17 Aralık 2013 Salı

ERKEN KİFAYET DUYGUSU


Ayvaz GÖKDEMİR

Genç arkadaşlarımızı tehdit eden bir tehlike, erken kifayet ve kemal duygusudur. Buna hastalık da diyebiliriz.Tekamülü bir noktada durdurup dondurduğu ve müşterek çalışma, grup çalışması imkanını hemen hemen ortadan kaldırdığı için, halli gereken birinci sıradaki meselelerimiz arasına bu da girmektedir.
Gençler, az çok temayül ettikleri fikriyatı, başlangıçta, en çok heyecana müsait noktaları ile benimserler. Her şey onlara olmuş bitmiş görünür. Birçok şeylerin niçin olmadığına şaşar kalırlar. Onlara kalsa her şey çok kolaydır. Bu demlerde bir heyecan selidir gençlik…
Bu arada beğendikleri, kendi seviyelerinde benimsedikleri fikriyata mensup veya kendilerinin öyle sandıkları büyüklerini ağabeylerini de çok severler! Bu ağabeylerin, büyüklerin bütün söyledikleri teferruatına, dedikodusuna varıncaya kadar haşa hikmet görünür. Telaffuz şekilleri bile ezberlenir, davranışları taklit edilir. Bu ortamda yavaş yavaş da fikre aşinalık kazanır ve gerçekten muayyen bir seviye tutarlar. Daha çok nakli ve kulaktan dolma da olsa kendilerine göre bir bilgi dağarcıkları olmuştur. Ağızları laf yapmaya başlar. Kalemi beğenilip teşvik edileni de vardır. İşte tehlike bu noktadan itibaren başlamaktadır. Şöyle ki :
Henüz işin alfabesinde oldukları halde ve pek çok okumaları gerekirken okumazlar. İhtiyaçları kalmamıştır! Çevrelerindeki boşluk ve seviyesizlik de onları bu hususta kışkırtır.
Gururlandıkça gözlerini gaflet kapatır. Kendilerini vuracakları asıl mihengi görmezler. Tekamül durur. Bu suretle palavracı, kof bir tip daha sürüye katılır.
Başlangıç heyecanı büyük bir yüzdeyle köpüktür, gurur noktasından itibaren çabuk dağılır. Her sözleri hikmet sayılan, her hareketleri taklit edilen , davranışlarına hayran olunan ağabeylerin- büyüklerin birtakım kusurları, zaafları göze batmaya başlar. Bunlar da başlangıçtaki müsbeti gibi mübalağa edilir. Eski sevimlilikleri kalmamıştır ağabeylerin…
Ayrıca kendileriyle büyükleri arasında da pek bir fark var sayılmaz. Eh! Milliyetçilikse milliyetçilik! Türkiye’nin temel dert ve davalarıysa, bunları en fazla yarım saat içinde, ana noktalarıyla izah edivermek, düzeltmekse o da var! Yarım münevverden şikayet ederdi ağabeyler; bu konuya dair nutuklar da gençlerde daha hızlı. Hasılı, büyüklerle küçüklerin söylediği arasında bir fark kalmamıştır. Bu, gençleri bir gurura ve kemal duygusuna sevkeder. Aşağı bakar, yukarı bakar “ artık ben oldum” derler. Ağabeylerindeki önemin nereden geldiğini anlayamazlar. Dinleme tahammülleri kalmamıştır. Neden kendileri de aynı şeyleri söyledikleri halde aynı önemi, itibarı görmediklerini anlayamaz, sinirlenirler. Oysa ağabeyleriyle benzeştikleri taraf sadece kısmen söylediklerindedir. Gerçek olgunluk ise belli ki söylenenlerin yaşanmasındandır. Ağabeyleri ağabey yapan, bütün zaaflarına , kusurlarına rağmen yaşadıklarıdır. Geçirdikleri imtihanlardır. Söyledikleri her sözün , kendilerine göre çilesini çekmişlerdir. Pek çok ve çeşitli tecrübelerin yorgunluğuyla beraber, olgunluğu da vardır kafalarında. Nice aldanışlardan, yalnızlıklardan, gaddarlıklardan, dalkavukluk ve rüyalardan geçip gelmişlerdir. Söylenen en basit bir sözün icabını yapmanın ne kadar zor olduğunu bilirler. Gençlere sıkıcı gelen ve çok kere “ Anladık işte, ne diye tekrar edip dururlar bilmem ki?” dedirten, bazı konulardaki ısrarı bu yüzdendir. Bunun için, gençler, bu tekrarları her defasında daha uyanık bir dikkatle dinlemelidirler. Ola ki, bu tekrar, kendileri için bir ikaz manası taşımaktadır. Ve eğer dikkatle dinlerlerse, her tekrarda bir yeni incelik, bir kıymetli nüans bulmaları pek mümkündür.
Bir de şahsiyetçilik meselesi var. Gençler müstakil birer şahsiyet olmakta sabırsızdırlar. Aslında bütün iyi niyet, sempati, bilgi, tecrübe ve sabırlarıyla kendilerine tekamül yolunda yardımcı ve rehber olmak isteyen ağabeylerinin de onları mükemmel birer şahsiyet olarak görmekten başka bir emelleri, arzuları yoktur. Ama gençlerin arzusu isyan suretinde tecelli ederken, ağabeyler, büyükler, itaat ve teslimiyet isterler. Karşılıklı arzu edilen neticenin istihsali bakımından gereken de ikincisidir. Çünkü Hak erine itaat, Hakk’a itaattır. Hak dostuna isyan ise şeytanın vasfıdır. Evet, aziz gençler! Ağabeylerinizde sizden birçok bakımdan farklı değillerdir, yerler, içerler, uyurlar, hastalanırlar, iyileşirler. Şikayet eder, sızlanırlar, neşeli veya kederli olabilirler. Sakın gaflet etmeyin ki onlar size uzanan Hak’ın yardım elidir. Şahsiyetli olmanın anahtarı onlara teslim olmaktır. “Bu, tıpkı koruğun üzümlüğe ibadet etmesi gibidir. Koruğun yüzü üzüme doğrudur ve gayesi üzüm olmaktır. Sonu odur. O halde secde eden koruk, kendisine secde edilen üzümdür.”
Hazreti Ebubekir’in şahsiyetsizliği diye bir problem var mıdır? Aksine, gelmiş ve geçmiş insanların en şahsiyetli olanlarından biridir. Mensup olduğu insan cinsine şeref veren mümtazlardandır. Ebubekir ulu şahsiyetini Hz. Muhammed’e tam teslimiyetle kazanmıştı.” Yemin ederim ki O söylüyorsa doğrudur…” diyordu… Ebucehil de zeki ve kabiliyetli bir insandı ama; eti, kemiği, uykusu, uyanması, yemesi ve içmesi , yorulması… ile kendisi gibi olan birine teslim olmayı bir türlü nefsine yedirememişti. Onun için, Adem’de zahir olan Hak tecellisini görmeyerek isyan eden şeytan gibi , lanetlik oldu.
İsyan kolaydır. Herkes isyan edebilir. Ama teslim olmak zordur elbette. Bu zorluk bile “kemal”in yönünü göstermeye yetmez mi?
Hak dostluğuna inanıyorsak, Hak dostlarımız ve ağabeylerimiz, kardeşlerimiz varsa; bu dostluğun şartlarına, esas ölçülerine, ağabeylik ve kardeşliğin icaplarına hassasiyetle uymak gerekir. Tek tek ve müşterek hayrımız bu yöndedir.
Bütün bunlara nazaran gençlerin unutmamaları gereken şey: Kendilerini her türlü gelişme ve olgunluktan uzaklaştıracak olan bir erken kifayet duygusuna asla kapılmadan ağabeylerin tavsiyelerine, öğütlerine, emirlerine uyarak okumak ve çalışmak, çok dinlemek , az konuşmaktır…Kendilerini gurura sevkederek aldatan o ” yetişmişlik”i andırır hal, demirin ateşte kızarmasına benzer: ” Şayet demiri ateşten ayırırsan müstear olan bu kızıllık, ateşin aksine olarak geçer. Ateş, sıcaklık ve renge kendiliğinden maliktir.”

KAYNAK: Ocak Dergisi, Sayı:11, Kasım 1968.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Yozgat Fıkraları

GÖĞE MERDİVEN
Aybars Fırat

BÜYÜKLERE HİKAYELER

Aşağıdaki hikayeler, kıymetli araştırmacı yazar Ertuğrul Kapusuzoğlu'nun hazırladığı nefis takvimlerden alınmıştır. Yozgat Takvimlerini (ne yazık ki kütüphanemde sadece 1995 ve 1996 yıllarının takvimleri mevcut) görmeyen halkbilimci herhalde yoktur. Hikayeler, geçtiğimiz günlerde yaşadıklarımız ve gelecekte muhtemel
yaşayacaklarımız üzerinedir. Büyüklerimizin ibretine sunulur!


ÇAPANOĞLUNU KİM DİNLER!

Başlık parasının çokluğundan mıdır, yoksa öyle bir salgın mı olmuştur, bir ara kız kaçırma olayları öylesine artmıştır ki, Çapanoğlu, kız kaçırmayı yasaklayan bir ferman yayınlamak zorunda kalmış. Ferman üzerine, kaçırma olayları "cirp" diye kesilmiş. Aradan bir zaman geçmiş ki, o da ne, Akdağ'dan gencin birisi, kızı almış, kaçırmış!
Çapanoğlu küplere binmiş, yakalanıp huzura getirilen gence hışımla sormuş:
-"Bre mel'un, bire madrabaz, bre haddini bilmez. Sen benim kız kaçırmayı yasak eden fermanımı duymamış mısın ki?"
Bizim Akdağ'lı, toprağının, yetiştiği yörenin asaleti ve mertliğiyle cevap verir:
-"Duymaz olur muyum beyim, hem duymuş, hemi de bilmişimdir."
-"Bak hele, hem suçlu, hem güçlüdür. Ya peki, bile bile
benim emrime nasıl karşı gelirsin, koca Çapanoğlu'nu nasıl dinlemezsin?"
-"Aman beyim, beyimizin emrine karşı gelmek haddimiz değildir, aklımızdan bile geçmez. Lakin, sevdiğim kızı, ne benim babam alırım der, ne de kızın babası verimkar olur. Bana da kaçırmaktan başka yol kalmaz."
-"Hele hele, peki ya benim fermanım?"
Genç dayanamaz:
-"Geç beyim geç, siz ferman çıkarırken düşünmez misiniz ki, Akdağ'da kalkan yürek, Yozgat'daki Çapanoğlu'nu dinlemez!"
Bu üsturuplu cevap karşısında, o genci affetmekten başka Çapanoğlu'nun yapacağı bir şey yoktur, o da o şekilde yapar.

ARKASINA ÇAPANOĞLUNU ALAN EŞEK

Çapanoğlu zaman zaman tebdili kıyafet edip Yozgat'ı dolaşırmış. Gene böyle bir gün, sokakta yaşlı, çok zayıflamış, aç, perişan bir eşeğe rastlamış.Konağına dönünce, buldurmuş eşeğin sahibini, hışımla hesaba çekmiş.
- "Bre mendebur herif, nedir o zavallı hayvancağızın günahı, neden aç sefil bırakırsın?"
- "Aman beyim, hiçbir işe yaramıyor ki yem saman vereyim o hayvana, o zaman benim boşa giden masrafıma yazık değil mi?"
- "Yaa , gençliğinde hayvanı çalıştır, üstüne bin, seklem vur, bağa bahçeye git, yaşlanınca bakmak yok öyle mi? Bak şimdi; şayet onbeş güne kadar bu eşek, üstüne 20 çiniklik seklem vurulup, o seklemi burdan Çeşka'ya kadar götürmezse, ben sana yapacağımı bilirim."
Adam ne yapsın emir demiri keser.karşısındaki de Çapanoğlu üstelik. El etek öptükten sonra koşmuş eşeğin yanına. Çekmiş ahırın en güzel yerine. Evdeki bulgur, yarma, hediklik, kavurgalık ne varsa. Kolay mı eşek tavlanmazsa sonunda Çapanoğlu gazabına uğramak var.Allah'tan, eşek de adamın yüzünü kara Çıkarmamış, ilk 3-5 günde şöyle bir kendine gelmiş, haftasında silkinmiş, 12-13'ncü gün tavlanma başlamış, bir yandan yem yerken, bir yandan da sahibiyle şakalaşıyor onu duvara sıkıştırmaya çalışıyormuş. Adamın asıl zoruna
giden şey ise, bütün bunları yaparken, eşeğin keyifle anırması imiş.Tabi adam, hem eşeğe hizmet ederken, hem de küfrün bini bir paraymış.
- "Anır eşşoğleşşek anır" diyormuş adam; "Arkana Çapanoğlu'nu aldın da, anırırsın değil mi?"


MAYASINA GÖRE KONUŞMAK

Bizim bey, herkesin sevdiği bir adam. Bir tek oğlu var, ama ne oğul, babayiğit, yakışıklı. Obanın en yakışıklısı. Ağanın derdi, oğlan bir türlü evlenmeye razı gelmiyor. At üstünde, av avlayıp, kuş kuşluyor. Bir gün, yaylaya göçerler gelir. Göçerlerin en güzel kızı bir yayla çeşmesinde su doldururken, bizim ağanın oğluna rastlar. Olacak bu ya, oğlan bir görüşte, mercimek komaz fırına verir. Gelir anasına,"böyleyken böyle "der ve göçerlerin esmer kızının,kendisine alınmasını ister.
Fakat ne mümkün, hiç koca Bey,bir esmer vatandaşın kızını, bir tecik oğluna alır mı? Almaz...Almaz amma, oğlan perişan, her geçen gün sararır solar. İşin kötüsü, kız da onu sevmiş, obanın Yozgat toprağından ayrılmasını allem kallem edip ayırmamaktadır. Oğlan günden güne solunca, ana baba çaresi kalır. Kimseye
de söyleyemezler. Bey kalkar gider, Allah'ın emri ile göçer ağasının kızını ister. Fakat işe bakın, esmer vatandaşlar beyi kovarlar çadırdan. Bey bir daha , bir daha dünür gider. Kolay mı, tek evlat elden gidiyor ama hep aynı şekilde kovulur göçer çadırından. Bey ve karısının tedirginlikleri kahyalarının dikkatini çeker, dertlerini sorar, onlar da "böyleyken böyle" deyip dertlerini anlatırlar. kahya şaşırır;
- "Aman beyim , derdin bu muydu der ve atlar atına, sürer göçer çadırına doğru. Atından inmeden basar küfürü."
- "Ulan alçak herif, sen kim , benim beyim kim. Ulan nasıl vermezsin kızı. Ben senin..."
Kahya ağzına geleni söyler. Göçer ağası, istenen kızı kolundan tutar ve getirir Kahyanın önüne.
- "Aman ağam, bu kız senin atının tırnağına kurban olsun, dediğine değmez, al götür."
Kahya şaşırır:
- "Bre mendebur, daha önce beyim gelmiştir de o zaman niçin vermedin kızı?"
- "Aman kurban olduğum, beyin senin gibi istemedi ki!..."

"MOSKOF KEFERESİ TEPEMİ ATTIRMASIN!"

Çapanoğulları, güç ve kuvvetlerinin sınırı en yükseğe çıktığı dönemlerde bile, devlete tam sadakatten hiçbir zaman ayrılmamış, bu yüzden Padişahlar tarafından çok sevilmişlerdir. Savaşlarda bizzat "bir Çapanoğlu" ordusunun başında, Osmanlı Ordusu içinde savaşmışlardır. Bir Rus savaşında genç bir Çapanoğlu esir düşer.
Padişah, sevdiği bu bey oğlunu kurtarmak için bütün diplomatik girişimlerde bulunur. İşi yeni bir savaş açma tehdidine kadar götürür. Fakat Rus Çarı'nın "Moskof" luğu üzerindedir. Bırakmaz Çapanoğlu'nun. Çapanoğlu da, bu işle Padişah efendimiz ilgilenirken karışmak istememektedir. Bakmış olacak gibi değil, Padişahtan, Rus Çarı ile kendisinin muhatap olması hususunda izin alır.
Padişah bu izni verir vermez, Çapanoğlu Rus Çarı'na bir mektup yazar. Mektupta özetle:
-"Bir aya kadar oğlum Bozok'a döndü, döndü... Dönmedi, Yozgat'dan bir atlı ile çıkar, tahtını sarayını başına yıkarım." der.
Mektubu alan Çar, perişan olur. "Aman bindirin bu Çapanoğlu'nu da memleketine gönderin" emrini verir. Adamları:
-"Aman haşmetmeap, koca Padişahın tehditlerini dinlemediniz, ama Çapanoğlu'nhun bir mektiubu ile pes ettiniz!"
Rus Çarı sakalını karıştırır:
-"Siz Çapanoğlu'nu bilmezsiniz. O, Yozgat'dan bir atlı ile çıkarsa, Moskova'ya gelinceye kadar yüz bin atlı olur, başımıza bela alırız, hemen gönderin oğlunu!"

ÇAPANOĞLUNDAN HúKúM Kİ:
"YAZIN HALEP BEYİNE"

Çapanoğlu'nun çok sevdiği Kırtay'ı çalınmış. Eee, çalınan Çapanoğlu'nun atı. Tellallar çıkmış. Bey toplamış tüm hırsızları..
-"Bu Kırtay, üç güne kadar bulunacak!"
Emir, demiri keser, fakat bulunamamış tay. Herkes elleri boş dönmüş. Bunu duyan Şefaatli Dedeli köyünden Mercan Yusuf isili birisi, gider Çapanoğlu'nun huzuruna. Atını bulacağını, fakat, kendisine topukları
önde bir çizme yaptırması gerektiğini söyler.. Köşkerler anında yaparlar çizmeyi.
Kırtay'ın, Halep Beyi tarafından çaldırıldığını Mercan Yusuf kendi yöntemleriyle öğrenir. Gizlice beyin konağına girer. Kırtay, artık tamamdır, ama intikam için beyin hanımını da götürmek ister. Girer hareme, fakat olacağına bakın ki, kadın çıplaktır. Çıplak kadını zorla götürmeyi de Mercan Yusuf'un yiğitliği yemez.
Fakat kadının mahrem yerindeki beni de ister istemez görür. Çaresiz kalınca Kırtay'la döner ve Çapanoğlu'nun huzuruna çıkar. Olanları olduğu gibi anlatır. Çapanoğlu, hemen "Yazın Halep Beyine." der ve şu nameyi yazdırır:
-"Kırtay'ı getirdim. Karını da getirirdim amma, sen de, o da mahrem yerindeki ben'e dua edesiniz."
Eh, o devirde bir intikamın en katmerli şekli budur. Çapanoğlu bu arada Mercan Yusuf' a, köyündeki daha önce kendisine verilmeyen kızı da alır, meğer adamlar güzel kızlarını bir Bey'e vermek niyetindeymiş. Çapanoğlu, Mercan Yusuf'a da bir beylik vererek, hayır işini tamamlar.

MİSLİ MİSLİYLE ARKADAŞLIK ETSEYDİ

Kurbağa ile kaplumbağa arkadaş olmuşlar. Sakın asıl oldu demeyesiniz,olmuştur işte.Hatta samimiyeti o derece ileri götürmüşler ki, kolay kolay ayrılmıyorlar, ayrılınca da haberleşmeden edemiyorlarmış.
İşte bu haberleşmeyi kolay sağlayabilmek için bir yol aramışlar. Düşünmüşler, taşınmışlar, nihayet, ayrı oldukları zaman, birbirlerine iple bağlanmaya karar vermişler. Hemen arkasından da uygulamışlar. Biri ipi çektiği zaman, diğeri hemen ipi takip ederek dostunun yanına geliyor, hasret gideriyorlarmış.Kurbağa ile Kaplumbağa arasındaki bu muhabbet uzun zaman sürmüş. Hani derler ya, "Çok muhabbet, tez ayrılık getirir."
Olacaklar olmuş, bir gün, bir koca erkek kartal, gökyüzünde süzülürken, keskin gözleri ile, ağır aksak adımlarla, suyun kıyısındaki üzüm bağına doğru giden kaplumbağayı görmüş. Tabii, ayağındaki bir ipte, su kıyısındaki kurbağanın bağlı olduğunu bilmiyor.
Kartal, dalması ile, kaplumbağayı kapıp havalanması, yuvasına getirip, eşi ve yavrularının önüne atması bir olmuş.Tabii, bu arada, havalanan kaplumbağa ile, ona iple bağlı olan kurbağa da, yavru kartalların önüne gelmiş, iştahlarını kabartıyormuş. Kartalın eşi, erkek kartala sormuş:
-"Haydi bu kaplumbağayı gördün ve tuttun, ama bu lezzetli kurbağanın başına gelen nedir?" buyurmuş.
Erkek kartal:
-"O, haddini bilmez bir kurbağadır, kendisini bilse, misli misliyle arkadaşlık yapsaydı bu başına gelir miydi?" deyivermiş.

ATATúRK VE ÇÖRÇİL

Ne demişti Çörçil, Avam Kamarasında, Çanakkale yenilgisini anlatırken, Mustafa Kemal Paşa için: "Ne yapalım, dünyaya elli yılda bir dahi gelir, o da hep Türklere nasip olur!" İşte bunu diye
Çörçil'e gazeteciler sormuş.
-"Mustafa Kemal Paşa'yı nasıl bilirsiniz?"
Yüzünü ekşitmiş, korkusunu kapatmak için aşağılayıcı bir ifade kullanmış:
-"Kemal Paşa mı? Hıh..akşam sabah içer."
Hani gazetecilik biraz da müzevirlik demektir, işte bu müzevir gazeteciler hemen Çörçil'in söylediklerini yemeyip içmeyip Atatürk'e söylerler, kendisinin Çörçil hakkında ne düşündüğünü sorarlar. Paşa, şöyle bir bıyık altından gülümsedikten sonra cevabı yapıştırır:
-"Çok cesur gibi görünür ama!... İçen birini gördüğü zaman küçük çişini tutamaz, kaçacak delik arar!"

"BEN ÖKÜZÜM OĞUL"

Bölünmeye çok mu müsaidiz acaba? Lanet olsun. Düşman, bunu bildiği için, tarihin her devrinde bir yolunu bulup, zaman zaman bizi bölmeyi başarmış. Tabii sonunda da, çok can, çok vatan parçası, çok
namus... sel sebil olmuş küffar elinde.
Zaman, Milli Mücadele zamanı. Kıyam, başlamak üzere veya başlamış. Hemen milleti ikiye bölmüşler, bugünkü sağcı-solcu gibi. Kuvvacı mısın Padişahcı mısın. Haydi bakalım...
Hem Kuvvacılar, hem Padişahcılar, dağda bayırda milis gezdiriyorlar. Kime rastlarlarsa soruyorlar, "Padişahcı mısın Kuvvacı mısın?"
Vatandaş bilse, soranların tarafını söyleyecek. Atıyor birini, tutarsa ne ala, ama ya tutmazsa, yandı gülüm keten helva. Belki de kırk katır mı kırk satır mı?
Yaşlı bir Yozgatlı kağnı ile gidiyor. Çevirir sekiz-on atlı: -"Dur bakalım babalık, Padişahcı mısın, Kuvvacı mısın?" Yaşlı adam çok gün görmüş, çok cephe görmüş, başını iki yana sallar: -"Ben öküzüm evlatlar." -"Öküz mü?" -"Öküz ya, bildiğiniz öküz." -"O nasıl cevap ihtiyar?" -"Ben öküzüm evlatlar, kulağımdan kim tutarsa çifte o koşar. Yeter ki kulağımdan tutan namuslu olsun, vatanını milletini sevsin. Adam olsun. Ama siz, şucu musun, bucu musun diye milleti bölerseniz, düşmanı kim atacak vatandan, nasıl atacaksınız, bölünerek mi?" Tabii baskına giden, baskına uğrar. Atlılar işi uzatmadan, başları önünde orayı terk ederler. Hikayeler bahsini kapatatırken, bir atasözümüzü, kulaklara küpe kabilinden aktarmak istiyorum: "Er odur ki otuz iki dişiyle değil, otuz iki işiyle sever!"

İşine Karışmam


Adamın biri bir gün bahçesinde otururken Hayvan dışkısından top yapan bir böceği görmüş, böcek pisliği ayakları ile yuvarlayarak giderken içinden şöyle geçirmiş: 
- Ey Allahım! Her şeyi çok güzel çok hoş yaratmışsın da, şu böc eği sırf pislikle uğraşsın diye mi yarattın? Aradan bir kaç ay geçmiş adam umarsız bir hastalığa yakalanmış. Derdine kimseler çare bulamamış. En sonunda bilge bir doktor ''Bak demiş bazen bahçelerde gezen bir böcek olur ayakları ile pislik yuvarlar işte o yuvarladığı pisliklerden 40 gün boyunca aralıksız yiyeceksin" demiş. Adam 40 gün boyunca o pislikleri yemiş ve iyileşmiş. Aradan yıllar geçmiş aynı adam gemiye binmiş ve denizin ortasında çok büyük fırtınaya yakalanmışlar. Herkes bağırıp, çağırıp, ağlaşırken bu adam bacak bacak üstüne atıp sakince çayını yudumluyomuş. Birileri dayanamamış sormuş. "Biz yana yakıla dua edip bağırıp çağırıyoruz sendeki bu rahatlık ne be adam?
Adam şöyle cevap vermiş 
- KURBAN OLDUĞUMUN BİR KERE İŞİNE KARIŞTIM BANA KIRK GÜN BOK YEDİRDİ, İSTER YÜZDÜRÜR, İSTER BATIRIR BEN KARIŞMAM KARDEŞİM!

13 Aralık 2013 Cuma

Allah İçin Çalışırız


Son zamanlar dindən, tarixdən, tarixi şəxsiyyətlərimizdən "yazan", öz "qiymətli fikirlərini" paylaşanların sayı durmadan artır. Hamı özünü alim sayır... 
Yazdıqlarından isə təfriqə və nifaq üfunəti gəlir... 
Qardaşı qardaşa qarşı "cihada" səsləyən və bununla da dinimizin əsas ehkamı olan "Hər müsəlman digərinə qardaşdır!" prinsipini pozan beyinsiz fanatiklərdən tutmuş, tariximizin parlaq simalarını qarşı-qarşıya qoymaqdan çəkinməyən və özünü "üstün intellektual göstəricilərə malik dahi şəxsiyyət" hesab edən, əslində isə sadəcə gerizəkalı olan "hərşeyşünas"lara qədər.
Nə isə...
Deyilənə görə, bir neçə dərviş Konyada Hz. Mövlananın yanına gələr və «siz Mövləvilər nə edərsiniz, ya Hz. Mövlana?», - deyə soruşarlar. Mövlana "səma" etdiklərinə işarə edərək cavab verər:
- "Allah" deyər, dönərik.
Dərvişlər Konyadan Sulucakarahöyükə gələrək Hacı Bəktaşi Vəliyə Mövlanaya verdikləri sualı və Mövlananın cavabını xatırladaraq, onun da fikrini soruşarlar.
Hacı Bektaşı Vəli, «Biz bir dəfə "Allah" deyincə, bir daha dönmərik»-, deyərək kinayəli bir cavab verər.
Oradan Qırşəhərə keçən dərvişlər Əxi Əvrən sultanı taparlar. Mövlana və Hacı Bektaşla olan söhbətlərini nəql etdikdən sonra eyni sualı ona da yönəldərlər. Əxi Əvrən belə cavab verər:
- Biz, "Allah" deyib çalışarıq.

Sevdiklerimden

“Her Geleni Hızır, Her Geceyi Kadir Bil” 
“İnsanlar Arasında Evliya, Otlar Arasında Kimya Gizlidir.” 

SEVDİKLERİMDEN… 

Cemâat tek tük camiye girmekte… Vâiz kürsüde... Girenlerin arasında... O... Hızır Aleyhisselâm... Hızır da onlardan biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor. Kürsüde vâiz sohbete başlıyor... Hızır'ın yanına bir adam gelip oturuyor. Cami yavaş yavaş dolmakta... Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaziyette sallanıyor; ha uyudu ha uyuyacak. Hızır adamı dürtüklüyor: 
- Uyuyacaksın! 
Adam:
- Uyumam, beni rahat bırak! 
Hızır ses etmez, ancak ezan okundu okunacak, adam ha uyudu ha uyuyacak, bir daha dürtükleyerek: 
- Uyuyacaksın dedim. 
Adam: 
- Ben de sana “Uyumam, beni rahat bırak!” dedim. Rahat bırak beni. Rahat bırak yoksa, Hızır olduğunu söylerim. Buradan çıkamazsın, bu kalabalık sakalında bir tek tel bırakmaz... 
Hızır susar, gözlerini kapar, boynunu büker, Allah'a yönelir: 
- Ya Rabbim! Bu nasıl iştir? Bu kulun benim kim olduğumu bildi. Bu nasıl iştir ki, bendeki listede bunun ismi yok? 
Cevap gelir: 
- Sana verilen listede “beni sevenlerin” isimleri var. O ise “benim sevdiklerimden!”

Yol

ÖĞRENMEK YETMEZ HAYAT AKTARMAK DA GEREKİR

Durdu Güneş

Son yıllarda alışılageldiği üzere kişisel gelişim üzerine(ben kişilikli gelişim diyorum) dersler veriyorum. Bu dersler bazılarında etkili olurken bazılarında hiç etki uyandırmıyor. Esas olan alıcıdaki yetenek ve kararlılıktır.

Bu durum Buda'nın bir hikayesini hatırlatıyor.

Buda’nın yıllarca öğrencisi olan bir adam, hayatında hiçbir değişiklik olmamasından şikâyet eder. Buda’nın aydınlanma üzerine konuşmalarını yıllarca her gün dinlemesine rağmen, hala aydınlanamamıştır. 

Bir akşam cesaretini toplayıp, Buda’ya yaklaşır. “Yüce Bilge” der, “Yıllardır öğretilerini takip ediyorum. Aydınlanmaya giden yolu öğrenmeye çalıştım ama hayatımda hiçbir şekilde değişiklik olmadı.”

Buda sorar, “Peki ne soracaksın?”

“Yıllar boyu birçok insanın seni dinlemeye geldiğini gördüm. Kimi dinlemeye devam etti, kimi bir süre kaldı ve gitti. Rahibeler, fakirler, zenginler, erkekler, kadınlar, çocuklar seni dinledi. Bazıları amaçlarına ulaşmış görünüyordu. İç huzuruna kavuştukları belli oluyordu. Başkalarıyla ilgileniyorlardı, neşeli ve canlıydılar. Ama bu çoğu insan için geçerli değil. Çoğu insan sana geldiği ilk günden pek farklı değil. Hatta bazılarının yaşam koşulları daha kötüye bile gitti. Büyük bir bilgesin. İnsanlarla ilgileniyorsun. Gücünü onlara yardım etmek için niye kullanmıyorsun? Onlara büyük amaca ulaşmaları için niye yardım etmiyorsun?”

“Evin nerede?” diye sorar Buda.

Budanın yüz ifadesi şefkat doluydu ama verdiği yanıt konuyla hiç ilgili görünmüyordu. Adam, Buda’nın soruyu anlamadığını düşündü. Evinin bulunduğu kasabanın ismini söyledi. Ama birkaç yıldır evinden uzakta olduğunu iş aramak için farklı bir kasabada yaşadığını anlattı.

“Peki, evine bazen gidiyor musun?” diye sordu Buda.

“Elimden geldiğince sıkça gidiyorum” dedi adam. “Ailem hâlâ orada yaşıyor. Birlikte büyüdüğüm arkadaşlarım orada. Bir gün evleneceğimizi düşündüğüm kız arkadaşım orada.”

“ Oraya sıkça gittiğine göre yolu çok iyi biliyor olmalısın” dedi Buda.

“Avucumun içi gibi iyi bilirim” dedi genç adam. “Gözüm kapalı bile oraya gidebilirim.”
“Yolu bu kadar iyi biliyorsan, oraya nasıl gidileceğini soran birine yolu net ve doğru biçimde tarif edebilir misin?” diye sordu Buda.

“Bana oraya nasıl gidileceğini soran herkese en iyi tarifi daima veririm” dedi genç adam.

“Peki, sana yolu soran herkesin oraya gittiğini düşünüyor musun?” diye sordu Buda.

“Tabii ki hayır” dedi adam. “Bazıları soruyor ama daha sonra gitmeye zaman bulamıyor. Ya da gitmekten vazgeçiyorlar. Bazıları da daha sonra gideceklerini söylüyor.”

“Peki, gideceklerini söyleyenlerin kaçı kasabaya varıyor?” diye üsteledi Buda.
“Kasabaya giden yol zorlu bir yol. Bazıları yarı yoldan dönüyor. Bazıları epey yol aldıkları halde daha fazla dayanamayıp geri dönüyor. Sadece kasabaya gitmeyi amaç edinenler kasabaya varıyor” diye yanıtladı genç adam.

“O zaman ikimiz de benzer bir deneyim yaşıyoruz” dedi Buda. “İnsanlar bana geliyor. Çünkü yolu çok iyi bildiğimi düşünüyorlar. Onlara yolu anlatmamı istiyorlar. Yolun tanımını dinlemekten keyif alıyorlar. Ama hepsi yola çıkmayı seçmiyor. Ya da yolun tamamını yürümek istemiyor. Bu nedenle de büyük amaca herkes ulaşmıyor. Tıpkı senin gibi, ben de herkese yolu net bir şekilde tanımlıyorum. Ama onları ittirerek ya da sırtımda taşıyarak oraya götüremem. Söyleyebileceğim tek şey, yolu kendim yürüdüğüm için bu yolculukla ilgili deneyimlerimi onlarla paylaşmak. Bu benim deneyimim. Deneyimlerimi seninle de başkalarıyla da zevkle paylaşırım. Ama daha fazlasını yapamam. Sen de amacına ulaşmak istiyorsan, yolda kendin yürümelisin.”

12 Aralık 2013 Perşembe

Derse Gelmek

Aziz Efendi medrese talebesidir. Böyle soğuk bir İstanbul sabahında, her tarafı kar kaplamıştır. Müderris, diz boyu kar yığıldığını görünce, "Bugün talebeler derse gelmez. Ben de gitmeyeyim." diye geçirir aklından ama tam böyle düşünürken, "Ama Aziz Efendi gelir." der. Eşeğine biner, medreseye varır. Bakar ki Aziz Efendi gelmiş. Müderrisin odasındaki ocağı uyandırmış (Eskiler "ocağı yakmak" demezler, "ocağı uyandırmak" derlerdi.) ve müderrisi bekliyor.
İşte o Aziz Efendi 20. yüzyılın en büyük hattatlarından olur.

İktidara tapınanlar ve Amerikan tasması


Dünyaca ünlü Kazak şair, Muhtar Şahanov, “Uygarlığın Yanılgısı” nda Büyük Türk Hanlığı’nın çöküş sebebini anlatıyor: 
-Bir Arap hükümdar, Otrar’da doğan Farâbî’ye, “Benim ülkemi nasıl bir gelecek bekliyor?” diye sormuş. Fârabî, bu soruya cevap verebilmesi için hükümdarın bir davet vermesini istemiş ve “Size en yakın olanları tahta yakın oturtun. Oturma düzenini size yakınlık derecesine göre sağlayın. Saygınızdan nasibi az olanları en sona bırakın” demiş. Hükümdar, birinci sıraya muhteşem giysileriyle en zenginleri, yâni tüccarları, sonra sırasıyla akrabalarını, mevki sahiplerini, hâkimleri, saray görevlilerini yerleştirmiş. Kapıya yakın yerde birkaç tedirgin adam varmış. Diğerlerinin onlara tahammül edemediği de açıkça belliymiş. “Kim bu insanlar?” demiş bilge. Hükümdar, “Yazar, şair takımı” demiş, “Kendilerini neredeyse benden akıllı sanıyorlar.” 
Bunun üzerine Farâbî, dâvetin sonunda, yalnız kaldıklarında cevabını vereceğini söylemiş ve herkes çekildikten sonra başlamış söze:
“Düşündünüz mü hiç, / Neden yıkıldı, / O kocaman Türk hanlığı? / Asıl sebebi şudur: / Kalabalık ordularıyla / Düşmanı yendiği halde / Yüksek kültürüyle / Durduramadı... / Önemli makamlara / Bezirganları getirdiniz; / Milletin kaderini / Ellerine verdiniz. / Bezirgan yüksek fiyat verene / Satar herkesi, her şeyini. / Bir ülke eğer geliştirmezse / Manevi değerlerini / Zamanla kölesi olur / İstemese de, / Manen güçlünün. / Maneviyatsız millet / Tavuk gibidir, / Uçamaz yükseklerde! / Ama acımasız zaman, / Korkunç balyoz vuruşunu, / Mutlaka indirecektir / Başınıza, korunun!” 
Ve bilge, kalbi sızılar içinde sarayı terk etmiş. 
***
Şahanov, Jeltoksan isyanında, arkadaşını korumak uğruna kendisini feda eden bir Kazak kızının hikayesini anlattıktan sonra haykırıyor:
“Tehlikeyi göze alamayan / Tehlikeye atılmayan herkes / Korkak değildir, / Fakat yok olursa, Tehlikeye atılmak, / Kişilik de yok olur.” 
Ve yine haykırıyor: “Aydını olmayan millet, ahlâksız kadın gibidir! Onsuz halk, halk değildir; Aptal bir sürü gibidir.” 
***
Şahanov, daha sonra Stalin dönemini hatırlatıyor ve “Kanımızı zehirliyordu / Herkes için geçerli olan kural: / ‘Karnın tok ve rahat / Uyumak istiyorsan, / Gözlerini tamamen kapat, / Tüm yeteneklerinle, / Önderini göklere yücelt / Kalmayacak hiçbir derdin’ / Dalkavukluk yapıyordu herkes. / Ve bu yüzden diktatörlerin, / Manevi önderlere karşı alerjisi vardır. / Belki de bunun sonu yoktur” diyor. 
Tabiî Türkiye’de çıkar grubu oluşturmuş insanların sadece liderlerini değil, liderlerinin yaptıklarını da yücelttiğini, üstelik dalkavukluğun sadece Türkiye’deki liderlere değil, Avrupa ve Amerika’nın liderlerine de yöneldiğini tespit edersek, bu yüzden köleleşme anlamına gelen küreselleşme ve Avrupa Birliği edebiyatı ile millet iradesinin nasıl yok edildiğini, neden doğal bir servet üzerinde otururken halkın açlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını da anlayabiliriz. Şahanov’un belirttiği gibi, “İktidarın bulunduğu yerde, / Kaçınılmaz tapmanın tehlikeli virüsü” var.
Türkiye ne zaman mı düzelir? 
İktidara tapınma ve dalkavukluk sona erdiği, tehlikeyi göze alabilen, gerçek aydınlar prangaları kırdığı zaman.
Arslan Bulut 
http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=22924

5 Aralık 2013 Perşembe

Çoluk Çocuk

İMAM İLE PAPAZ'IN BAŞLAMADAN BİTEN MÜNAZARASI 

İmam efendi, ehli kitap ile münazara için patrik ve papazların olduğu tartışma ortamında ilk cümlesi şöyle olmuş:
 - “Papaz efendi, çoluk-çocuk nasıl?” 
Papaz , kibirle yüzünü ekşitmiş; 
- "Hıristiyan din adamlarına münâzaraya geliyorsun da, daha papazların, papanın çoluk-çocuk edinmek gibi süflî (aşağılık)işlerle meşgul olmadığını bilmiyorsun öyle mi! Bu ne cehâlet!” ... 
İmam gülmüş;
 - “Bilmediğimden değil... Fakat; Kendinize bile yakıştıramadığınız, süflî iğrenç bulduğunuz, eş ve evlât edinme vasfını Allâh’a isnad edişinizdeki tutarsızlığı size söyleteyim dedim. (Esbap)

3 Aralık 2013 Salı

Bazen toplama işlemi için el parmakları yetmeyebilir.

Çiçero Teorisi

USTAYLA ÇIRAK


Nermi Uygur
Eğitimci, dağ kılavuzu. Her öğrenciyle yeniden tırmanır, her birinin ilgileri sorularıyla yeni görüp yaşar.

En yetkin eğitim-düzeni, yanlışları en kısa sürede en uygun biçimde düzeltebilme donatımı sağlayan eğitimdir. Bunun için bolca usta yetiştirmek gerekir. Usta, gerçek ustaysa az rastlanır bir pırlantadır. Yetkin eğitime gelince, zor mu zor bir kültür başarısı. Yetkin eğitim eğitim ustalarının işidir her şeyden önce. Oysa usta…Yaman bir döngü.

Her çırak usta olamaz. Her usta çırak olmuştur.

Usta öğüt vermez, yönerge koymaz, ortalama söylemez, örtük açık gütmez. Durur, bakar, dinler, gösterir, susar, konuşur, güler… Usta, çırağın kendini bulmasında çırağa arkadaşlık eder.

Ustanın Bilgeliği

Usta, çırağını, görünüşte belirli bir uğraş doğrultusunda ufak-tefek işlerle oyalarken, çırağı kendi özüne en uygun biçimde olgunlaşmaya bırakan kişidir. Çırak için olgunlaşmanın ne denli zor bir süreç olduğunu iyice bildiği içindir ki, usta, çırağı oyalarken oyalamada gösterir ustalığını. Genellikle tezcanlıdır ama çıraklar; her şeyi bir günde öğrenmek isterler. Oysa öğrenim belli bir yavaşlıktır; çünkü öğrenim kişi olgunluğunun bir parçasıdır. İşte bundan usta, çırağın, insan olarak yaşayıp yetişmesini elden geldiğince çarpıtmadan düzenleyip denetmekten başka bir görevle görevlendirmez kendini. Böylece, ustanın çırağa en büyük katkısı : belirli bir iş yetisi, bir yapma becerisi aktarmak değil, çırağın iş dışında kendi kendisini yetiştirmesine yardımcı olmaktır. Belirli bir işte çıraktan inceden inceye başarı bekleyip çırağı tekyanlı bir alıştırmalar zincirine bağlayan sözümona usta, çırağın yetişip gelişmesini darlaştırır aslında.

Zararsız ilâçlarla hastaları oyalarken, hastaların doğayla kendi kendilerine göz-kulak olmalarını sağlayıp izleyen hekimler gibidir ustalar.

Ustanın işi örnek’ledir, düpedüz örnek vermekle değil ama. Tıpıtıpına uyulması gereken örnekler veren kişiye usta denmez. Ustanın tek örneği kendisidir.

Çok yönden çıraklığın ustalıktan daha çekici olduğuna içten inanmayan usta, işinden pek bir tat almaz. Tat almadıkça da iş düpedüz iştir.

Ustanın çırağına aktarabileceği en önemli “bilgi”, belki de, en önemli “bilgilerin” başkalarına aktarılamıyacağıdır.

En önemli olanı, olsa olsa ustanın yardımıyla kendisi bulup özümseyebilir.

Sözümona “küçüleceğim” diye, “özgürlüğümü yitireceğim” diye ürküp çırak olmayı göze alamayan, usta olmayı hiçbir zaman ummamalıdır.

Çıraklığı kişiliğin silinmesi diye yorumlamak yanlıştır.

Çıraklık, kişiliğe götüren öğrenim ve eğitim süreçlerinin kapsadığı zamandır.

Ustası “oldu” demeden “ben usta oldum” diyen, ustalıktan anlamayanlarca alkışlansa da, bilenlerin gözünde iyi bir çırak bile değildir.

Ustasına inançla bağlanıp güvenmeyenin ustası yok demektir.

Her çırak kendine yaraşan ustayı bulur.

Ustaya, kendisi için vazgeçilmez bir varlık gözüyle bakmayan, henüz ustasını bulmamıştır. Gücünü kötüye kullanmaksızın çırağın kendisine bu gözle bakmasını sağlayamayan usta, “çırağım var” demesin.

“Ben çıraksız da ederim” diye düşünen usta mutsuz ve güdüktür.

Kendi özüne ustalık edip yetiştiren usta her yüzyılda birkaç taneyi geçmez.

Çırağın kötüsü, çabuk yükselmek için elden geldiğince ustasının suyuna gider.

Ustanın kötüsü, çırağının yaptığı her şeyi beğenip bolkeseden başarı belgesi dağıtır.

Yalnızca öğretene, kararlamadan öğretene, herkese aynışeyi aynı biçimde öğretene usta adı yaraşmaz. Usta, öğretiden başka şeylere de gereken önemi vermesini bilen; öğrenciye özgü kişiliğin gerçekleşmesini çepeçevre göz önünde bulunduran kimsedir.

Bir şey öğretenlerin pek azı ustadır.

İlk Görev Olarak

İlk görev olarak, kafa uyuzluğunu, gönül tamtakırlığını, düşünme yavanlığını, istem çelimsizliğini, yaşama ezberciliğini gidermeye yönelmeyen sözümona ustalar ha varmış ha yokmuş.

Ne gösteriş kurullarının, ne düzmece alkışların sürekli bir ustalığı onaylamaya gücü yeter.

Sorunları kendi başına çözmeyi denemede öğrencisine bilgi, sezgi, yetenek ve yüreklilik kazandırmayan öğretmen zararlı bir öğretmendir.

Aktardığı bilgi ve beceriden ötürü birini hoca diye belleyen bir öğrencinin hocadan haberi yoktur. Gerçek hoca bir aracı olarak değil, kendisi için sevilip sayılan; çoğun, öğrencisinin yaşama-tutumunu kökünden değiştiren büyük bir mutluluk pınarı, aranan bir yazgı, unutulmaz bir karşılaşma, eşsiz bir anlam-kaynağıdır.

Hepimiz Çırağız

Öğreneceği şeyleri çabucak öğrenmek isteyen çırak, aslında uğraşını küçümsemekte, dolayısıyle de özünü küçültmektedir. Zor uğraşların ustası olmak için uzun süren çıraklıkları göze almak, böyle bir çıraklığı yükü tadıyla sevmek gerekir. Dostluk, bilim, bilgelik, musîki, yazarlık, felsefe türünden insanı yücelten tüm güzel şeyler için de bu böyle değil midir?

Eninde sonunda hepimiz insanlık çırağıyız.

Ustayla çırak iki ayrı kişidir ama, gerekli uyum varsa, ikisini birden sarıp sarmalayan ikisi-bir’de kaynaşırlar.

Öğrencisiz hoca : kokusuz gül.
Hocasız öğrenci : güneşsiz ağaç.

NERMİ UYGUR
Yaşama Felsefesi, sh.73-76, Çağdaş yy.Ekim/1981

Dünyada Ne Var Ne Yok?

Bir gün meşhur Bekri Mustafa meyhane dönüşü bir caminin yanından geçer. Merhum yine kör kütük sarhoştur. Bir adamcağızında o anda cenazesi caminin musallasına konmuş namazını kıldıracak bir hoca aramaktalar.
Bekri Mustafa'da kelli, felli kalıbı yerinde bir ayyaş! Adamlar kalıbına ve başındaki kavuğuna bakarak ayyaşlar kralını imam zannederler ve cenazenin namazını kıldırmasını rica ederler. 
Bekri ne kadar; 
-Yahu ben hoca falan değilim, dese de,kimseleri inandıramaz.ricalar yalvarma kertesine gelince, Bekri dayanamaz ve cenazenin namazını kendi usulüne göre kıldırır. Sonra da ölünün üstüne eğilip kulağına bir şeyler fısıldar, adamlar sevinirler, bir o kadar da şaşırırlar. 
-Yahu bu adam sadece imam değil aynı zamanda veliymiş de, derler. Sonra Bekri'ye dönüp ; 
-Hocam tevazu ile imamlığını gizlemek istedin ama biz senin ayni zamanda bir veli olduğunu da anladık, derler ve ölünün kulağına ne söylediğini kendilerine anlatmasını rica ederler. Bekri Mustafa;
-Ne konuştum efendiler biliyor musunuz, der.
-Dedim ki; "Ahirete gittiğinde 'Dünyada ne var yok?' diye sorarlarsa, sen 'Bekri Mustafa imam olmuş namaz kıldırıyor de! Gerisini onlar anlarlar' " demiş.

25 Kasım 2013 Pazartesi

“Təzə padşahın bayramları”


Hekayə

Dillərdən süzülüb yaddaşlara hopan rəvayətlərdən birində deyilir ki, qədim-qədim zamanarda, uzaq-uzaq diyarlardan birində adildən adil, rəhmdildən rəhmdil, ağıllıdan ağıllı, müdrükdən müdrük, yaraşıqlıdan yaraşıqlı, boy-buxunludan boy-buxunlu, sadədən sadə, adidən adi bir padşah varmış. Elə bir padşah imiş ki, onun onun yüksək keyfiyyətlərini, yaxşı məziyyətlərini, xasiyyətindəki müsbətlərini, xeyirxah niyyətlərini dəryalar mürəkkəb, meşələr qələm və də küllü bəşər övladı mirzə olsaydı da yazıb qurtara bilməzmiş. Həmin bu padşah taxta beş-altı balış atdırıb yerini rahatlayandan və nadir daş-qaşla bəzənmiş qızıl tacı başına qoyandan sonra köhnə padşahın əlindən zara-zinhara gələn və həmin köhnə padşahdan görünülməyib eşidilməmiş zülümlər çəkən camaat da rahatlaşıbmış. Bu padşah köhnə padşahı devirib şəxsən başını kəsəndən sonra taxta çıxıbmış və köhnə padşahın qanı bu vilayətdə axıdılan axırıncı qan olubmuş. Təzə padşah taxtda yerini rahatlayandan sonra zindanları açdırıb dustaqları buraxdırıbmış, vergiləri azaldıbmış və daha-daha bu kimi yaxşı-yaxşı əməllərə sahiblik edib savab yiyəsi olubmuş. Rəiyyət bu təzə padşahdan o qədər razı olubmuş ki, heç onun beş-altı balışlı yumşaqdan yumşaq, rahatdan rahat taxtında rahat oturmağa qoymurmuş. Hər daim rəiyyətin “Ay Allah, sən bu padşahı başımızdan əskik eləmə”, “Ay Allah, sən bizim ömrümüzdən kəsib bu padşahın ömrünə cala” və bu kimi hər kəlməsindən alqış, dua yağan sədalarından sarayın sivarları titrəyib divanxananın çıraqları oynayırmış və padşah tullanıb-düşən taxtında rahat otura bilmirmiş.
Bu padşah ürəyin istəyən əntiqə padşah imiş və zəif cəhəti var imiş ki, yeyib-içməyə, eyş-işrətə çox həvəsli imiş və hər vəchlə ziyafət qurub bayram eləyirmiş. Özündən xeyli bayramlar uydurubmuş. Ən əvvəl taxta çıxmaq bayramı, sonra padşahın ad günü, sonra padşahın taxta çıxmaq münasibətilə zindanların qapısını açdırıb dustaqları azadlığa buraxdırdığı gün, sonra təzə divan qanununu yazdığı gün, sonra xalq arasından on iki nəfər özü kimi adil ağsaqqal seçib vəzir təyin etdiyi gün, sonra vilayətin köhnə padşahın zülmündən qurtulduğu gün, sonra köhnə padşahın başının təzə padşah tərəfindən kəsildiyi gün, sonra əsarətdən qurtulan rəiyyətin dirçəlməyə başladığı gün, sonra təzə bayrağın ilk dəfə dalğalandığı gün, sonra təzə padşahın fitlə qoşduğu təzə himnin nota köçürüldüyü gün, sonra həmin himnin ilk dəfə səsləndiyi gün, sonra... sonra... sonra... Bir ziyafətlər qurulurmuş ki, gəl görəsən! Yemklər o qədər çox və o qədər növbənöv olurmuş ki, bir adam hamısının dadına baxıb qurtara bilmirmiş. Şərab su yerinə axırmış, saqilərin əlindəki kuzələr boşaldıqca padşahın və qonaqların qarnı dolurmuş. Sazəndələrin könül oxşayıb ruh qidalandıran nəğmələrinin müşayətilə adamı meysiz sərxoş eləməyə qadir olan rəqqasələr oynayırmış...
...Nə qədər bayram elədiyini xatırlamayan padşah axırıncı bayram qonaqlığının sərxoşluğundan ayılıb başlayıbmış qara-qara düşünməyə ki, ay aman, daha bayramlıq səbəb qalmayıb! Padşahın bikeflədiyini görən vəzir-vəkil “kefini açmasaq qəddarlaşıb hamımızı qırdırar” deyə saray əhlini yığıb tədbir tökməyə başlayıblarmış. Ağıllı ağsaqqallardan biri iki nəfər qoca arvad tapıb onlara neyləmək lazım olduğunu başa salıbmış və arvadlar gəlibmişlər padşahın hüzuruna. Padşah bikef vaxtında gələn və qocalıqdan əyilib qabağında yeri öpə bilməyən arvadları görəndə hirslə kim olduqlarını xəbər alıbmış və arvadlar cavab veribmişlər ki, qibleyi-aləm sağ və salamat olsun, biz sənin dayələrinik və gəlmişik səni təbrik eləməyə. Padşah soruşanda ki, ay xanəxərablar, nə təbrik, arvadlar cavab veribmişlər ki, bəs bu gün sənin ilk dəfə ayaq açıb gəzdiyin gündür. Bu da sənə bayram səbəbinin əntiqəsi! Padşahın kefi kökəlibmiş, arvadlara özlərindən ağır ənam veribmiş və ziyafət qurulması haqqında göstəriş veribmiş. Səhəri gün arvadlar yenə gəliblərmiş padşahın yanına və deyiblərmiş ki, bu gün sənin saçının ilk dəfə qırxıldığı gündür. Bayramlar başlayıbmış balalamağa. Padşahın adının qoyulduğu gün, ilk dəfə tualetə tək getdiyi gün, ilk dəfə şərab içdiyi gün, ilk dəfə at mindiyi gün, ilk dəfə mirzədən dərs almağa başladığı gün, ilk dəfə “əlif” yazdığı gün, ilk dəfə “bey” yazdığı gün, ilk dəfə qılınc oynatdığı gün, bakirliyini itirdiyi gün, ilk dəfə şeir əzbərlədiyi gün, ilk dəfə çimdiyi gün, ilk dəfə saqqız çeynədiyi gün, ilk dəfə ayaqqabı geyindiyi gün, ilk dəfə döyüləndə ağlamadığı gün, evləndiyi gün, altmış üçüncü arvadını aldığı gün və s. və i.a. bu kimi gözəl-gözəl bayramlar...
Dillərdən süzülüb yaddaşlara hopan rəvayətlərdən birində bu da deyilir ki, padşah o qədər bayram eləyib yeyib-içibmiş ki, axırda ziyafət süfrəsindəcə qarnı partlayıb ölübmüş...

3 noyabr 2013

22 Kasım 2013 Cuma

Dua


Deniz kenarına oturmuş, gözlerinide ilerdeki bir noktaya dikmişti. Belki de bir saattir öylece duruyordu. Onun bu hâli, alışveriş için balıkçı sandallarının kıyıya dönmesini bekleyen bir ihtiyarın dikkatini çekti. Yaşlı adam, seke seke onun yanına gidip:

- Merhaba delikanlı!. dedi. Bu gün deniz çok harika değil mi?

Küçük çocuk, başını çevirmeden;

- Ama rüzgârlı, dedi. Topum denize düşünce sürükleyip götürdü.

Adam, çocuğun yanına oturup:

- Eğer biraz genç olsaydım, yüzüp onu alırdım!. dedi. Ama şimdi adım bile atamıyorum.

Küçük çocuk, ona cevap vermedi. Ve kıyıdan uzaklaşan topunu daha iyi görebilmek için, hemen yanındaki tümseğe çıktı.

Yaşlı adam, sakin bir ses tonuyla:

- Ümidini hiçbir zaman kaybetme!. dedi. Bence dua etsen çok iyi olur.

Çocuk, büyük bir sevinçle:

- Dua etsem topum geri gelir mi? diye sordu. Denize düştüğü yeri bilir mi?

- Allah isterse eğer, ona öğretir!. dedi ihtiyar. Topun geri gelmese de, duaların sevabı sana yeter.

Küçük çocuk, yaşlı adamın sözlerini biraz düşündükten sonra, her okuduğunda dedesinden bahşiş kopardığı duaları ard arda sıraladı. Daha sonra da, topun dönmesi için Allah'tan yardım istedi. Ama üzüntüsü azalmamıştı. O topa bir sürü para harcamış, bayram parasını bile ona katmıştı. Şimdi artık tek şansı, bazen olduğu gibi, rüzgârın âniden yön değiştirmesiydi. Ama deniz çok büyüktü, topu ise küçücük. Akşam üstü hava biraz daha sertleşti. Ve güneş batmak üzereyken sandallar döndü. Çocuk, eve gitmek istemiyordu. Bu yüzden de ihtiyarla birlikte oyalandı.
Yaşlı adam, hep aynı balıkçıdan alışveriş yapardı. Sonunda onu bulup:

- Avınız inşallah iyi geçmiştir!. dedi Eğer varsa, birkaç kilo alabilirim.

Sandaldaki adam, bir kova içindeki balıkları gösterip:

- Zaten ancak o kadarcık tutmuştum, dedi. Denizde "av" diye bir şey kalmadı.

- Dua etmeyi denediniz mi? diye atıldı çocuk. Ümidinizi sakın kaybetmeyin!.

Balıkçı için her şey tesadüftü. Bunun için de "rasgele" derlerdi. Ama şimdi bir şey hatırlamıştı. Yıllar yılı unuttuğu bir şeyi. Çocuğun yanaklarını okşarken:

- Dua ha!. diye mırıldandı. O zaman tutar mıyım?

- Tutamasanız bile, duaların sevabı size yeter, dedi çocuk. Bunu yeni öğrendim.

Balıkçı, böyle bir sözü ilk defa duyuyordu. Başını ağır ağır sallayarak:

- Ben de yeni öğrendim!. diye gülümsedi. Üstelik de küçük bir öğretmenden.

Çocuk, bu sözlerden çok hoşlanmıştı. Artık topun gitmesine üzülmüyordu. Yanındaki yaşlı adam ona bir göz kırparken, balıkçı tekrar sandala yöneldi ve ağların üzerindeki eski örtüyü açtı. Bir top vardı orada. Henüz ıslak olduğundan, ışıl ışıl parıldayan bir futbol topu. Balıkçı, onu çocuğa uzatıp:
- Öğretmenlerin hakkı hiç ödenmez!. dedi. Bunu biraz önce denizde buldum!. Küçük çocuk, rüyada olmalıydı. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı bir rüya. Aceleyle sağa sola bakındı. Ama her şey gerçekti. Balıkçı da, sandal da, ihtiyar da... Topu ise, işte ellerindeydi. Ona sıkıca sarılıp:

- Bir daha benden izinsiz gezmek yok!. dedi. Ya dua etmeseydim ne olurdun o zaman?

21 Kasım 2013 Perşembe

Hiç



















Nasrettin Hoca'ya sormuşlar: “Kimsin?” “Hiç” demiş Hoca, “Hiç kimseyim.” Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca: ...“Sen kimsin?” “Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara. “Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasrettin Hoca. “Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam. “Daha sonra?” diye üstelemiş Hoca. “Vezir” demiş adam. “Daha daha sonra ne olacaksın?” “Bir ihtimal sadrazam olabilirim.” “Peki, ondan sonra?” Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş: “Hiç.” “Daha niye kabarıyorsun be adam. Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: "Hiçlik makamında!”

Taş / Kemer / Duvar


Marko Polo bir köprüyü tarif ederken uzun uzun taşlardan bahsetti.
Kubilay Han: Ama hangi taş köprüyü ayakta tutmaktadır?
Marko Polo: Köprü herhangi bir taş yardımıyla ayakta durmaz. Fakat onların oluşturduğu bir kemer vasıtasıyla ayakta durur.
Kubilay Han: O halde bana neden taşlardan söz ediyorsun, benim için önemli olan kemerdir.
Marko Polo:Hayır, Taşlar olmaksızın kemer olmaz.

BEN: Önemli olan taş olmak değildir, hangi duvarda yer aldığındır.
Tufan Gündüz'e teşekkürler.

19 Kasım 2013 Salı

İyi Yaşamak

İyi yaşamak için acele et ve şunu bil ki her gün başlı başına bir hayattır.

SENECA

Yaşayacak kaç günümüz, kaç yılımız daha var, kaliteli yaşamak lazım. Ama gel de yaşayabilirsen yaşa!

Ben

Öğrenci Yalanları


KLASİK ÖĞRENCİ YALANLARI
a. Hocam geldim bulamadım,
b. Hocam çalışıyordum,
c. Hocam arkadaşlar bana söylemediler,
d. Hocam sizi aramaktan çekindim, sert görünüyorsunuz.
e. Bu seferlik affedin,
f. Ödev verdiğinizi duymadım, yeni öğrendim. Şimdi ödevimi alsam olmaz mı?

ELCEVAP
a. Ya fakültede yokumdur, ya da sen yoksundur. Ben varsam zaten kapım ardına açıktır. Sen yoksan zaten sorun budur.
b. Çalışmak güzeldir. Derslerine çalışmazsan bir ömür sadece amelelik yaparsın. Tercihin ders çalışmak olmalı, para bir şekilde kazanılır.
c. O zaman ya arkadaşlarını doğru seç, ya da okulda olacağın zamanı.
d. Beni her yerde bulabilirsiniz. Hz.Google'a "gökdayı" yaz, nasıl ulaşacağını görürsün veya bölüm sekreterliği veya fakülte sekreterliğinden isteyen herkes ulaşabiliyor. Bana ulaşamıyorsanız ya kapsama alanı dışında veya yanlış alanlarda fink atıyorsunuzdur.
e. Ben Tanrı değilim, affetmek sadece Allah'a mahsustur.
f. Derse gelseydiniz ödevi de duyardınız, nasıl hazırlanmanız gerektiğini de görürdünüz. Bu aşamayı geçtiğiniz için, ödev alma ve dönemsonu sınavına katılma hakkını kaybetmiş bulunuyorsunuz.

SONSÖZ; şu mübarek ayın hürmetine artık bunlardan vazgeçin. Sizin asli göreviniz öğrenciliktir. Başka mecralarda zaman kaybetmeyin. Üniversite ve özel tecrübelerim; artık bunları yemediğimi ve yemeyeceğimi bilmeniz lazım. Doğrudan gelip; "hocam ben hiçbir yalan söylemeyeceğim, benim hatam var yardımcı olun" deseydiniz daha doğru olurdu.

ÇÜNKÜ İSMAİL GÖKDAYI SADECE; YALANI VE YALAN SÖYLENMESİNİ SEVMEZ. BU KONUDA DA HİÇ TOLERANSI YOKTUR. HAYATTA EN NEFRET ETTİĞİ ŞEYDİR, YALAN SÖYLENMESİ.

MEVLANA'NIN DEDİĞİ GİBİ: " YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL, YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN". BU BÖYLE BİLİNE, NEZİH ÖĞRENCİLERİM ONA GÖRE TAVIR TAKINA.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Kitap değerlendirmeleri için bir not...

http://pinucciasbooks.blogspot.com/2013/01/notlandrma-metodolojim.html

Güneş'ce

DERSLER VE FIKRALAR-4

Bir sorun olduğunda hep bir kahraman çıksın ve çözsün isteriz. Oysa herkesin üzerine düşen bir görev vardır. Biz kolayı seçeriz. Masalsı bir kahraman ve mucize bir çözüm umudu taşırız. Toplumsal sorunların kökeninde yine toplumda var olan bir hastalık yatar. Onun için bir Çin atasözünde “İşler kötüye gidiyorsa bir aynaya bakın” der.

Galileo’ya ilişkin anekdot bize bunu güzel anlatır.

Galileo düşüncelerinden vazgeçmemesi nedeniyle idamla yargılanmış ve sonunda düşüncelerinden vazgeçmiş. 

Öğrencisi bunu duyduğunda büyük bir hayal kırıklığı yaşamış, bu duruma çok bozulmuş ve Galileo’ya "Yazıklar olsun kahramanı olmayan bir millete” diye bağırmış. Galileo da öğrencisine dönüp" Yazıklar olsun kahramana ihtiyaç duyan millete” demiş.
**                               **
Toplum olarak her konuyu siyasal bir kutuplaşmaya dönüştürüp tartışmamız doğruların saptırılmasına yol açıyor. İçine nefret ve düşmanlık katılmış her söz gerçeğin dışına çıkıyor. İnsanlar doğruları sadece taraf olduğu gruptan bakarak görmeye çalışıyor. Bu durum ise aklıselimi ortadan kaldırıyor. Tarafgirlik aklın gözlerini kör ediyor. Akıllı bir söz etmeye kalksan iki tarafında düşmanlığını kazanıyorsun. Çünkü bizden olmayan bize karşı mantığıyla bakılıyor. 

Kamplaşma ve husumet içinde söylenen sözlerin gerçeği yansıtmayacağı konusunda Fransız yazar Montesquieu ile ilgili şu anekdot ibret vericidir.

Fransız yazar Montesquieu dostlarından biriyle bozuşmuş ve tanıdıklarına şöyle demiş: “Bundan sonra ne onun benim hakkımda, ne de benim onun hakkında söylediğimiz sözlere kesinlikle aldırmayın! Çünkü artık düşmanız.”
**                               **
Eskiden özgürlük alanına biraz müdahale olsa “böyle şeyler komünizm de bile yok” denirdi. Komünizm güvenlik amaçlı herkesi kontrol eden ve özgürlüğe yer vermeyen bir rejim olarak algılanırdı. Gerçekten demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin güvencede olduğu bir rejimdir. Temel hak ve hürriyetlerde esas olan özgürlüktür. Sınırlama istisnaidir. Ancak sınırlama kural, özgürlük istisnai olduğunda demokrasiden hızla uzaklaşılır. Polis devletiyle hukuk devleti arasındaki fark, hukuk devletinde temel hak ve özgürlükler güvence altındadır. Polis devletinde esas olan güvenliktir ve devletin otoritesidir. Temel hak ve özgürlükler güvence altında değildir.

Komünizm deyince her şey kontrol altına alan ve insanı robot ritimli, devletin güdümünde bir aygıta dönüştüren, böylelikle mizaha konu olan bir rejim akla geliyor.

Geçmiş dönemlerde anlatılan bir fıkra bize komünizmi yeniden hatırlatıyor.

Rusya Tas Haber Ajansından bir muhabir bir görev için İsviçre’ye gönderilir. Yeterince parası vardır. İsviçre özgürlük ülkesidir. Ama muhabir komünizm klişesiyle düşünmekte ve davranmaktadır.

Bir gün bir araba satış mağazasına gider. “Benim araba alış iznim yok ama bir araba alabilir miyim?” der. Mağaza sahibi gülümseyerek, “Parasını verirsen dilediğin arabayı dilediğin sayıya alabilirsin” der.

Muhabir arabayı alır. Benzin istasyonuna uğrar. “Benim benzin karnem yok ama benzin alabilir miyim” İstasyon görevlisi gülümser “Parasını verirsen dilediğin kadar benzin doldurabilirsin” der.

Muhabir benzini de aldıktan sonra doğru polis karakoluna uğrar. Komisere “Benim arabam var, benzinim de var ama ben nerelerde dolaşabilirim. Dolaşma izni istiyorum” der. Komiser muhabire bakar ve gülümser “Git dilediğin yeri gez, izne gerek yok” der. Muhabir kapıdan çıkar iken mırıldanır “Ne düzensiz memleket yahu!”
**                                           **
Bazı durumlara kızarız. Oysa kızdığımız sonucun müsebbibi biz isek, kendi kendimize komedi oynamış oluruz. Kızdığımız konuların aynı zamanda unsuruysak komik duruma düştüğümüz gibi sorunlar da hiçbir zaman çözülmez. Kısır döngü dedikleri bu olsa gerek. Sebebi bırakıp sonucu yargılamak bir akıl sakatlığıdır. Kızdığımız konuların sebebine indiğimizde kendimizi görme cesaretimiz olmadığı için de başkalarına kızarız.

Bir fıkra bu konuyu anlamamıza yardım eder.

Adam akşam evine geldiğinde hanımı heyecan ve korkuyla başına gelenleri anlatmaya başladı:

-Senin patron bu gün öğleyin eve geldi. Bana asıldı durdu. Adamı başımdan savıncaya kadar neler çektim, bir bilsen.

Adam sakin sakin sordu:

-Onu bırak şimdi, bu arada benim maaşa zamdan bahsetmedi mi hiç?

-Yooo… dedi ,kadın.

Bu kez adam öfkeyle bağırdı:

-Bak ahlaksız herife!...
**                               **
İnsan başkalarından ziyade kendi nefsinin kötülüklerini herkesten iyi bilir. Bilir bilmesine ama bu kötülükleri ya şeytana ya hayvanlara ya da diğer insanlara yükler. En kötüsü diğer insanlara yükleyip kötü zan beslemesidir. Bu durum kişiyi 'başkaları kötü ben en iyiyim' duygusu yaşatarak sahte bir üstünlük ve dürüstlük duygusu yaşatabilir. Ama bu tavır kişiyi daha dürüst daha üstün yapmadığı gibi daha alçak yapar. 

Başkalarını ahlaksızlıkla, namussuzlukla, kötülükle suçlayanların önce kendi nefslerini gözden geçirmesi gerekir. Zaten başkalarında bu kötü hasletleri görenler kendi nefslerindeki kötülüğü görmeyenlerdir. Kendi nefsini göz ardı edip başkalarında kötülük gören gafiller “Nefsini bilen Rabbini bilir” hakikatinden uzaktırlar.

Aşağıdaki kıssa bu insanlar için ibret vericidir.

Hz. Musa çevresindekilere ülkede yaşayan en iyi, en temiz, en zararsız insanı bulup getirmelerini istemiş. Adamlar belli bir zaman arayıp taradıktan sonra bir adamla çıkagelmişler.

Hz. Musa, "Beni bu adamla yalnız bırakın" demiş, diğer adamlar çıkmışlar. Hz Musa,"Şimdi benim senden de bir isteğim var, sen de bana bu ülkenin en kötü, en zararlı adamını bul getir" demiş.

Adam gitmiş, uzun bir zaman geçtikten sonra bir gün tek başına çıkıp gelmiş. Hz. Musa sormuş "Geldin demek ama yalnızsın, ne oldu anlat bakalım?" 

Adam cevap vermiş: "Ben bu kadar süre söylediğiniz gibi bir adam bulmak için bütün ülkeyi dolaştım. Birçok kötülük yapan insan gördüm, ama her defasında kendi kendime kimin gerçekten ne olduğunu ve ne olacağını yalnız Allah bilir, Bu adamlar benden iyi olabilir diye düşündüm. Çünkü ben kendi nefsimin kötülüklerini tam biliyorum ama onlarınkini tam bilmiyorum. Veya bu adamlar ben onu bu halde gördükten sonra kendine çeki düzen verip iyi bir insan olmaya karar verir ve benden daha iyi bir insan olursa diye sordum. İşte bu yüzden başkalarından önce kendimi yargılamam gerektiğini anladım, bu ülkenin en kötü insanı benim" demiş.
**                               **
Az gelişmiş ülke insanı kendi hayatını yaşayamaz. Bütün davranışları başkalarının beğenisine göre şekillenir. Proaktif değil reaktiftir davranışlar gösterir. Başkasının ne söyleyeceği ona yön verir. Böyle bir sürü toplumunu“El alem ne der?“Adında bir gizli örgüt yönetir. Ve başımıza ne gelirse bundan gelir. Olmadık masraflara gireriz. Bu örgüt bizi maymuna çevirir ama itiraz edemeyiz. Saçmalığını bilsek bile örgütün bizi linç edeceğinden korkar, ona tabi oluruz.

Bir fıkra bunu güzel anlatır.

Yörenin birinde evlenme çağına gelen kızlar bir tepeliğe çıkar “kırmav” diye bağırırlarmış. Bu söz ve davranış “artık evlenme çağına geldim bana dünürcü gelebilirsiniz” anlamında bir adetmiş.

Kızın evlenme çağına geldiğinde bu âdete itiraz etmiş. Ben “satılığım der gibi çıkıp bağırmanın bir anlamı yok” demiş.

Çevresindekiler, “Bunu yapmak zorundasın yoksa evde kalırsın” demişler.
Kız “hayır” demiş. “Ben bunu yapmayacağım”

Aradan yıllar geçmiş, kıza dünürcü gelmemiş. Kızın yaşı kırka dayanmış. Kız bakmış ki olacak gibi değil, tepeliğe çıkmış ve bağırmış. “Âdetiniz batsın kırmav!”
**                               **
Tarih insanlar için bir ibret tablosudur. Nice yıkılmaz gibi görünen imparatorluklar yerle bir olmuş, nice yenilmez gibi görünen padişahlar hezimete uğramıştır.

Kendini tanrı sayan Nemrut’un bir sinek tarafından öldürülmesi diktatörler için bir ibreti âlemdir ve bir kara mizah örneğidir.

Kara mizah, insanı acı acı güldüren trajikomik olaylardır.

Emevi halifesi Mervan’ın başından geçen olay, tipik bir kara mizah örneğidir.

Mervan, Emevilerin güçlü bir halifesidir. Kendine aşırı derece güvenmektedir. Kendini yenilmez görür, kibir yüklüdür. 

Abbasiler Mervan’a karşı ayaklanırlar. Mervanın ordusu hem sayıca kalabalık hem de araç gereç bakımından oldukça üstündür. Savaş başlar. Bu esnada Mervan’ın tuvaleti gelir ve su dökmek için atından iner. At gürültülü ortamından ürkerek kaçmaya başlar. Mervan’ın askerleri atı binicisiz görünce Mervan’ın öldüğünü sanırlar. Bir anda ordu bozulur ve kaçmaya başlarlar. Her şey ters yüz olmuştur. Sonuçta Abbasiler savaşı kazanırlar.

Daha sonra olayı değerlendiren kişiler savaşın sonucu için “Bir işemeye gitti devlet!” derler.
**                               **
İnsanlar servetlerine servet kattıkça daha fazla mutlu olacaklarını sanırlar. Oysa mal arttıkça hayat sadeliğini kaybeder ve kaygı artar. Yunus Emre “Bunca varlık var iken bitmez gönül darlığı” demiştir. Aşırı mal biriktirmenin altında yatan duygu, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama arzusudur. Fani şeylerde beka aramak insanı zelil yapar. Aslında gizli bir inançsızlıktır bu. İnsana emanet verilen şeyler üzerinde malik gibi davranmak emin bir insan olmadığımızı gösterir. Neticede insan bu dünyada bir yolcu olduğunu ve emanetlerin de kendinden alınacağını bilmelidir.

Aşağıdaki kıssa bu konuyu çok güzel anlatır.

Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmişti. 

Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu gördü. 
Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sordu: "Neden hiç eşyanız yok?" dedi. "Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz.. .. Onlar nerede?" 

Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sordu gezgin gence; "Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum" dedi. "Peki, senin eşyaların nerede?" 

Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtladı bu soruyu: 

"Ama görüyorsunuz.. .. Ben yolcuyum." 

Ünlü bilge, hak verircesine güldü: 

"Ben de öyle, yavrum" dedi. "Ben de öyle...."
**                    **
Geleceğe dair bir şey isterken sadece arzularımızı düşünürüz. Arzu ettiğimiz şey gerçekleştiğinde mutlu olacağımızı hayal ederiz. Oysa arzu ettiğimiz şey bizim felaketimiz olabilir. Arzu edilen şeyin sonuçları hakkında bir bilgimiz yoksa yanılgıya düşeriz. Onun için geleceğe dair bir şeylere ulaşmak isterken sadece arzuyu değil bilgiyi de dikkate almamız gerekir. Oysa bazı şeylerin sonuçlarını önceden öngöremeyiz. Bu nedenle o konuda tecrübe sahibi insanların bilgisine başvurmamız gerekir. Bu bilgileri edindikten sonra arzumuzun doğru olup olmadığını öğrenebiliriz. Yinede insan ne kadar bilse bile bilgisi sınırlıdır. Onun için sonucun hayırlı olmasını Allah'tan dilemelidir.

Aşağıdaki kıssa bunu bize güzel anlatır.

Rivayet edilir ki Büyük İskender’in doğu seferine çıktığında bir amacı da ab-ı hayatı (kişiye ölümsüzlük kazandıran efsanevi su) bulmak ve ondan içmek imiş.

Bir mağarada ab-ı hayatı bulmuş tam içeceği sırada, mağaranın tavanında bir karga seslenmiş:

-Dur, Allah aşkına içme!

Büyük İskender kargaya, herkesin arzu ettiği ab-ı hayatı neden içmemesi yönünde çığlık attığını sormuş. 

Karga:
-Büyük kral bende hep abı hayat suyunu aramıştım. Sonunda buldum ve ondan içtim. Ama şimdi uzun bir hayatla birlikte, bir şey göremiyorum, gagam kırılmış, pençelerim dökük, tek bir tüyüm dahi kalmamış vaziyette yaşıyorum. Şu an istediğim tek şey ölmek, ama ölemiyorum.

Büyük İskender bilgiye dayanmayan bu arzunun gereksiz bir arzu olduğunu düşünerek ve kargaya teşekkür ederek ab-ı hayatı içmeden oradan ayrılmış.
(Buradaki ders ve fıkralar hayatı ve toplumu daha net görmemiz içindir. Siyasi bir amacı yoktur. Bu çerçevede okunması dileğimdir.)


Durdu GÜNEŞ