28 Ağustos 2015 Cuma

KASTAMONU KALESİNİN ULUBATLISI YUNUS MÜREBBİ / BAYRAKLI SULTAN

KASTAMONU KALESİNİN ULUBATLISI YUNUS MÜREBBİ
Yıl 1204 Yer Kastamonu Kalesinin önü.Kalede Bizanslılar ovada Çobanoğlu Hüsamettin Beyin askerleri bulunmakta.
Karaçomak Deresinin iki yanına kurulmuş yüzlerce çadırda, binlerce asker yeni bir güne uyanıyorlar.
Ilgaz Dağının karlı tepesi aydınlanmamış, gün henüz ağarmamışken, sabah ezanı okunmaya başlıyor. Çadırlarından bir bir çıkan yiğitler derede sakin ve tevekkül içinde abdest alıyor. Ordunun tam ortasında bulunan büyük otağın perdesi aralanıyor. Üzerinde kefen niyetine giydiği bembeyaz elbisesiyle Türkmen lideri Hüsamettin Çoban Bey çadırından çıkıyor. Canının sıkkın olduğu yüzünden belli. Atabey ovaya yayılmış askerlerine bir baba şefkatiyle bakarken yüzüne bir hüzün çöktü. Ilgaz’ın üstünden doğan güneşi şu abdest alan askerlerinden kim bilir kaçı bir daha hiç göremeyeceklerdi.
Türkmen sipahileri günlerden beri kaleye hücum etmelerine rağmen değil kaleyi almak yaklaşamıyorlardı bile.
Hüsamettin Çoban Bey her akşam toprağa verdiği şehitlerinin cenaze namazlarında dimdik ve vakur dursa da, akşam çadırına çekildiğinde bu şehitleri için öksüzleri için sessiz sessiz ağlıyordu. Bu kale alınmalıydı bu şehitlerin akan kanı boşa gitmemeliydi.

Yunus Mürebbi bir nalbant çırağıydı. Cephe gerisinde görev yapan daha bıyıkları bile terlememiş bir delikanlıydı.
Günlerden cumaydı.
Hüsamettin Çoban Bey komutanlarıyla toplantı halindeydi. Kalenin fethedilmesi için planlar yapılıyor hararetli konuşmalar oluyordu. Birden çadırın perdesi açıldı.
Yunus Mürebbi içeri girerken koskoca komutanlar şaşkınlıkla birbirlerine bakakaldılar.
Kimdi bu haddini bilmeyen genç, hangi cüretle kumandan çadırına girebiliyordu.
“—Beyim! Ata Beyim! Destur almadan başbuğun yanına girmek bize yakışmaz ama çok önemli. Bu günkü hücumda ordunun bayraktarlığını bana bağışlayın.
Çadıra destursuz dalan bu genci iyi bir azarlamak üzereyken söyledikleri karşısında ister istemez gülümsedi.
—Hey bre deli oğlan kimsin ne iş yaparsın sen.
—Nalbant çırağıyım Beyim! Ata Beyim! Adım Yunus’dur.Mürebbilerin Yunus.
Savaş meydanlarının koca kumandanı, Türkmen Sipahilerinin efsanevi lideri, Ata beyi
—Var git evlat, senin bu yaşta askere bile alınmamam gerekti. Ben sana o görevi vermem, veremem.
Yunus Mürebbi bir deli oğlan. Bir nalbant çırağı, bıyığı terlememiş bir delikanlı. Büyüklerinin gözüne bakamayan mahcup delikanlı. Elini önünde bağlamış beklemekte.
Ordudaki herkes bilirdi ki Atabeyin bu sözünün üstüne söz edilmezdi. Susulur emre uyulurdu.
Ama öyle olmadı.
O delikanlı gözlerini Atabeyinin, Başbuğunun gözlerine dikerek bana bu görevi siz değil başkası verdi.
Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Atabey Hüsamettin artık kızmaya başlamıştı.
—Kim verdi bu görevi sana dedi.
—Ata Beyim! Bu gece rüyamda Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’ i görmekle şereflendim! Yarın bana kavuşacaksın Yunus! Fakat elinde bayrakla gel! Buyurdu...
“Kaleye o gün daha farklı bir hücum başladı. Bayraktar olarak en önde bir delikanlı gidiyordu. Belinde urganı elinde kılıç burçların altına kadar gelmişlerdi bile.
Deli Sungur, Derviş Musa ve Kara duran Beyler; sancağı taşıyan Yunus Mürebbi’yi himaye etme gayretindeydiler. Çünkü bu gün zaferin geleceğini ve bu zaferi getirecek ilk hamlenin de bu yiğit çocuktan geleceğini biliyorlardı. Bu üç beyin sadaklarından çıkıp yaylara gerilen oklar, Yunus Mürebbi’yi hedef alan her Bizans askerini tek tek yere seriyordu. Bir ara, belindeki urganı surların tepesine ulaştırmaya muvaffak oldu Yunus Mürebbi... Ve sanki kuş olup kanatlanmışçasına, çok kısa bir süre içersinde surların sağ burcuna ulaştı. Sancağı çok büyük bir heyecanla dikti burcun tepesine... Artık, Hz. Peygamber (S.A.V.) in verdiği vazifeyi tamamlamış sayılırdı
“Elindeki kılıç ile hantal kale kapısının yağlı halatlarını kesti ve kapı açıldı. Açılan bu kapıdan Türk askerleri girerek kale fethedildi. Çobanoğlu Hüsameddin Bey, sağ burca geldiğinde bu genç yiğidin vücudunda pek çok ok olmasına rağmen sancağı dimdik tuttuğunu gördü. Yunus Mürebbi şehitlik makamına Peygamber efendimize kavuşmuştu.
Kaleye çıkarsanız sağ taraftaki burcun üstünde isimsiz bir mezar görürsünüz. Başında bir bayrak dalgalanır.
Derler ki bu mezar Kastamonu Kalesinin Ulubatlısı, Nalbant çırağı Yunus Mürebbi ‘ye aittir.
Bayraklı Sultan diye bilinse de hikâyesini bilen pek olmaz.
Ruhun şad olsun şehidim.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

HİNT FELSEFESİ

KURAL 1: “Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olanherkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.”
KURAL 2: “Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”
KURAL 3: “İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.”
KURAL 4: “Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.”

20 Ağustos 2015 Perşembe

Zor Seçim

* Okyanus ortasında zor seçim... Bir öğretmen, derslerinden birinde şu
hikayeyi anlatır: “Seyir halinde bir gemi… Yolcular, güverteye çıkmışlar
eğleniyorlardı… Ancak, işler her zaman yolunda gitmez!.. Gemi, aniden bir
kazaya uğradı ve denizin derinliklerine doğru batmaya başladı… Güvertedeki
yolcuların arasında evli bir çift bulunuyordu, korku içinde can havliyle
kurtarma botuna doğru koştular… Ancak botta sadece bir kişilik yer
kalmıştı… Adam, o an karısını ardında bırakarak botun içine atladı… Kadın,
güvertede yapayalnız kalmıştı… Gemi, neredeyse batmak üzereydi… Deniz,
kadını kendine çekiyordu… Kadın, bir yandan dalgalarla boğuşurken diğer
yandan eşine sesini duyurmak istiyordu… Söylemek istedikleri vardı…
Bağırmaya çabalıyordu…” Öğretmen, bu noktada sustu, hikayeye devam etmedi.
Sınıfa şu soruyu yöneltti: “Sizce, kadın ne söylemiş olabilir?” Herkes bir
şey söyledi. Kadının söylemiş olabileceği cümleyle ilgili tahminler
çoğunlukla şöyleydi: “Senden nefret ediyorum. Ne kadar da körmüşüm seni hiç
tanımamışım…” Aldığı cevaplar öğretmeni memnun etmedi… Öğretmenin dikkatini
bu süreç zarfında sessiz, sakin ve yorumsuz kalan bir erkek öğrenci çekti…
Ona doğru yöneldi, aklına gelen bir şey varsa söylemesini cevabını öğrenmek
istediğini söyledi. Çocuk bir süre sessizlik içinde kaldı ve sonra dedi ki:
“Öğretmenim, benim düşünceme göre kadın, kocasına ‘Çocuğumuza iyi bak, onu
koru kolla…’ diye bağırmıştır.” Öğretmen, hayret içerisinde kalmıştı,
öğrencisine sordu: “Sen, bu hikayeyi daha önceden duymuş muydun, biliyor
muydun?” Çocuk, kafasını salladı ve dedi: “Hayır, duymadım. Annem, hasta
olup bizi bu dünyada terk etmeden önce babama aynı bu sözcükleri
söylemişti.” Öğretmen hüzün dolu bir sesle dedi ki: “Evet, cevabın doğru…”
Sonra anlatmaya devam etti: “Gemi, giderek suların altına batıyor, denizin
derinliklerine doğru çekiliyordu… Adama gelince… Evine sağ salim ulaşır ve
tek başına kızını büyütür, yetiştirip eğitir.. Seneler geçer… Ve bir gün
adam karısına ulaşır… Bir gün, kızları babasının ardından kalan evrakları
düzenlerken hatıra defterini bulur… Ve anlar ki… Bu yolculuğa çıkmadan önce
annesi amansız bir hastalığa yakalanmıştı… fazla zamanı kalmamıştı… Ve
aslında o hassas anda, babası kızlarını büyütebilmek için hayatta kalma
umudu yakalamıştı… Babasının yazdıklarını okumayı sürdürür: ‘Aslında o
kadar can atıyordum ki okyanusun derinliğinde seninle birlikte olmak için…
Buna rağmen kızımızın uğruna, senin tek başına dalgalar arasında kaybolmana
razı oldum’…” HİKAYE, BÖYLECE SON BULUR… Sınıf, derin bir sessizlik
içindedir… Öğretmen, öğrencilerinin bu hikayenin içerdiği ahlaki dersi
almış olduklarını anlar… Ders, bu dünyadaki ‘hayır ve şer’le, ‘iyilik ve
kötülük’le ilgilidir… Her işin, her olayın, her durumun ötesinde; her
bağırışın, her sözün ardında bazen öyle karmaşık durumlar mevcuttur ki
onların idrak edilmesi çok zordur… Bu nedenledir ki asla yüzeysel
düşünmeyelim ve anlamadan, idrak etmeden kimseyi yargılamaya kalkmayalım…
Hesap ödeme konusunda hevesli olanlar; cepleri parayla dolu olduğu için
değil, dostluk ve arkadaşlığa paradan daha çok değer verdikleri için,
Çalışma hayatında her işi yapmak için istekli olanlar; ahmak oldukları için
değil sorumluluklarını iyi bildikleri için, Her kavga ve tartışmadan sonra
ağızlarını özür dilemek için açanlar, suçlu oldukları için değil sizi
gerçek dostu olarak gördükleri için, Size mesaj gönderenler, yapacak başka
işleri olmadığından değil sizin sevginizi kendi canlarında ve yüreklerinde
taşıdıkları için yaparlar... Gün gelecek hepimiz birbirimizden ayrılacağız…
Sohbetlerimizi, yürekten özleyeceğiz… Rüyalarımızı hatırlayacağız… Günler,
aylar, seneler birbiri ardına öyle büyük bir hızla geçer ki… Ve artık
geridekilerle hiçbir bağlantı kalmaz… Ve bir gün çocuklarımız bizim
resimlerimizi görüp soracaklar: “Kim bunlar?” Biz gözlerimizde saklı
gözyaşlarımızla, acı bir tebessümle onları kalbimizin en derinlerinde
hissederek diyeceğiz ki: “Onlar ki yaşamımın en güzel günlerini birlikte
geçirmiş olduğum insanlar…” *

19 Ağustos 2015 Çarşamba

ÜZERİNDEKİ DERVİŞ ELBİSESİNİ ÇIKARIN

KUŞ: “KOLUNU KIRMAYIN ÜZERİNDEKİ DERVİŞ ELBİSESİNİ ÇIKARIN” DİYOR.
BUGÜN DERVİŞ KILIĞINDA ARAMIZDA O KADAR ÇOK SAHTEKAR VAR Kİ, HANGİSİNİN ELBİSESİNİ ÇIKARALIM. ASLINDA BİR TANESİNİNKİNİ ÇIKARSAK DİĞERLERİNE İBRET OLUR

Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler. Hz. Süleyman dervişi hemen huzuruna çağırtır ve ona sorar:
- Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?
Derviş kendini şöyle savunur:
- Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı; o esnada kanadı kırıldı.
Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve şöyle der:
- Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun.
Kuş kendini savunur:
- Onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım.
Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.
Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister. “Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder.
Ancak bu emre kuş itiraz eder: “Efendim, sakın böyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır.
“Neden” diye sorar Hz. Süleyman.
Kuş sebebini şöyle açıklar: “Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Siz en iyisi bunun üzerindeki derviş elbisesini çıkartın. Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.
EY MİLLETİM! SEN DE YILLARDIR BU DERVİŞLERE ALDANDIN… 7 HAZİRANDA BİRAZ UYANDIN, AMA YETMEZ