım Han hazretlerinin kabrini yakmak deliliğinde bulundu. - Fesübhanallah!. Allah bilir ya.. Bu adam, hırsı ve dünya tama'ı yüzünden ölecek. Bu densizliğe çok sinirlenen Çelebi Mehmet, artık Karamanoğlu işini halletmeye kati karar vermişti... Temmuz ayı sonlarında, küçük bir Osmanlı kuvveti Bursa'ya yaklaşırken, kurnaz Karamanoğlu kaçmayı tercih etti... Halbuki Osmanlılar, Musa Çelebinin cenazesini getiriyorlardı. Dedesinin yanına defnedeceklerdi. Karaman ordusu kaçarken, (Harman Danası) adlı subayları: - Osmanoğlu'nun ölüsünden bu kadar korkarız; ya dirisi gelse halimiz nic'olur?.. diye söylenmişti. Osmanlı Sultanı, bütün haşmetiyle Bursa'ya girdi. Karamanlılar çoktan uzaklaşmışlardı... Bahadır kale muhafızı, Hacı İvaz Paşa'ya (Vezirlik) pâyesi verildi. Dedelerinin ve babasının yakılmış kabirlerini ziyaret eden Padişah, Karaman seferine başladı. Bu arada bütün Anadolu beyliklerine de göz dağı verilip, Devlet içinde birlik yeniden sağlanacaktı. Konya'ya giderken Germiyanoğku Yakup Bey, geçtiği yerlerde orduya çok yiyecek ikram ettiği için, Padişah memnun kaldı.. Ayrıca Candar Oğullarından Şahzade Kasım Bey de, askerleriyle, Osmanlı hizmetindeydi. Akşehir, Seydişehir, Beyşehir yoluyla Ortaçay denilen yere varıldı. Yapılan kısa muharebede, Osmanlılar galip geldiler. Karamanoğlu Mehmet bey, Taşeli taraflarına kaçtı. Sarp dağlara sığındı.. Oğlu Mustafa Bey'de, Konya kalesine kapandığı için, Kale kuşatıldı. Bir müddet sonra Mustafa bey aman diledi. Çelebi Sultan, her zamanki gibi şefkatli davrandı. Musait şartlarla bir anlaşma imzalayıp, ordusuyla kuzeye döndü. Fakat Konya'dan çıkar çıkmaz, Karamanoğku tekrar Osmanlı topraklarına saldırdı... Çok üzülen genç ve dertli padişah hastalandı. Yanındaki tabibler, derdine çare bulamadılar. Germiyan Beyliğindeki meşhur doktor, Mevlanâ Sinan çağırıldı. O günlerde çok şiddetli yağmurlar yağdı. Büyük seller aktı... Pek çok hayvan ve malzeme telef oldu. Orduda harekât ve maneviyât azaldı. Padişahın üzüntüsü ve hastalığı şiddetlendi.Nihayet tabib Sinan, Ordugâha yetişti. Çelebi Sultanı muayene etti. Teşhisi koydu; dedi ki: - Padişahımızın hastalığı, HAFAKAN illetidir. Kalb hastalıklarındandır. Sebebi fazla üzüntüdür... Muhtemelen, Karamanoğlunun edepsiz hareketleri olabilir... - Tedavisi nasıl mümkündür? - İstirahat edüp üzülmemelüdür. En iyi ilaç, kendisini sevindirecek müjdelerdir. Bunu duyan Osmanlı Vezirleri, Paşaları, meşveret yaptılar. Sultanı en çok sevindirecek şey, Karamanoğlunun yakalanmasıydı. Bu görevi Anadolu Beylerbeyi Bayezid Paşa üstlendi. Zaten Karamanoğlu ile eski tanışıklığı vardı. Güya onu düşünüyormuş gibi haberler gönderdi: - Padişahın hastalığı, ilâçla geçecek gibi değildir... Bugünlerde vefat ederse, yakında bulunmamız faydalı olur... dedi. Karamanoğlu da casuslar yollayıp, Çelebi Sultan'ın hakikaten hasta olduğunu öğrenmişti. Padişah, ordusunun başında olmayınca, Osmanlıları kolayca yenebileceği zannına kapıldı. Askerlerini tedbirsizce, dağdan indirmeye başladı... İşte bu kargaşalık sırasında, Anadolu Beylerbeyi Bayezid Paşa Karamanlıları bastırdı. Askerlerini dağıttı. Mehmet bey ve oğlu Mustafa'yı esir aldı. İkisi de elleri bağlı, Çelebi Sultan Mehmed Han'ın huzuruna getirildiler. Padişah bu iki Osmanlı hasetçisini görünce, dillere destan nezaketini gene de esirgemedi: - Ey Karamanoğlu, şimdi biz seni neyleyelim?... dedi. - Bâki ferman efendimizindir, Sultanım... - Üstelik, öz halamızın oğlusun!... - Kerem eyle Sultanım... - Yaptıkların arasında en çok neye üzüldük bilir misin? - Merhamet eyle Sultanım!... - Bir müslüman, öz dayısının kabrini nasıl yakar?... Ceddi Mübarekimiz, Yıldırım Hân'ın merkadinden ne istersin?... - Affeyle Sultanım. Hakikaten Çelebi Mehmet babasının kabrini yakan, Karamanoğlu'nu bir türlü anlayamamış ve affedememişti... Fakat koskoca bir devlet beyinin böyle yalvarması; zaten merhamet dolu kalbini yumuşatmak üzereydi. Ama biraz daha içini boşaltmak istiyordu: - Bu nice haldir ki, tarafımızdan iyi yüz gösterildikçe, sizin canipten daima hainlik gelir?... -Hata ettik Sultanım. - Revâ mıdır ki, biz Rumelide kâfir ile cihad eyler iken; siz bizim evlâd-ü iyalemizi tâciz edesiniz?... - Suçluyuz Padişahım, lâkin sizin merhametiniz bizim suçumuzdan da ziyade derler... - Bizler (ilây-ı Kelimetullah) için gazâ eyler iken, siz düşmanlarımızla ittifak edesiniz!... - Hatalıyız Sultanım. - Ve dahi Romadaki Rim-PAPA ile anlaştığınızı işitmişiz!. - Gayrı cezamıza razıyız... - Bir Müslümana karşı Hıristiyanlarla ittifak helal midir?- Ettiğimiz günahları, yüzümüze vurma Sultanım... - Ya edecekleriniz?... Eyleyecekleriniz?.. - Etmeyiz Sultanım, bir dahi eylemeyiz. - Sizlere nasıl güvenilir ki?.. Sırtımızı dönünce, sözünüzden döner durursunuz! Çaresiz kalan Karamanoğlu bu sırada, elini şişkince göğsüne bastırdı ve yerlere kadar eğilerek:- Bu can, bu bedende sağ kaldıkça; bir dahi sadakattan ayrılmayacağıma yemin ederim, billah ederim Sultanım... diye ağır yeminler etti.Çelebi Sultan I. Mehmet Han bu ısrarlı yeminler karşısında Karamanoğullarını bir daha affetti. Üstelik Konya ve havalisini, tekrar kendilerine bıraktı... İkisi birden:- Çok lütufkârsınız... Padişahımız, Sultanımızsınız...Diyerek hörmetle huzurdan ayrıldılar. Tabib Mevlâna Sinan'ın teşhisi doğru çıkmış, Karamanlıların yakalanmasına çok sevinen Padişahın hastalığı geçmişti. Mevlâna Sinan'a (Hekimbaşı)lık, Karamanlıları yakalayan Bâyezid Paşaya da (Vezirlik) pâyeleri verildi. Bir müddet sonra Karamanoğlu Mehmet Bey, ordugâhtan epeyce uzaklaşmış bulunuyordu. Sağına soluna bakındı. Kimsenin görmediğine kanaat getirince, koynunda kıpırdayan güvercini çıkarıp boğdu.. Böylece, bedenindeki canı-sözde!- öldürmüş oldu.. Artık ettiği yemini, tutmasına gerek kalmadığını anlatmak istiyordu.. Merakla seyreden adamlarına: - Benim Osmanoğlu ile düşmanlığım, kıyamete değin sürer... diye homurdandı.Bu sözleri Çelebi Sultan'a nakledilince:- Gayrı kendisini Yerin-Göğün tek sahibi ALLAH'a havale ediyorum... Güzel Allah'ım nasıl dilerse öyle yapsın... demekten kendini alamadı.Hakikaten çok geçmeden Karamanoğlu, bir top güllesiyle parçalandı... Ettiklerinin cezasını çekmeye gitti.
Alıntı: http://www.turksultans.com/ghikaye.php?id=7

Somuncu Baba

Hamîdüddîn, Bursa'da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; "Somun! Müminler somun!" diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya "Somuncu Baba" der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba'nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civârında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hamîdüddîn hazretleri durumunu Bursa'da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti. Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa'da Ulu Câmiyi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba temin etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cumâ günü açılış merâsimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh YıldırımBâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmiyi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan'a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; "Sultânım! Zamânın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât şu kimsedir." diyerek, Somuncu Baba'yı gösterdi. "Şöhret âfettir." hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan'ın yanına gelince; "Ey Emîr'im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?" dedi. O da; "Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım." cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba'nın hutbesini merakla bekliyordu. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamâna kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, bundan sonra Somuncu Baba'nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım." buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; "Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha'nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi." demekten kendini alamadı. Cumâ namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba'nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Somuncu Baba hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben Somuncu Baba'nın elini öpmekle şereflendim." diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü. Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî'ye, Molla Fenârî; "Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat bâzı anlıyamadığım yerler vardı. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum." dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba'ya; "Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum." deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî'nin, Somuncu Baba'dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mûteber bir tefsîr olduğunu söylemişlerdir. Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; "Sırrımız fâş olup, herkes tarafından anlaşıldı." diyerek, Bursa'dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden, Gavas Paşa Medresesinden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba'nın Bursa'yı terketmekte olduğunu işiten MollaFenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa'da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa'ya yönünü dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa'da bu çınarın bulunduğu bölgeye "Duâ çınarı" denildi.
Alıntı: http://www.turksultans.com/ghikaye.php?id=2

Nalıncı Baba

Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. .....
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar;
- Kimdir bu? Ahali:
- Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhuşun biri işte!..
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz. Bir başkası tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar Çarsısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine..Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah yolunu keser:
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlasak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya’dan Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden...
- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. ..... Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... ..... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı İlmihal. Hucceti islam okurdum...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe’yi görmeli...
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya... Hatta bir gün;
- Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
Allahü tealanın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed’e, halifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana... Bir seher vakti gözyaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.
İşte NALINCI BABA o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendi’dir. Bergama’lıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, içine bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı’nda, Cibali Tütün Fabrikası’nın arkasında, Harabzade Camii karşısındadır.
Alıntı: http://www.turksultans.com/ghikaye.php?id=1

Yıldırım Bayezid ve Korkusuz Jan


Yıldırım Bâyezid kahraman oğlu kahramandı. Koç burunlu, heybetli, cesur ve dirâyetli bir padişahtı. Cennetlik babası Murad Han ile birlikte, Kosova'da verdikleri dersi, Avrupa Kralları bir türlü unutamamışlardı. Müslüman-Türk'leri Avrupa'dan çıkarmak için, bütün devletler birleştiler. Osmanlıları yendikten sonra, Müslümanların elindeki Kudüs şehrini de zapt etmeyi düşünüyorlardı. Bu sebeple büyük bir Haçlı Ordusu kurdular... Fransa Krallığı, İngiltere Krallığı, Almanya İmparatorluğu, Macaristan Krallığı, Venedik Cumhuriyeti, Lehistan Krallığı, Papalık ile Kastilya ve Aragon Krallıkları, Rodos Şövalyeleri ve Eflak Prensliği, bu iş için anlaştılar. Bunlardan başka Norveç ve İskoçya Krallıkları ile Töton Şövalyeleri ve küçük İtalyan devletleri de, büyük! Haçlı Ordusuna katılmışlardı. Başkomutanları Macaristan Kralı Sigismund idi. Fransızlara, meşhur "Korkusuz Jan" kumanda ediyordu. Onun emrinde Fransa Genel Kurmay Başkanı Kont Filip ile Mareşal Busikolt, Amiral Wien, Kont Burbon, İngiltere Prensi Henry, Prens Engerrand bulunuyorlardı. Töton Şövalyeleri, Avrupa'nın en savaşçı askerleri idiler. Onların da başında, Hohenzolern Prensi Friderih vardı. Rodos Şövalyelerinin komutanı, amansız Türk düşmanı Noyak idi. Haçlıların Harp Meclisi, Budapeşte'de toplandı. Kral Sigismund reis idi. Söze kendisi başladı. - Aziz Krallar, Kontlar, Prensler, Şövalyeler, Dükler, Senyörler!... Burada mukaddes davamız için toplanmış bulunuyoruz. Barbar Türkleri Avrupa'dan kovmak(!) için siz asil efendiler, Muhterem Papa hazretlerinin dâvetine icabet ettiğiniz için, teşekkürlerimi lütfen kabul ediniz... - Hurraa!... Hurraaaaa!... - Yeniçerileri, Güzel Avrupa'mızdan kovduktan sonra, asıl hedefimize yönelebiliriz... - Tabii.. Tabii.. Yöneleceğiz. - Evet ancak barbar(!) Türkleri yendikten sonra, mukaddes Kudüs'ü geri alabiliriz... Ancak onları tepeledikten sonra, altınlar işlenmiş Meryem Ana flâmaları, Kudüs sokaklarında dolaşacaktır. - Savaşa ne zaman başlıyoruz Kral Hazretleri? Bu suali soran (Korkusuz Jan) idi. Sigismund cevap verdi:- Ben de sizlere onu soracaktım.. Savaş için, neler düşünüyorsunuz? Türkleri yenmek için, neler plânladınız? Mareşal Busikolt, gururla başını kaldırdı: - Sayın Krallar, Prensler, Şövalyeler!... Zaferi kazanmanın tek yolu vardır: Hücum etmek. Türklere derhal saldırmalıyız... - Mareşal Hazreleri siz acaba hiç Osmanlılarla savaştınız mı? Kendilerini tanır mısınız? Mareşal omuz silkti: - Hayır, o barbarlarla hiç savaşmadım! - Belli oluyor... Siz, Türk kılıçlarıyla hiç karşılaşmamışsınız! - Sözlerinize dikkat ediniz Aziz Prens.. Memleketim olan Fransa'da bu mukaddes sefer için, o kadar çok gönüllü çıktı ki, aralarında yarışma yapılması icabetti. Ancak en ünlü 1000 Şövalye ve 1000 subay, bu şerefe nail olabildiler.. Onların karşısında hangi asker dayanabilir? Rodos Şövalyelerinden Noyak lafa karıştı: - Saldıracak mıyız, bekleyecek miyiz? Kral Sigismund hatırlattı:-Türkleri yakından tanıyan, onları savaşta gören, bizden başka kimse yok.. Bizim fikrimiz, onları burada beklemektir. Korkusuz Jan alay etti: - Kral Hazretleri korkuyorlar mı yoksa? Hohenzolern Prensi Frederih de ona katıldı. - Herhalde endişeleri olsa gerek! Sigismund öfkelendi: - Sizlerle savaştan sonra görüşürüz, tabii sağ kalanlarınızla... Türk ordusunu yenmek için, mümkün olduğu kadar yormanız şarttır. Onlardan korkmuyorum, sizin yanlış hareket etmenizden korkuyorum. Eğer onlara saldıracak olursak aksine biz yorulmuş oluruz. Fransız Genelkurmay Başkanı Kont Filip itiraz etti: - Bu muhteşem kuvvet, Avrupa'nın hatta dünyanın çıkarabileceği, en kudretli ordudur. Yorulması ve yıpranması düşünülemez! İlk saldırı, mutlaka tarafımızdan yapılmalıdır. Türkleri bulundukları yerde imha edip, kutsal Kudüs'ü kurtarmalıyız. - Asil efendiler!... Unutuyorsunuz galiba... Karşınızdaki Osmanlı Hakanı'nın bir adı da: (YILDIRIM)'dır. Onu, herhangi bir yerde bastırmak mümkün değildir. Bu hakikati lütfen kabul buyurunuz.Rodos Şövalyeleri açıkça alaya başladılar: - Yıldırım sizi çarpmışa benzer Aziz Kral! Hemen (Hücum) emri vermeniz gerekli. Aksi takdirde, muhteşem birliğimiz bozulma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Çünkü asil Şövalyelerim, icabederse yalnız başlarına, Türklere saldırmak için sabırsızlanıyorlar. Korkarım sizin başkomutanlığınızı da kabul etmeyeceklerdir. Kral Sigismund, bu itiraz ve alaylar karşısında, mecburen (Hareket) emri verdi. Bütün Hristiyanlar, Müslüman- Türk topraklarına saldırdılar. Haçlı ordusu, iki koldan Osmanlı ülkesine girdi. Bir kola Kral Sigismund, ötekine de Korkusuz Jan kumanda ediyorlardı. Demirkapı ve Vidin'den, Haçlı askerleri Tuna nehrini geçtiler. Bu geçiş, günlerce devam etti. Girdikleri şehirlerde o kadar vahşet ve ahlaksızlık yaptılar ki, kendileri bile iğrendiler. Vidin'de bulunan bir manga Osmanlı askerini, en hain işkencelerle şehid ettiler. Bu kahramanlıklarından dolayı, 300 Fransız generaline (Şövalyelik ünvanı) verildi. 10 Eylül 1396 akşamı, NİĞBOLU kalesini çepeçevre kuşattılar. Niğbolu'da bir Türk Garnizonu vardı. Yaşayanların çoğu Müslüman ve Türk'tü. Başlarında DOĞAN BEY, Yıldırım'ın kahraman babasından kalma çok kıymetli bir komutandı. Hemen kaleye kapandılar. Surları tamir ve nöbetçileri takviye ettiler. Kaledekiler evvel ALLAH sonra DOĞAN BEY'e, sonuna kadar güveniyorlardı. Haçlı ordusu 130.000 kişilik muazzam bir kuvvetti.. Fakat Doğan Bey, bu süslü ve kibirli kalabalıktan korkmuyordu. Yalnız Hünkârdan haber alamamıştı. Ona üzülüyordu... Acaba Büyük Osmanlı Hâkânı Yıldırım Bâyezid Han Hazretleri, şu anda kendisinin ne yapmasını isterdi? Her gece, kale surlarını dolaşır; gözleri uzaklarda bir haber, bir haberci bekler dururdu... Kuşatmanın 7. günü, yatsı namazını kılmış; surları teftişe çıkmıştı. Gözleri, kulakları ve kalbi doğudaydı. Bir ses, bir ışık bekliyorlardı. Dudaklarında mukaddes Ayetel Kürsi.. Henüz tamamlanmamıştı ki, sanki göklerden bir ses gürledi. - Bre DOĞAANN!...Kulaklarını temizledi, gözlerini uğuşturdu. (Hey Yüce Allah'ım, inanabilir miyim?..) - Bre DOĞAN nicesin?... Evet evet, rüya görmüyordu. Bu ses Hünkârın öz sesi idi. O'nun tam erkek sesi idi.. (Ama nasıl olabilir?... Aşağıda 130.000 çift göz ve kulak, düşmanca O'nu bekliyordu. Onları nasıl geçebilir?) diye şaşkınlığı sürerken, Yıldırım üçüncü defa parladı: - Bre DOĞAN!.. Ses ver. Ölü müsün? Doğan Bey surlardan aşağı, yarı beline kadar sarktı. Aman Allah'ım!... Beyaz Küheylan üzerindeki, YILDIRIM'ın tâ kendisi idi. Duaları kabul olmuştu. Bütün yüreği ile seslendi:- Emreyle Hünkârım!...-Nicesin? Askerin, erzakın nicedir? - Evvel Allah sonra Senin sayende, herşeyimiz tamamdır, Sultanım.- Bu kefere sürüsünü, bir hafta oyalayabilir misin? - Seni dünya gözüyle gördükten sonra, bir hafta değil; bin yıl bile buradayım Sultanım! Bu kafir haçlılar için kaygılanma. Yerlerinden bile kımıldayamazlar. - Kal sağlıcakla Doğanım.. İNŞALLAH tez günde görüşürüz. - Muhafaza melekleri yoldaşın olsun Padişahım. Yüce Allahım, seni bize bağışlasın. O arada düşman saflarında çeşitli dedikodular yayılmıştı. -Osmanlı Padişahı, Niğbolu kalesine gelmiş, Doğan Bey'le konuşmuş!... - Türk Hakanı 3 aylık yolda İstanbul'u kuşatmış, fethine hayal edermiş!... - Bâyezid, Haçlıların kuvvetini öğrenmiş. Memleketi koruyamayacağını anlayınca, Kahire'ye gitmiş... Memluk Sultanından yardım istemiş!... - "Sultan Bâyezid Yıldırım hızıyla Niğbolu'ya yaklaşıyormuş..." Son haberi getiren 3 önce asker cezalandırıldı. Mareşal Busikolt onların kulaklarını kestirdi. "Yanlış haberler işiten kulaklara ihtiyaç yoktur!.." Böylece hırsını o üç zavallıdan almıştı. Gerçekten Müslüman - Türk ordusu, Niğbolu yakınlarındaydı. Çünkü Doğan Bey, Osmanlılara gereken zamanı kazandırmıştı... 25Eylül 1396 sabahı, iki ordu karşı karşıya geldiler. Birleşik Haçlılar 130.000, Türkler ise 50.000 Gâzi idiler. Yıldırım Bâyezid'in emrinde Şehzadeler ile Sadrazam ve Paşa Yiğit bey, Evrenos Bey, Firuz Bey, Umur Bey gibi gözüpek Akıncılar da bulunuyordu. Osmanlı Hakanı 36, Sigismund 28 yaşında idiler. Türk ordusu muharebeye her zamanki gibi, HİLAL şeklinde başladı... Haçlılar sol tarafa saldırdılar. Şehzade Mustafa kuvvetlerini yardıklarını zanneden düşman, hilalin tam ortasına düştü... İşte o zaman dünyanın en süratli Başbuğu buyruk verdi:- Ya ALLAH!... Bismillah!... Allahü Ekber!... Akıncılar ve Yeniçeriler, hilalin iki ucunu, yıldırım gibi kapattılar. Haçlı sürüsünden 100.000 korkak, ya Osmanlı kılıcı altında veya Tuna nehrinde boğularak can verdi. Esirler arasında, Fransa Kralının amca oğlu Korkusuz Jan, Mareşal Busikolt ve sonradan İngiltere Kralı olacak 4. Henri bulunuyorlardı. Yıldırım Bâyezid, doğan Bey, bütün Gâziler, Niğbolu Camiinde şükür namazı kıldılar... Bu büyük zaferi kendilerine kazandıran, Yüce Allah'a hamd ettiler... Osmanlı Sultanı, iki yıl sonra (Korkusuz) Jan'ı serbest bıraktı. Ayrılırken ona şunları söyledi: - Bize karşı, bir daha silah kullanmayacağına dair ettiğin yemini, sana bağışlıyorum... Tam aksine, bütün kâfir kuvvetlerini topla, tekrar gel... Tekrar gel ki yeni zaferler kazanmamıza imkân hazırla...
Alıntı: http://www.turksultans.com/ghikaye.php?id=6

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Bir kişi bile olsa yeter

Mavi Kelebeğin İzinde (11 Temmuz 2008)



TRT'de INT ve TRT TÜRK'de 11 Temmuz 2008'de 26 saat süreyle yayınlanan yayın, Bosna'da, Srebrenitsa'da soykırıma uğrayan Boşnaklarla ilgili bir canlı yayın idi. Yayın gördüğü ilgi üzerine Mavi Kelebeğin İzindeydik adıyla bir program daha yayınlandı, bu program TRT 2'de de gösterildi. Sırp kasabı Karacic'in yakalanmasına vesile oldu.
Mavi Kelebeğin İzindeydik yayını ile ilgili olarak internet aramalarında;
mavi kelebeğin izinde 19.800
mavi kelebeğin peşinde 64.200
mavi kelebeğin izinde müziği 8.090
mavi kelebeğin izinde belgeseli 4050
mavi kelebeğin izinden 88.300
sonuç ortaya çıkmıştır.
TRT bu kadar uzun süreli bir yayını ilk defa gerçekleştiriyordu. Yapımcılığını Metin Edirneli , Bosna'daki yayının sorumlusu Ersin Küçükbarak, genel koordinasyonu TRT Yurtdışı Yayınlar Müdürlüğü gerçekleştirdi.
Diğer Mavi Kelebeğin İzinde videoları ve program kesitleri için: http://video.google.com/videoplay?docid=-2501337687211101316

Timur'un başarılarının sırrı

İlim adamlarına saygı gösteren, onları koruyan Emir Timur, Teftâzânî gibi büyük âlimleri meclisinde bulundurur, nasihatlerini dinlerdi. Âlimlere karşı o kadar saygısı vardı ki; Buhara caddesinden geçerken Muhammed Behâeddîn Buhârî (kuddise sirruh) hânekâhının halılarının silkildiğini öğrenince, İslâmiyete olan sevgi ve saygısının çokluğundan oraya yaklaşıp, tozları yüzüne sürerek bu bağlılığı belirttiği rivâyet edilmektedir. Devrinde yaşayan İslâm âlimlerinin yanında, daha önce yaşamış olanlara karşı da hürmette kusur etmez, onların türbelerini yaptırırdı. Ahmed Yesevî hazretleri bunlardan biridir.Zamânında Fadlullah-ı Hurûfî tarafından kurulan ve “Hurûfîlik” adı verilen fırka mensupları yayılmaya başladı. Kendisini tanrı îlân ederek bütün dinleri reddeden, kitaplarında dinsizlik ve ahlâksızlıkları anlatan Fadlullah’ı, Emir Timur, oğlu Miranşah’a emir vererek 1393’te öldürttü. Tekkelerini dağıttı. İslâm ülkelerindeki bu kişilerin çoğunu temizledi. Emir Timur, Hurûfî adındaki din düşmanlarının yayılmasını önlediği için Hurûfî tarikatının müritleri, Emir Timur'u sevmez, onu hep kötülerler.Yirmi yedi ülkenin hakanı olan Timur Han, başarılarının sırrını 12 maddede toplamış ve bunlara, oğullarının da uyması vasiyetiyle eserinde şöyle belirtmiştir:1. Allahü teâlânın dînini ve hazret-i Muhammed’in şerîatini dünyâya yaymayı esas edindim. Her zaman her yerde İslâmiyeti tuttum.2. Etrâfımda olan adamları 12’ye ayırdım. Gerek ülkelerin fethi ve gerekse fethettiğim ülkeleri idârede bunların bâzısı bana kolları, bâzıları meşveretleriyle yardım ettiler. Bunların ikbâlinin artması için istihdam ettim. Bunlar sarayımın süsüydüler.3. Düşman ordularını mağlup ve eyâletler feth etmekte âlimler ve emirlerle istişâre ettim. Hükümet idâresinde yumuşaklık, insâniyet ve sabırla hareket ettim. Hiç meşgul olmuyor gibi görünürken her şeyi basîretim altında bulundurdum.4. Hükümet idâresinde kânunlara riâyet ve intizam o dereceydi ki vezirler, emirler, askerler ve halk bir üst sınıfa çıkmak için can atar halde değildi. Her biri bulunduğu sınıftan memnun olarak vazifesini yapardı.5. Zâbit ve askerlerime cesâret vermek için altın ve cevâhir sarfından çekinmedim. Onları soframa oturttum. Böyle kıymetli bâzûların ve cengaverlerimin yardımıyla yirmi yedi imparatorluğun hükümdârı oldum.6. Adâlet ve tarafsızlıkla Allah kullarının hep iyiliğini istedim ve onların teveccühünü kazandım.7. Seyyidlere, ulemâya, fukahâya ve târihçilere mümtaz muâmele ettim. İyi ve cesur adamlar (Çünkü Allah böylelerini sever) benim dostlarımdı. Ulemâyla sıkı münâsebette bulundum. Bunlarla istişare ettim. Bunların hayır duâları bana zaferler temin etti. Derviş ve fakihleri himâye ettim. Bunlara zerre kadar fenâlık etmemeye uğraştım ve hiçbir taleplerini reddetmedim. Başkası aleyhinde söyleyenleri sarayımdan kovdum. Bunların sözlerine ve iftiralarına hiç ehemmiyet vermedim.8. Her teşebbüsümü başarmakta sebatkâr idim. Bir projeyi bir kere kabul ettim mi artık bütün zihnim onunla meşgul olurdu. Onu muvaffakiyetle başarmadıkça aslâ terk etmedim. Hiçbir vakit hâlim (davranışlarım), kâlime (söylediğim sözlere) aykırı olmadı.9. Halkın hâline vâkıf idim. Büyüklere kardeşim, küçüklere çocuklarım gibi muâmele ettim. Her eyâlet ve her şehrin ahâlisinin durumuna ve seciyesine göre âdetler edindim.10. Bir kabîle veya bir Arap, bir Acem göçebesi bayrağım altına girmeği dileyince beylerini şerefle, diğer adamlarını mevkilerine göre îtibârla kabul ettim. İyilere iyilikle muâmele ettim ve kötülere fenâlıklarını iâde eyledim.11. Oğul, torun, dost, müttefik benimle bağlantısı olan herkes iyiliğimden nasibdâr oldu. İkbal ve saâdetimin parlaklığı ve yüksekliği hiç kimseyi unutmaya sebep olmadı.12. Gerek leh, gerek aleyhte hareket etsinler, her zaman askerlere hürmet ettim. Sürekli bir saâdeti, çabucak kayboluveren şeye üstün tutan adamlara teşekkür etmek borçtur. Onlar cihâda koşuyor ve hayatlarını fedâ ediyorlar.Timur Han, kânunlaştırdığı bu düsturlar yanında, savaş tekniklerinin de tam bir ustasıydı. Düşmanlarının siyâsî, iktisâdî ve askerî zayıflıklarını iyi bilir ve bunlardan istifâde ederdi. Bir sefere girişmeden önce, düşman ülkeye câsuslar göndererek, onları içten zayıflatmaya çalışırdı. Savaş esnâsında başarıya ulaşmak için hareketlilik ve şaşırtmaca gibi pek çok harp hilesine başvururdu.Böylece her türlü maddî ve mânevî hasletlere sâhip olan Timur Han, Türk târihinin ender yetiştirdiği devlet adamlarından biridir. Bugün bâzı yazarlar devrin sosyal, kültürel ve siyâsî cephesi üzerinde hiç durmadan, onun Altınordu ve Anadolu seferlerini bahâne ederek, bu büyük hâkana akıl almaz iftirâ ve karalamalarda bulunmaktadırlar.Oysa; “Biz ki, Mülûk-ı Tûrân, Emîr-i Türkistânız!”, “Biz ki Türkoğlu Türküz!”, “‘Biz ki milletlerin en kadîmi ve en ulusu Türkün başbuğuyuz!” diyen Emir Timur, Çingis Kağan'ın ailesine olan saygısından dolayı hiçbir zaman "kağan" ya da "han" ünvanlarını kullanmamıştır. Yasalarında da Çingis Yasaları'nı uygulamaya çalışmıştır...

Emir Timur Hakkında Rivayetler



Cihangir Emir Timur, uzun seferlerinden birinde Türkistan'a da uğramış.
Durduğu yer Yesi köyü olup orada Ahmet Yesevi adlı şair ve fazıl bir kişi
yaşamış.

Emir Timur'un rüyasında oraya Hazreti Ahmet Ye-sevi için bir türbe
yaptırışı ayan olmuş. Hükümdar, seferini erteleyip türbe yaptırmaya karar
vermiş. Tür-benin planı çizilip yapılmasına başlanmış. Bir günde epey iş
yapılmasından memnun olan Emir Timur kendi karargahına girmiş.

Ertesi gün, erkenden inşaat başına gelen işçiler inşaatın bozulduğunu
görmüşler. Derhal Emir Timur'a haber vermişler. Cihangir, in-şaata gelip
onun bozulup yıkıldığını görmüş. Neden böyle olduğunu hiç kimse
açıklayamamış. Hü-kümdarın emriyle yapım işi süratle devam ettirilmiş.

Akşam karanlık olunca herkes çadırlarına dönmüş. Er-tesi gün, erkenden
gelen işçiler inşaatın yine çök-tüğünü görüp şaşırmışlar. Çabucak Emir
Timur'a haber verilmiş. Hükümdar hemen inşaatın başına gelip yıkıldığını
görünce şaşırmış. "Yaptığım iş ya-ratan Tanrıma makul gelmedi mi", diye
düşünmüş. Sonra, "Haydi, bugün de çalışalım, sabah acaba ne olur?" diye
düşünüp inşaatın başlanmasını emretmiş.

Herkes işe girişip binayı yükseltmeye başlamışlar. Yine akşam olunca
herkes kendi çadırına gitmiş. Er-tesi gün gelip baktıklarında binanın yine
bo-zulduğunu görmüşler. O zaman Timur: "İşi devam ettirin, gece beş on
kişiyi bekçi olarak bırakın" diye emretmiş. Akşam olup karanlık düşünce,
herkes ça-dırlarına gitmiş. Kalan bekçiler kirpiklerini bile kırp-madan
otururlarken, gece yarısı heybetli bir öküz

gelip yapıyı bozmaya başlamış. Bekçiler, ne olacak diye beklerken
gayibden: "Ahmed Yesevi'nin yeğeni Zenci Baba'nın doğduğu çağda, 'Yeğenime
benden önce türbe yapın' diye vasiyet edin" diyen ses gelmiş. Bekçibaşı
Emir Timur'un huzuruna varıp olanları an-latmış. Cihangir: "E, demek durum
böyleymiş" diyip Ahmed Yesevi'nin türbesini durdurup Zenci Baba adına
türbe yapımım başlatmış. Türkistan'ın ara-sından tâ Zenci Baba türbesine
kadar insanlar sıra olup kerpiçleri elden ele uzatmışlar.

Zenci Baba adına kurulan türbe bitince, Ahmed Yesevi'nin türbesini yapmaya
başlamışlar. Her iki türbe bitip gönlü ra-hatlayan Emir Timur sefere
çıkmış. Bu cihangir, uzun sefere çıkınca Ahmed Yesevi türbesini ziyaret
edermiş. Türkistan'a gidip Ahmed Yesevi'nin tür-besinde bir gece kalıp
Zenci Baba'nın türbesini ziyaret edip sonra sefere çıkarmış


Emir Timur'un iki gözü pek keskinmiş. Savaşta, mücadelede kılıcı, ok ve
yayı iş yapsa, teke tek gelince gözü öldürürmüş. Onun için düşmanları
arasında sa-vaşta ok, yay alsın, kılıç anına rastlasın, Cihangirin
gö-zünden Allah saklasın, şeklindeki söz dolaşırmış.
Sahibkıran göz ucuyla bakma ile yanındaki in-sanların aklını alsa, dik
bakmakla onu ecelsiz öl-dürürmüş.

Bu sebepten dolayı kimse, o komutan mı, ça-lışan mı, genç mi ya da yaşlı
mı, o kişinin gözlerine dik bakamazmış. Bir gün şöyle bir olay olmuş.
Sahibkıran bir memlekete gidip büyük orduyu yenip, o yeri sa-hiplenmiş.
Yenilip teslim olan yurdun sultanı da mert, cesur, korkmaz imiş, ama
ordusundan hainler çıkıp, ye-nilip teslim olduğunu da bilmemiş.

Teslim olan sultanın da gözü keskin olup baktığını yıkarmış. Yeşeren ağaca
baksa onu kurutur, sudaki balığa baksa onu cansız kı-larmış. Kısaca, onun
gözüne bir çok insan, hayvan, canlı dayanamaz, derhal mahvolup düşermiş.
Sultan, kılıç ve yay ile yenemeyip esir olduğu kişiyi gözü yar-dımıyla
yenmeye ahdetmiş. Esir alan kişilere:

-Beni Alempenah Timur'la karşı karşıya getirin, ona söyleyecek iki üç
önemli sözüm var, demiş. Bu sözü Sahibkıran'a iletmişler, o:
-Getiriniz! diye emdetmiş. Yenilen sultanı Sa-hibkıran'la karşı karşıya
getirmişler. Sultan Timur'a öyle

bir bakmış ki, Sahibhran donup kalmış. Sultan tekrar tek-rar dimdik
bakmış. Sahibhran aynı şekilde donakalmış. Sonra da Emir Timur sultana
bakmış. Bir kere bakınca sultanın vücudunu ateş basmış. İkinci bakışında
nefes alışı zorlaşıp yerinde oturakalmış. Üçüncü kere bakmış, esir sultan
aklını kaybedip mahvolmuş, üstündeki gi-yecekleri yanmaya başlamış. O
zaman Sahibhran:

-Bunun üstüne kovayla su dökün, saraydan çıkarıp havuza atın. Üstündekiler
sönse de hâlâ vücudu yan makta, demiş.

Hazretin söylediğini yapmışlar.

...İmiş ki, Emir Timur cihanın yarısını zaptedip, uzaktaki orman
kabilelerine ulaşmış, kısacası, onları da emri altına almış. Kayzer ve
askeri, özgür olan bu ka-bilenin başı çaresizlikten dolayı Timur'a
silahlarını tes-lim edip aşağıdaki sözleri söylemiş:
-Ey Emir! Sen bizi silah gücüyle yendin. Fakat sana şartlarımız var. Eğer
kasapsan bizi soyup at, eğer tüccarsan sat, eğer padişah olarak geldiysen,
bize şans ver.