30 Haziran 2009 Salı

GAZA GELMEK....

Greater Idaho Falls Bilim Fuari'nda , bir lise ogrencisi, yore insanlarini hazirladigi Projeyi imzalamaya davet etti. Delikanli, "dihydrogen monokside" adli maddenin kullaniminin tumuyle yasaklanmasini, mumkun olmadigi taktirde cok sIkI kontrolunu istiyordu.
Maddenin zararlarini, duvarlara astigi afisleacikliyordu:
1-Yogun terlemelere ve kusmalara sebep olabilir.
2- Dogaya buyuk zararlar veren asit yagmurlarininana unsurudur.
3- Gaz haline gecmis hali, cok ciddi yaniklarasebep olabilir.
4- Kazara solunmasi cigerlere dolmasi olume yolacar
5-Erozyona yol acar
6- Otomobil frenlerinin etkinligini azaltir
7-Olumcul kanser tumurlerinin hepsinin icindebulunmustur.
Bir saat icinde tam 50 bilim fuari meraklisi insan delikanlinin kampanya actigi standi ziyaret etti 43 kisi, yasaklama istegini siddetle desteklediler. 6 kisi kararsiz kaldi. Sadece bir kisi yasaklanmasi istenen "dihydrogenmonokside" in H2O,yani hayatin can damari "Su" oldugunu soyledi.
Delikanlinin bu projesi "Ne kadar kolay aldatilabiliyoruz"yarismasinin birincisi ilan edildi...! Delikanli "Amacim, kolayca saptirilmis, sacma bilimsel cumleciklerle insanlarin nasil yanlis kosullandirilabildiklerini gostermek istedim" dedi.

ARAL’A AĞIT

Yakup Deliömeroğlu’na

Rüyamda gördüm Aral’ı
Aral derinden yaralı
Mağcan gibi, Çolpan gibi
Onun da bahtı karalı.

Karada kalan kayıklar
Eski günleri sayıklar
İnci mercan saçan Aral
Nerede o şakayıklar.

Aral’ın suyu kan gibi
Yaralı bir ceylan gibi
Meğer göller de ölürmüş
Kuğu gibi, insan gibi.

Ural’dan inen marallar
Aral’da saçın tararlar
Yıkanacak göl mü kalmış
Bilmem ki neyi ararlar.

Göl değil kımızdı Aral
Bir iffetli kızdı Aral
Kalınca küffar elinde
Yer altına sızdı Aral.

Devran geçmiş, kervan göçmüş
Aral’ı bir evran içmiş
Ah neden sonra anladım
Buraları sevmek suçmuş.

Ali AKBAŞ- Ocak 2000 TÜRKİSTAN

Hizmet eden misiniz, yoksa edilen mi?

Ahmed ŞAHİN
Sohbetler

Hizmet eden misiniz, yoksa edilen mi?
Mühim, hatta müthiş bir soru: Siz hizmet eden misiniz,yoksa hizmet edilen mi? Evet, cevabını istediğimizsoru budur. Lütfen söyleyin Hizmet eden misiniz, yoksahizmet edilen mi? Hangisinden zevk alıyor, mutlulukduyuyorsunuz?Yoksa, ben büyük adamım, hizmet küçüklerin işidir. Benhizmet etmem, bana hizmet edilir diyenlerden misiniz?Hizmet edenlerin karşısına geçip seyirci kalanlardanmı oluyorsunuz? Kendinizi kontrol ettiniz mi hiç?Yeriniz, rolünüz hangisinin yanında ve içinde? Hizmetedenlerin mi, yoksa edilenlerin mi içindesiniz?İsterseniz bir de Allah Resulü Efendimiz (sas)'ebakalım. Hizmet edenlerin mi, yoksa edilenlerin miiçinde olmayı tercih etmektedir görelim.Bir savaş dönüşünde mola verilmiş, öğle yemeğihazırlamak isteyen ashab kesecekleri koyunun hizmetinikonuşuyorlar.Biri, ben koyunu getireyim, öteki ben de keseyim, birbaşkası da et hazırlamada görev alayım, derken AllahResulü de oturduğu yerden kalkıyor ve şöyle diyor:Ben de ötelerden odun toplayıp da ateşi yakayım.Diyorlar ki:Haşa, yâ Resulallah! Siz oturun, biz hizmetin hepsinide yapar huzurunuza getiririz!Şöyle buyuruyor Allah Resulü:Bilirim ki siz bütün hizmeti yapar, ayağımagetirirsiniz. Ancak ben başkaları hizmet ederken,seyirci kalmak istemem. Ben de hizmet edenler arasındayerimi almayı tercih ederim. Seyirci kalmak bana ağırgelir. Hizmet etmek mutluluk verir.İşte Allah Resulü hizmet edilen değil de eden olmayıböyle tercih ediyor, tüketen değil de üretenden olmayıböyle ibretimize sunmuş oluyor.Nitekim bir adam hakkında konuşulurken biri şöylebağladı sohbeti. Dedi ki:Ben onunla hacca gittim, çok ibadet eden birisidir.Her konaklamada hemen namaza durur, çok ibadet ederdi.Efendimiz şöyle sordu:Her konaklamada ibadet ederdi de devesinin yemini,suyunu kim verir, kendisinin hizmetini kim yapardı?Dedi ki:Hizmetini biz yapardık.Efendimiz burada da tarihî sözünü şöyle söyledi:Demek ki siz ondan çok ibadet etmişsiniz! Çünkü o,hizmet edilenlerden olmuş, siz ise hizmet edenlerden.Bu konuda en çarpıcı bir misal de meşhur Bağdat vaiziYahya bin Muaz'ın kardeşine söylediklerinde. Mekke'demücavir kalan kardeşi gönderdiği mektubunda der ki:Mekke'de durumum çok iyi. Bir de hizmetçim var, banaçok iyi hizmette bulunuyor.Hicri 235'in ünlü vaizi kardeşine gönderdiği cevabındaşöyle ikazda bulunur:Hizmet edilen olmakla iftihar etme de hizmet edenolmakla iftihar et. Zira hizmet edilmek Allah'amahsustur. Hizmet etmek de kula mahsustur. Sen Allah'amahsus sıfatla muttasıf olmayı düşünme de kula aitsıfatla muttasıf olmaya çalış.Misalleri burada kesiyor, kendimize sorular soruyoruz.Bizim halimiz nasıl, durumumuz nedir? Hizmet etmeyi mitercih ediyoruz, yoksa hizmet edilmeyi mi? Allah'amahsus sıfat mı, yoksa kula mahsus sıfat mı?Diyelim ki çevremizde maddeten, manen hizmete ihtiyaçvardır. Bizim durumumuz nedir bu konuda? Bunları hepbaşkaları yapacak, hizmet onların borcu, bizim değil,der gibi bir ilgisizlik içinde miyiz?Yoksa biz de, karınca kararınca ya fiilen, ya fikrenhizmetin ucundan bucağından tutmaya çalışıyor, hizmetedilen değil de eden makamına mı yükselmeyi tercihediyoruz? Bence bu konu düşünmeye değer. İsterseniz siz de birdüşünün.Hizmet edenlerden misiniz, yoksa edilenlerden mi?Seyredenlerden misiniz, yoksa yük altına girip omuzverenlerden mi? Yoksa size hep hizmet edilmeli, siz hiç hizmetetmemeli misiniz, sizin böyle bir ayrıcalığınız mıvar? Allah'ın özel kulu musunuz? Gelin biraz düşünelim.
a.sahin@zaman.com.tr

Dostluk İpini Koparma!

Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkânı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış... Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini... Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam, "Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer" diye söylenmiş. Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar, "Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?" diye düşünmeye başlamış. Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadam, terzinin yanına yaklaşıp, "Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim" deyince, "Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş" diye yanıt vermiş terzi. Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş. "Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?" diye soran yaşlı adam, "Ben terziyim" yanıtını alınca "Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın" diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi. Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkân önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık "ünlü işadamı" diye anılır olmuş. Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmasını sağlamış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş. Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş. Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş. Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş. Ve başlamış anlatmaya: "Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş. Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona "Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın" demiş. Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış. Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış. Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın..." Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş... Dostluk iplerinizi koparmamanız dileğiyle.......
https://www.xing.com'dan aktarılmıştır.

Türk adı taşıyan bir ülke: “Turks and Caicos Islands” (Türk ve Kayık Adaları) ..

22.06.2009

Atlas Okyanusu‘nda “Türk” adı taşıyan bir ülkenin var olduğunu biliyor muydunuz? Karayipler yakınlarında yer alan ve adı Turks ve Caicos Adaları olan bu ülke günümüzde İngiltere sömürgesi konumundadır. 38 adadan oluşan ülkenin başkenti ise Grand Turk (Büyük Türk)’dür. Tüm hükümet binaları ve bakanlıklar Grand Turk adındaki bu adada bulunur. Adaların toplam yüzölçümü 430 kilometrekare, nüfusu ise 25.000′in üzerindedir. Kuzey Atlas Okyanusu’nda yer alan bu tropikal adalar, Bahama’nın güneydoğusunda bulunmakta olup Amerika ve Küba’ya da yakındırlar. . Adaya Türk isminin verilmesinin nedeni ise inandırıcı olmayan bir gerekçeyle açıklanmaya çalışılıyor. İddiaya göre adada bulunan bir kaktüs bitkisi Osmanlı döneminde kullanılan fese benzediği için buraya Türk Adaları denilmiş! Bu iddianın sahibi ise, bölgeyi sömürge halinde ellerinde tutmaya devam eden İngilizler! Oysa adaların Türk ismiyle anılması fesin Türkler tarafından kullanılmaya başlanmasından yüzlerce yıl öncesine dayanıyor. Türk Adaları ismi 1688′de ilk defa Coronelli adlı meşhur bir İtalyan haritacının çizdiği haritada yer alıyor ve bu eser Fransızca. Yani ülkenin şu andaki resmi adının yer aldığı ilk tarihi vesika Fransızca ve “Türk” kelimesi aynen geçiyor. Coronelli”nin söz konusu haritasında Adaların ismi “Ide Caiquos, Caiquos and I. Turche” şeklinde yazılı. Üstelik Türkler de ancak 1800′lü yıllarda fesle tanışıyor ve fes giymeye başlıyor. 16. 17. ve 18. Yüzyıllarda İspanyol, Fransız ve İngilizler arasında el değiştiren Adaların ismi 16. yüzyılda İspanyolların elindeyken bile yine Türk Adalarıydı. Yani bu ismi almasının fesle uzaktan yakından hiçbir alakası yok. İngilizler adanın ismini değiştirmek istemişlerse de ada halkını yüzyıllardır kullandıkları bu isimden vazgeçirememişler. Adaların ismini değiştiremeyen İngilizler bu kez de Ada ile Türkler arasındaki bağı “fes benzerliği” masalını uydurarak kesmek istemişler. 1869 yılında ise Turks ve Caicos Adaları’nın ”Ay-Yıldızlı” eski bayrağını değiştirmeyi başarmışlar. Peki Başkentleri olan Grand Turk (Büyük Türk) adasının adı nereden gelmektedir ve adaya adını veren bu Büyük Türk kimdir? 15. 16. ve 17. Yüzyıllarda Osmanlı Denizcileri’nin Akdeniz ve Atlantik’e yelken açarak bu sularda büyük korsanlık faaliyetleri yaptıkları bilinmektedir. Ayrıca, Piri Reis’in haritasında bu adaların bulunduğu yerde kayık resimleri vardır ki ”Caicos”(Kaykos) kelimesi ”Kayık” anlamına gelir. Buranın Kristof Kolomb’dan 25 yıl önce Türkler tarafından keşfedilerek ele geçirildiği ve Başkenti Grand Turk’ün adının da -Adaya Türk Denizcileri’nin gelmesinden sonra -batılılar tarafından ”Büyük Türk, Grand Senior, Muhteşem Süleyman” adlarıyla anılan Kanuni Sultan Süleyman’dan alındığı sanılmaktadır. Küba‘nın eski Ankara Büyükelçisi E. G. Abascal da konuyu teyit eden şu önemli bilgileri veriyor:“Caicos kelimesi, Türkçe’deki kayıktan geliyor. Adanın adı Türklerin burada bulunduğunu gösteriyor. Küba’nın en meşhur bir bölgesinin adı Matatorcos, yani Türklerin öldüğü yer! Bunun bir felaket sonucu olduğunu dair bilgiler var. İspanyol gemisi San Agustin 28 Şubat 1596′da Havana’ya geldiğinde mürettebatın 45′i Müslüman, bazılarının adları Ramazan, Recep, Yusuf, Ali, Hüseyin idi. Batı Anadolu ve Karadeniz’den gelmişlerdi. 1640 yılında Küba’nın güneyinde bir İngiliz ticari gemisi Türk korsanları tarafından ele geçirilmiş.” Küba Büyükelçisi‘nin verdiği önemli bilgilerden birisi de, İttihat ve Terakki döneminde Enver Paşa’nın Küba’ya özel bir görevli göndererek bu konu hakkında araştırmalar yaptırması. Büyükelçi şöyle devam ediyor: ”Bu görevlinin burada tarihi araştırmalar yaptığını ve bir rapor hazırladığını biliyoruz”Mektuplar Yanlışlıkla Türkiye’ye geliyor, Halkı Yanlışlıkla Türk Sanılıyor.. Posta hizmetlerinde Turks ve Caicos Adaları’nın adı sık sık yanlış yazıldığından adaya giden mektupların bir kısmı önce yanlışlıkla Türkiye’ye geliyor. Türkiye ise mektupları Turks ve Caicos Adaları’na geri gönderiyor. Geçtiğimiz yıllarda bazı Avrupa ülkelerinin Türkiye zannederek bu adalara vize uygulaması başlatması yetkililerin yaptıkları resmi yazışmalarla aşılmış. Ayrıca ada sakinleri dünyanın neresine giderlerse gitsinler önce Türkiye’den gelmediklerini anlatmak zorunda kalıyorlar.
Eh, Avrupa, dünya, vize konusu ve biz Türkler..
Sevgimle, Nilgün Birgören

Re: Türk adı taşıyan bir ülke: “Turks and Caicos Islands” (Türk ve Kayık Adaları) ..

Çok ciddi bir savunma tarzı ile, Piri Reisin seyir haritalarında, Amerika kıtasına gidiş yolu ile örtüşmektedir. Bu durum çok güzel bir şekilde Kolomb'dan önce Türk denizcilerinin bu kıtayı keşfini ispatlamaktadır. Ancak çok büyük bir propoganda karşısında bu fikri savunmamız olanaksızlaşmaktadır. Biz millet olarak inanalım yeterlidir kanısındayım.Bülent Yarar

Bülent Yarar Milsoft ICT A.S.

https://www.xing.com/app/forum?op=showarticles;id=22130284;articleid=22130284
adresinden aktarılmıştır.

Dünyayı Şaşırtan Robot

HER SAAT BAŞI EZAN OKUYOR
Dünyayı şaşırtan Osmanlı robotuSultan 2. Abdülhamid’in Japonya’ya 1889 yılında robot hediye ettiği ortaya çıktı.İnsan şeklinde tasarlanan ve ismi ‘Alamet’ olan robotun özelliği ise sema edip yarım metre yürüyebilmesi ve her saat başı ezan okuyabilmesi...Osmanlı’nın son dönemine damgasını vuran Sultan 2. Abdülhamid Han’ın, günümüzde teknolojiye öncülük eden Japonya’ya 1889'da robot hediye ettiği anlaşıldı. İnsan şeklinde tasarlanan ve ismi ‘Alamet’ olan robotun özelliğinde ise yok yok. Araştırmacı-Yazar Oktan Keleş’in arşivinde yer alan Alamet’in orijinal fotoğrafları Yıldız Sarayı yangınında zarar görmüş. Ancak fotoğrafın kalan parçaları bile 120 yıl sonra ilk kez gündeme gelen bu ilginç olayı anlatmaya yetecek cinsten.
GONG YERİNE EZAN SESİ
Sultan Abdülhamid’in çağdaşı olan Japon İmparatoru Meji’nin yeğeni Prens Komatsu’nun, gemiyle İstanbul’a gelişi ve Sultan’a çeşitli hediyeler getirmesiyle başlıyor bu ilginç tarihi olay. Sarayda ağırlanan prensin ardından 1889’da İstanbul’a özel elçiler gönderen Japon İmparatoru, Sultan Abdülhamid’e Japonya'nın en büyük alameti olan, Büyük Krizantem Nişanı’nın da içinde bulunduğu çeşitli hediyelerle beraber bir mektup yollar. Japon İmparatoru mektubunda Abdülhamid Han'dan, İslâm dini, ilim ve teknolojik gelişmeler, vakıflar, hayır kurumları gibi konularda Japonca veya Fransızca bilgiler gönderilmesini rica eder.Abdülhamid Han, saat mekaniğini çok iyi bilen ve aynı zamanda Yeni Kapı Mevlihânesi saat sanatkârı Musa Dede'den daha önce hiç yapılmamış, eşi benzeri olmayan, teknolojik bir saat yapmasını ister. Derviş Dede bir fikir ortaya atar ve "Bu saat Semâzen şeklinde olsun. Her saat başı kollarını açıp semâ etsin ve gong çalsın" der. Sultan Abdülhamid Han projeyi inceledikten sonra, gong yerine robotun her saat başı ezan okumasını ister. Oktan Keleş, robotun yapımından kısa bir süre önce icat edilen gramafon sayesinde ses kaydı alınabildiğini söyledi.
ALAMET ARADA KAYNADI
Ertuğrul Firkateyni’yle Japonya’ya gönderilen Alamet’in şimdiye kadar duyulmamasının belgelerdeki eşanlamlı ifadelerden kaynaklandığını belirten Keleş, “Tarihi kayıtlarda ‘Osmanlı nişanları, hediyelerle beraber Japon İmparatoru'na takdim edilmiştir" şeklinde geçiyor. Osmanlıca nişan kelimesiyle ve robotun ismi olan ‘Alametí kelimesinin eş anlamı olduğu için robot olan Alamet adeta araya kaynamış" diyor.Sultan Abdülhamid Han asrın teknoloji harikası bu eseri, Ertuğrul Firkateyni vasıtasıyla yazılmış özel bir mektup, hediyeler ve nişanlar ile beraber Japon İmparatoru'na göndermişti. Firkateyn dönüş yolunda 450 mürettebatıyla birlikte batmıştı.
120 YIL ÖNCEKİ BULUŞ
Keleş yapılan robotun özelliklerini şu şekilde sıraladı: “Semâzen şeklinde, normal bir insan boyuna yakın, saatli bir robot. Kaideye oturtulmuş gövdesi; saat başı semâ ediyor, bu esnada kollarını açıyor, gümüş levhalardan yapılmış etekleri açılıyor ve aynı anda ezan okuyor. Tüm bunları yaparken yarım metre yürüyor, hem dönüyor ve ezan bitince de tekrar yarım metre geri giderek yerine dönüyor; kollarını ve eteklerini indiriyor. Robotun tamamı gümüş ve altın kaplamadan yapılmıştı. Robotun arka kısmında kurma yeri mevcuttu ve yedi günde bir kuruluyordu."
BUGÜN
Robotun resimlerini linkten görebilirsiniz.
http://www.samanyoluhaber.com/haber-155528.html

29 Haziran 2009 Pazartesi

Bükçe (Kadın Dili)

Kadınları anlamak zordur derler... Doğrudur... Erkeklerin hep şikayet ettiği o anlaşılmaz hallerini keşfetmek gerekir... Bunun yolu ise kullandıkları dilden geçiyor olsa gerek... Kadın dilinden... Yani Bükçe'den...
Oğlum bir hafta sonra evleniyor. Sorumluluk sahibi bir baba olarak ona öğüt vermem gerekiyor. Fakat bunu evde yapamam çünkü annesi ağız tadıyla öğüt vermeme izin vermez, sözü ağzımdan kapıp kendi devam eder. İş yerimden oğluma telefon açtım, "Akşam yemeğini dışarıda birlikte yiyelim." dedim. Deniz kenarındaki şirin lokantada şimdi onu bekliyorum. Geliyor aslan parçası, yakışıklılığı da aynı ben. Yan masadaki kızlar gözleriyle oğlumu süzüyorlar. Bakmayın kızlar, onu kapan çoktan kaptı. Hoş beşten sonra konuya giriyorum. -Oğlum haftaya düğünün var, bir baba olarak sana bazı konularda yol yordam göstermem gerekiyor.Çocukluğunda suç işlediği zamanlardaki gibi birden bire kızardı. Kerata ne anlatacağımı zannettiyse! -Baba ben yirmi altı yaşındayım, bazı şeyleri biliyorum artık.-Ah senin o biliyorum zannettiğin konularda da çok bilmediğin çıkacak ama ben o konulardan bahsetmeyeceğim. Keşke konuşabilseydik ama henüz o kadar modern olamadım.Rahat bir nefes aldı. Bu arada yemeklerimiz de geldi. Oğlumla şöyle keyif yaparak muhabbet edelim bakalım. -Kaç dil biliyorsun oğlum sen?-İngilizce, Fransızca, bir de Türkçe'yle üç dil oluyor.-Bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. Dilin adı Bükçe. Kadınlar tarafından kullanılır. Sen buna "kadın dili" de diyebilirsin.Güldü. Güldüğü zaman benim yanağımdaki gibi küçük bir gamzesi var, o ortaya cıkıyor.-Kadınların ayrı bir dili mi var?-Tabii ki. Eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir, ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. O yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen her erkek Bükçe'yi öğrenmeli.İyi de niye Bükçe?-Çünkü kadınlar konuşurken, genellikle söyleyecekleri sözü net söylemezler. Eğip bükerler; onun için dilin adını; "Bükçe" koydum. -"Bükçe zor bir dil mi baba?" diye sordu gülerek.-Bana bak, çok önemli bir konu ama eğleniyor gibisin, biraz ciddiye al. Bir kadınla mutlu olmak istiyorsan bu dili bilmen çok önemli. Çünkü kadınlar sözü bükerek bükçe konuşurlar sonra da senin sözün doğrusunu anlamanı beklerler. Felsefesini anlarsan kolay, anlamazsan zor. Mesela Çinli bir karın var, sen karına sürekli Fransızca "seni seviyorum" diyorsun ama karın hiç Fransızca anlamıyor. Fransızca "seni seviyorum"un onun için bir anlamı yoktur. Ona Çince "seni seviyorum" dediğinde seni anlayabilir. -Tamam baba, haklısın ciddiyetle dinliyorum. Peki, sence kadınlar neden bizimle aynı dili konuşmuyorlar, söyleyeceklerini direkt söylemiyorlar?-Bence bir kaç sebebi var. Birincisi, duygusal oldukları için, hayır cevabı alıp kırılmaktan korktuklarından sözlerini de dolaylı söylüyorlar. İkincisi, kadınlar dünyaya annelikle donanımlı olarak gönderildikleri için onların iletişim yetenekleri çok güçlü. -Bu konuda biz erkeklerden bir sıfır öndeler yani.-Ne bir sıfırı oğlum, en az on sıfır öndeler. Düşünsene, henüz konuşmayan, küçük bir çocuğun bile yüz ifadesinden ne demek istediğini hemen anlıyorlar. İşin kötüsü kendileri leb demeden leblebiyi anladıkları için biz erkekleri de kendileri gibi zannediyorlar. Onun için leb deyip bekliyorlar. Hatta bazen, leb demek zorunda kaldıkları için bile kızarlar. "Niye leb demek zorunda kalıyorum da o düşünmüyor?" diye canları sıkılır.-Biz de bazen Canan'la böyle sorunlar yaşıyoruz. "Niye düşünmedin?" diye kızıyor bana.-Kızarlar oğlum, kızarlar. Kadınlar ince düşüncelidirler, detaycıdırlar, küçük şeyler gözlerinden hiç kaçmaz. Bizim de kendileri gibi düşünceli olmamızı beklerler, fakat erkekler onlar gibi değil. Biz bütüne odaklıyız, onlar detaya. Beyinlerimiz böyle çalışıyor.-Ne olacak baba o zaman, yok mu bu işin çaresi?-Var dedik ya oğlum, Bükçe'yi öğreneceksin, bunun için buradayız. Hazır mısın?-Hazırım baba.-Bükçe bol kelime kullanılan bir dildir. Biz erkeklerin on kelime ile anlattığı bir konu, Bükçe'de en az yüz kelime ile anlatılır. Dinlerken sabırlı olacaksın. Mesela karın o gün kendine elbise aldı, diyelim. Bunu sana "Bugün bir elbise aldım." diye söylemez. Elbise almak için dışarı çıktığından başlar, kaç mağazaya gittiğinden, almak için kaç elbise denediğinden, indirimlerden, yolda gördüğü tanıdıklarından, alırken yaptığı pazarlıktan devam eder ve sana kocaman bir hikaye anlatır.-Hikaye dili yani.-Aynen öyle. Sen akıllı bir erkek olarak ona asla, "Hikaye anlatma, ana fikre gel, kısa kes." demeyeceksin. Böyle bir şey dediğinde bittin demektir. İster öyle de, istersen "seni sevmiyorum." de. İki durumda da "seni sevmiyorum" demiş olacaksın.-Ne alakası var baba "seni sevmiyorum" demekle "kısa anlat" demenin?-Çok alakası var. Kadınlar dinlenmedikleri zaman sevilmediklerini düşünürler.-Bu önemli. Bükçe'de dinlemek sevmektir diyorsun. -Aynen öyle. Devam edelim. Bükçe ima dolu bir dildir. Kadınlar konuşurken bir şeyler ima etmeyi severler. Biz erkekler de imalı konuşuyoruz diye düşünürler ve gözlerimizle onlara ne demek istediğimizi çözmeye çalışırlar. Oysa erkeklerin ima yeteneği pek gelişmemiştir. Bizim kastımız söylediğimiz şeydir. -Geçen hafta Canan bana "Bir kaç kilo daha versem gelinliğin içinde daha iyi duracağım." dedi. Ben de "Böyle de iyisin." dedim. Canı sıkıldı, bir kaç saat surat astı. "Neyin var?" diye sordum. "Hiçbir şeyim yok." dedi. Sence nerede hata yaptım?-"Böyle de iyisin" derken o "de" ekini orda kullanmamalıydın. Canan bunu şöyle anlamıştır. "Böyle de fena sayılmazsın, eh işte, idare edersin ama tabi daha da iyi, daha da güzel olabilirsin."-Peki ne demem gerekiyordu?-Şunu hiç unutma. Kadınlar kendileri ile ilgili, giysileri ile ilgili ya da aileleri ile ilgili bir soru soruyorlarsa, kesinlikle iltifat bekliyorlardır. Es kaza eleştirmeye kalkarsan yandın. Bunu hiç unutmazlar. O gün "Hayatım sen zaten çok güzelsin, kilo vermeye falan bence ihtiyacın yok." deseydin, günün zehir olmazdı. Mesela bir gün kucağına oturup "Ağır mıyım?" derse sakın; "Evet, biraz" falan deme "Hayır" de. -Yani diyorsun ki bir kadın her daim güzeldir, her giydiği yakışır ve her kadının annesi bir hanımefendi, babası da beyefendidir. Bana ne yaparlarsa yapsınlar.-Aferin oğlum, çok hızlı anlıyorsun bana çekmişsin. Kadının, kendi anne babasıyla sorunu olsa, kendi eleştirir ama asla senin eleştirmeni kabul etmez. Bunu kendine hakaret olarak alır.-Ve asla unutmazlar, değil mi?-Aynen öyle. Yıllar once annene, annesi için "Biraz cimri." demiştim. Hala "Sen benim annemi sevmezsin." der ve annesi bize bir şey aldığında gözüme sokar, en çok göreceğim yere koyar. -Hadi o konularda dilimi tutarım da, şu ima işini çözmek zor geldi.-Zor gibi ama biraz gayret edersen çözersin. En önemlisi imaları anlayacaksın ama "Sen şunu mu demek istiyorsun?" diye asla yüzüne vurmayacaksın.-Anladım. Anlayacaksın ama anladığını belli etmeyeceksin. Buna şöyle de diyebiliriz. O beni iğnelediğinde "Niye bana iğne batırıyorsun?" diye sormayacağım, o iğneyi ben kendi kendime batırmışım gibi yapacağım.-Güzel ifade ettin oğlum. Mesela dün öğlen annen beni aradı. "Akşama tok mu geleceksin?" diye sordu. Beni biliyorsun akşam yemeklerinde hep evdeyimdir. Kırk yılda bir dışarıda yerim onu da haber veririm. Tabi ben hemen anladım annenin ne demek istediğini. "Tok gel, yemekle uğraşmak istemiyorum" demek istiyor. Anladım ama tabi "Ne demek istiyorsun?" demedim.-Dün çok yorulmuştu baba, düğün alışverişine çıkmıştık. -Bunun pek çok sebebi olabilir. Yorulmuş olabilir, bir kabul gününden tok gelmiş olabilir, bin beş yüzüncü diyetine başlamış ve o gün yemekle uğraşmak istemiyor olabilir. Ama bunu biz erkekler gibi kısa yoldan "Canım benim karnım tok, sen de dışarıda bir şeyler ye, ya da yorgunum, gelirken bir seyler getir yiyelim." demez. Sanki böyle derse, iyi ev kadını rütbesi tozlanacak, mevki kaybedecek. İlla Bükçe anlatacak, asık bir yüzle karşılaşmamak için senin de anlaman gerekiyor. "Hayır, evde yiyeceğim ama istersen hazır bir şeyler alıp geleyim, ne dersin?"dedim. "Tamam." dedi. Döneri sever biliyorsun, dün eve giderken, ekmek arası döner yaptırdım. Onun dönerini de porsiyon yaptırdım. Bunu düşündüğüm için ayrıca sevindi. O da diyette, düğünde daha zayıf görünme derdinde bu sıralar.-Bu Bükçe'de kısa konuşma yok mu baba?-Var ama yerinde olsam hiç tercih etmezdim. Kadın konuşmuyorsa ya da kısa konuşuyorsa kesin ciddi bir sorun var demektir. Mesela baktın canı sıkkın, soruyorsun, "Neyin var?" diye. "Hiçbir şeyim yok." diyorsa, aman bir şeyi yokmuş diye bırakma. Yoksa az sonra, çok ilgisiz olduğundan yakınarak, ağlamaya başlar. -Bükçe'de "Hiçbir şey yok." demek; "Çok şey var, benimle ilgilen." demek oluyor, o zaman.-Evet. Biz erkekler "Bir şey yok." diyorsak, ya gerçekten bir şey yoktur, sadece başımızı dinlemek istiyoruzdur ya da bir sey vardır ama; "Şu anda konuşacak bir şey yok." diyoruzdur. Her ikisinde de konuşmak istemiyoruzdur. Ama kadınlar ilgiyi sevgi olarak gördükleri için "Bana değer veriyorsan, ilgilen ki anlatayım." demek istiyordur. Çok nadiren gerçekten anlatmak istemiyor olabilir, o zaman da fazla üstüne varıp bunaltmayacaksın tabi.-Bir arkadaşım da "Kadınların 'Peki.' demesi tehlikelidir" demişti.-Doğru. Bir kadının ağzından çıkan kuru bir 'peki', 'olur', 'tamam' her zaman tehlikelidir. Bu Bükçe'de "Şimdi tamam diyorum ama acısını daha sonra çıkaracağım." demektir. Sana en kısa zamanda kesin bir ceza keser. Fakat pekinin yanında "Peki canım, olur hayatım" gibi bir hoşluk ekliyorsa korkmaya gerek yok. -Zor bir dil baba.-Yok yok gözün korkmasın, her yabancı dil gibi. İlk başlarda biraz çalışacaksın, pratik yapacaksın, bazen hatalar yapacaksın, dikkat edeceksin sonra otomatiğe bağlanırsın. Kolay yanı şu; senin Bükçe konuşman gerekmiyor. Dili anlaman yeterli. -Anlamak da pek kolay değil ama.-Korkma, o kadar zor değil. En önemli kuralları ben sana öğretiyorum zaten. Devam edelim. Kadınlar istediklerini söylemek zorunda kalınca, düşünemediğimiz için biz erkeklere kızarlar ve konuşurken suçlayarak konuşurlar; fakat suçladıklarının farkında olmazlar. Sitem ediyoruz zannederler. -Nasıl yani?-Mesela, karın sana "Ne zamandır dışarı çıkmadık." derse bunu suçlama olarak üstüne alma, canı seninle gezmek istiyordur, bunu sen düşünüp teklif etmediğin için kalbi kırılmıştır. Maksadı seni suçlamak değildir. "Daha geçenlerde gezmeye gittik." gibi bir savunmaya girme. "Tamam canım haklısın, ben de istiyorum, en kısa zamanda gideriz." de, konu kapanır. Tabi ilk fırsatta da sözünü yerine getirirsen iyi olur.-Küçük ama önemli detaylar.-Aynen öyle. Mesela karın "Üşüdüm." diyorsa, "Üstünü kalın giy." demeni ya da kombiyi açmanı değil, ona sarılmanı istiyordur. -Keşke okullarda öğretselerdi biz erkeklere Bükçe'yi. Ne kadar erken başlasak o kadar çabuk kavrayabilirdik belki.-Haklısın, aslında ben de sana öğretmek için geç kaldım. Neyse zararın neresinden dönülse kardır. -Not mu alsaydım... Epeyce detayı varmış dilin.-Sen bilirsin oğlum, unutacaksan al. Keşke ben de not alıp gelseydim. Umarım sana eksik öğretmem. Şimdi aklıma geldi. Kadınların en nefret ettiği sözcük "Fark etmez."dir. "Fark etmez"i kadınlar "Hiç umurumda değil, ne yaparsan yap." diye anlarlar. -En değerli sözcük nedir?-Sen bil bakalım.-"Seni seviyorum." herhalde.-Evet, kadınlar "Seni seviyorum." sözünü sık sık duymak isterler. Biz erkekler; "Söylemiştim, zaten biliyor." diye bu konuda gaflete düşmemeliyiz. -Bükçe sadece konuşma dili midir baba? Bunun bir de davranış dili var gibi geliyor bana.-Zekan kesinlikle bana çekmiş. Ben de tam ona geliyordum. Davranışlar da çok önemli tabii. kadınlar küçük şeylere önem verirler. Akşam ona sarıl, televizyon seyrediyorsan sarılarak seyret. Gündüz onu düşündüğünü ifade etmek için kısacık da olsa bir mesaj gönder, küçük sürprizler yap. O yemek hazırlarken ona yardım et, salata yap, çay demle. -Akşam gelip sırt üstü yatmak yok yani.-Gözünde büyütme. Sayınca çok şey gibi görünüyor ama aslında bunlar zaman alacak, zor ve masraflı şeyler değil. Sen bu küçük şeylere dikkat et, zaten karın sana paşa gibi davranır, seni yormaz. Bir erkek bu küçük şeylere dikkat etmezse zamanını karısıyla büyük kavgalar yaparak geçirir. Sevgiyle geçirmek varken niye kavgayla geçiresin ki? Kadınlar çok vericidir ama, eğer sen hep alıp hiç vermezsen, bir gün birden patlarlar. Küçük küçük alırlarsa, büyük büyük verirler.-Tamam baba, bunlara dikkat edeceğim.
Garson yemek tabaklarını kaldırırken oğlumun telefonu çalmaya başladı. Belli ki nişanlısı arıyor, konuşmak için deniz kenarına doğru adımlamaya başladı. Az sonra geldi.-Baba çok teşekkür ederim. Bükçe'yi anlamaya başladım. Canan aradı. "Salonun perdeleri ne renk olsun karar veremedim, yarın birlikte mi baksak?" dedi. Tam "Fark etmez, sen seç." diyecektim ki bunu senin söylediğin gibi "Ev de perde de umurumda değil." gibi anlayacağı aklıma geldi. "Tabii canım, istersen birlikte bakabiliriz ama ben senin zevkine güveniyorum, sen seç istersen." dedim, çok mutlu oldu. Kendi seçecek.-O zaten perdeyi çoktan seçmiştir de kadınlar illa yaptıklarını onaylatmak isterler. Birlikte de gitsen o seçtiği perdeyi almak isteyecektir. Biz erkekler onların ne demek istediklerini anlarsak, işlerden kolay sıyırırız.-Baba tekrar teşekkür ederim. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım. Bana Bükçe'yi öğretmeseydin hali mi düşünmek bile istemiyorum. Şanslısın oğlum. Benim seninki gibi bir babam yoktu. Bunları deneye yanıla öğrenmem yıllarımı aldı. Sen yine iyisin, hazıra kondun. Güle güle kullan, isteyene de öğret, herkes de güle güle kullansın. Kullansınlar ki yüzleri gülsün.
Sema Maraşlı'nın Eşimle Tanışmayı Unutmuşuz kitabından....
Asım Yıldırım Web sitesinden ©aLıntıdır.
asimyildirim.com

Yerimizde sayarken

A. ALİ URAL
a.ural@zaman.com.tr

Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi... Adam koyunları sayıyor uyuyabilmek için. Çitin üzerinden atladıkça koyunlar ağırlaşıyor göz kapakları. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi... Rakamlar gözlerimizi kapatalı çok oluyor. Kâh tarihle mil çekiyor gözlerimize, kâh talihle. Bir takvim yaprağıyla bir piyango bileti yan yana savruluyor rüzgârda. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi...
Herkesin bir numarası var. Çok numarası var herkesin. Doğar doğmaz başka bebeklerle karışmasın diye bir rakam yazılıyor bileğine herkesin. Yedi numaralı bebek sizin bebeğiniz. Madem dünyaya geldiniz, bir kimlik çıkartalım size. İkinci numaranızı verelim. Kimlik no: 7777. Yediden gidiyorsunuz. Yedi çift ayakkabınız var ve nereye gideceğinizi bilemiyorsunuz. Yardımcı olalım size. Okula gidin! Gidin ve öğrenin yeni numaranızı.
- 185!
- Burdayım!
Demek buradasın. Seni bekliyorduk biz de. Bak neler öğreteceğiz sana. Say bakalım. Bir, iki, üç dört, beş, altı, yedi... Aylar nasıl da geçip gidiyor. Karneler nasıl da çırpınıyor ellerde. Veliye duyurulacak özel notlar: I. Dönem: "Çok bilgili, hazırlıklı gelen bir öğrencidir. Aritmetiğe hız vermesini tavsiye ederim." II. Dönem: "İfade dersleri çok gelişiyor, aritmetiği neden gelişemiyor. Tatilde hazırlanmasını rica ederim." Tatil ve aritmetik! Kaydıraktan kaymak yok. Aşağıda bekleyip kayan çocukları sayacaksın. Bir, iki, üç, dört, beş, altı yedi... Hayır cevizleri yemeyeceksin. Erikleri de. Yedi cevizden ikisini, yedi erikten üçünü arkadaşına vereceksin. Aritmetiğin gelişecek! Havuzun suyu masmavi. Fakat yüzmeye kalkma. Senin bir havuzun değil, bir havuz problemin var. Yedi musluk neden dolduramıyor havuzu? Hey sen! Küçük Prens! Çabuk cevapla sorumu! Havuz neden dolmuyor?
Küçük Prens atkısını savurdu. Kalın sarı bir çizgi dalgalanarak katıldı siyaha. Siyah önce kucakladı sarıyı sonra bıraktı boşluğa. Bir kuyruklu yıldıza dönüştü atkı. Bir üzüm salkımı gibi sarktı dünyaya: "İnsanlar rakamlardan hoşlanırlar. Onlara yeni bir dosttan söz ederseniz, asıl önemli olan şeyleri sormazlar size; hiçbir zaman 'Sesinin tonu nasıl? En çok sevdiği oyunlar hangileri? Kelebek koleksiyonu yapar mı?' diye sordukları olmaz, 'Kaç yaşında? Kaç erkek kardeşi var? Kilosu ne kadar? Babası ne kadar kazanıyor?' diye sorar ve yalnızca o zaman onu tanıdıklarına inanırlar. Büyüklere deseniz ki: 'Pembe tuğladan güzel bir ev gördüm, pencerelerinde sardunyalar, damında güvercinler vardı...' Bu evi gözlerinin önüne getiremezler. Onlara şöyle demek gerekir: 'Yüz bin franklık bir ev gördüm.' Bunun üzerine haykırırlar: 'Ne kadar güzel ev!'"
Ve ne kadar güzel saymak. Bir, iki, üç, dört, beş altı, yedi... Çoğunluğun peşinden gidiyoruz. Nerede bir kalabalık görsek can atıyoruz katılmaya. Kalabalığın kalbi daha gürültülü atıyor çünkü. Çoğunluk yanılabilir mi? Hâşâ. Kesret göz alıcı, akıl alıcı. Dört işlem büyüsünü sürdürüyor. Rekorlar kitabı kalınlaşıyor her an. Daha çok para, daha çok kelime, daha çok ağırlık, daha çok ürün, daha çok okur, daha çok toprak... Daha çok, daha çok, daha çok! Kudurtan bir hece bu! Kışkırtan bir kelime! "Çoğ" iken "Çok" olmuş. Bir yansıma bu. Eski Türkçe'de esamisi okunmuyor. Harezmce'de, Uygurca'da ve bazı Asya dillerinde kâh "Alçak ve kötü" anlamına geliyor, kâh "Işık ve yükselme" anlamına. Çokluk ne zaman "alçalış"ı hazırlar ve ne zaman "yükseliş"tir, bir muamma. "Kesret" ve "kıllet" mahmuzluyor atını. Kalabalıklar avazları çıktığı kadar bağırıyorlar galibiyeti için kesretin. Avuçları parçalanana kadar alkışlıyorlar. "Kıllet" mi? Her güçsüz birey unutulmalı.
Unutulmalı ki, hatırlanmasın Niyâzî-i Mısrî'nin sözü: "Kesret-i Emvâca bakma cümle bir derya durur./ Her ne mevci kim görürsen bahr-ı umman andadır./ Dalgaların çokluğuna bakma tek bir denizdir hepsi. Kimde bir dalga görürsen sonsuz umman ondadır." Unutulmalı ki, Râşit Halifeler'in beşincisi Ömer b. Abdülaziz, seferden dönen komutanının zaferden bahsetmesi üzerine, "Hiç Müslüman öldü mü?" sorusunu yöneltip, "Sadece bir adamcağız öldü!" cevabını alsın ve bütün zamanların yöneticilerinin başına bireyden bir yıldırım düşürsün: "Bir adamcağız ha! Bu ikidir oluyor. Bana koyun, inek ve ganimetle geliyor, fakat bir müminin öldüğünü söylemiyorsunuz! Yaşadığım sürece kumandan ve vali olamayacaksınız!"
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi... Adam koyunları sayıyor uyuyabilmek için. Çitin üzerinden atladıkça koyunlar ağırlaşıyor göz kapakları. Sayıları öğreneli çok oluyor. Sayılara teslim olalı çok. a.ural@zaman.com.tr
03 Mayıs 2009, Pazar
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=844067
http://www.aliural.com/

23 Haziran 2009 Salı

Yeni Bir Yuva

Selçuk Küçükyıldız
Yeni bir yuva kazanan bir çocuğun hikayesi.
Odamda mahalli gazeteleri okuyorum. Salondaki sessizliği yabancı sesler bozuyor.Santral memurunun “Müdür Bey yok,müdür yardımcısı burada.”sözlerini duyuyorum.İşleri varsa benimle görüşmek durumundalar. Kapım vuruluyor. Sesimi yükselterek: —Gel! diyorum.Odamın önünde sesler var.Fakat içeri girmediklerine göre ya dediğimi duymadılar ya da çekiniyorlar.Tekrar: —Gel! diye bu defa yüksek sesle davet ediyorum gelenleri. Kapım yavaşça açılıyor.75–80 yaşlarında ak sakallı bir ihtiyar... —Buyur dede, neden bekliyorsun, gelsene, diyorum .İhtiyar içeri giriyor ama arkasında biri daha var.Bu,bir çocuk.11-12 yaşlarında.Onlara yer gösteriyorum. İhtiyar, nurani yüzlü, eski fakat oldukça temiz giyimli. Çocuk;esmerce,yeşil gözleri çekingen tavırlarla etrafı süzüyor. Pantolonunun diz kısmı küçük yamalıklı. İç hat telefonumdan onlara çay söylüyorum. Hal hatır soruyorum. Geliş sebebini öğrenmek istiyorum.Biraz tahmin de yapıyorum kendi kendime.İhtiyar benim sormama fırsat bırakmıyor, anlatmaya başlıyor: —Efendi oğlum, bizim bir derdimiz var. —Buyur dede, diyorum. O devam ediyor. Araç’ın merkeze yakın bir köyündenmişler.Yanındaki çocuk torunuymuş.İki yıl önce oğlu kalp yetmezliğinden ölünce, gelini başka bir adamla evlenmiş.İhtiyar da başka kimseleri olmadığından hem kendine hem de bu çocuğa bakmak zorunda kalmış. Komşuları zaman zaman yardım etmişler ama ne kadar yardım etseler de aç kaldıkları bile olmuş. Çocuk bin bir zorlukla ilkokulu bitirmiş. Bitirmiş ama asıl mesele bundan sonra başlamış. Çocuğu ortaokula vermek lazım. Köyde ortaokul olmadığından şehirde okutmak gerek. Ne var ki, ihtiyarın buna mecali yok. Köyün öğretmeni ona Yetiştirme Yurdu’nu tavsiye etmiş. O da çocuğu alıp gelmiş. Bu işin hemen olamayacağını belirterek kendisine bir dilekçe yazıveriyorum. Ne yapacağını tek tek anlatıyorum. Teşekkür ederek odamdan ayrılıyorlar. … Bu konuşmanın üzerinden üç ay geçmiş. Bu defa müdür beyin odasındayım. İhtiyar yine çocukla kapıdan içeri giriyor. Yüzünde sevinçli bir ifade var. Dilekçesi işleme konulmuş, çocuğun yurda alınması kararlaştırılmış. Müdür Bey onları oturtuyor. — Gözün aydın dede, diyorum. Gözyaşlarını tutamıyor. — Rahmetli babası bunu hep okutmak isterdi. Fakat ömrü vefa etmedi. Devlet sayesinde, sizlerin sayesinde inşallah okur da rahmetlinin arzusu yerine gelir. Dedeyi bizimle öğle yemeği yemeden bırakmıyoruz. Yemekten sonra ayrılık vakti geliyor. Dede ve torun vedalaşıyorlar. Bana dönerek: — Allah’a ve size emanet, diyor. — Sen merak etme, diyorum. Göz yaşlarını silerek yurdun kapısından çıkıyor. Çocuğu odama götürüyorum. Onunla sohbet ediyoruz. Adını sorduğumda: — Turgay, diyor. Okulların kayıt sürelerinin yakında dolacağı aklıma geliyor. Hangi okula gitmek istediğini soruyorum: — İmam Hatip, diye cevaplıyor kısaca. Merak ediyorum. O sanki sebebini soracağımı tahmin etmiş gibi: — Rahmetli babam benim hep bu okulda okumamı isterdi de… Onun için. Hem kısa yoldan hayatımı kazanmak istiyorum. Sözleri beni etkiliyor. Babasının yokluğu onu daha şimdiden hayatın acı gerçeğiyle yüz yüze getirmiş. Öğleden sonra öğretmen arkadaşın biri onu okula kaydolmaya götürüyor. Ertesi gün Sümerbank’tan elbise alınacak. Bütün öğrencileri grup grup götürüp orada giydiriyoruz. Sıra Turgay’a geliyor. Üzerindeki eskileri çıkarıp yenileri giyerken sevinç içinde. Elbiseyi giyiyor. Yalnız ayağındaki naylon ayakkabılar yeni elbisenin altına yakışmadı. Ben diğer çocuklarla ilgileniyorum. Bir ara Turgay gözden kayboluyor. Çocuklardan biri bana gelerek; — Öğretmenim, yeni gelen arkadaş ağlıyor, diyor. Onun olduğunu tahmin ediyorum. Etrafıma bakınıyorum. Onu göremiyorum. Çocuklar olduğu yeri gösteriyorlar. O bir köşeye çömelmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Ayağa kaldırıyorum. Saçlarını, yanaklarını okşuyorum. Başını göğsüme yaslıyorum. Neden ağladığını öğrenmeye çalışıyorum. Söylemek istemiyor. Israr ediyorum: — Öğretmenim ben bu elbiseleri hep rüyalarımda giyerdim. Şimdi çok mutluyum, rüyalarım gerçek oldu, diyor. Ben de duygulanıyorum, gözyaşlarımı zorlukla tutuyorum … Onu ve onun gibi daha nicelerini besleyip-büyüten, okutan, adam eden, devletimizin daha da güçlü olması için Allah’a dua ediyorum. 24 Kasım 1989/Kastamonu
http://www.izedebiyat.com/yazar.asp?id=4295

Sözünde Durmak

Selçuk Küçükyıldız

Hayata bağlanan mahkumlar ve bir dram.
Öğretmenler odası sigara dumanı altındaydı. Kadir Hoca dumandan rahatsız olmuş ve her zamanki gibi camı açmak için yerinden doğrulmuştu. Daha camı açamadan nöbetçi öğrencinin kendisine geldiğini hissetti. -Hocam, müdür bey bu yazıyı size gönderdi.’Okuduktan sonra yanıma uğrasın.’dedi. Kadir Hoca yakın gözlüğünü cebinden çıkarırken kapıdan çıkmakta olan öğrenciye camı açmasını rica etti. Çantasının bulunduğu yerdeki koltuğa oturup gelen yazıyı okumaya başladı. Yazı cezaevi müdürlüğünden geliyordu.Adalet Bakanlığı yeni bir uygulamayla cezaevlerinde mahkûmlara okullar açmıştı.Türkçe öğretmenine de ihtiyaç vardı. Hoca cezaevi kelimesini okuyunca öğrencilik yıllarını hatırladı. Yüksek okulu okumak için gittiği şehirde öğrenci olayları nedeniyle tutuklanan arkadaşlarını ziyarete giderdi. O karanlık, dar koridorlardaki dört-beş kat tel örgülü görüş yerleri , birbirlerinin konuşmalarını duyamayan mahkum ve ziyaretçiler,gözyaşlarına hakim olamayan anne ve babalar,kireç boyalı duvarlardaki siyasi sloganlar bir bir gözlerinin önüne geldi. Bir arkadaşının o yıllarda kendisi için cezaevinde yaptığı, üzerinde adı yazılı boncuk anahtarlığı on senedir hiç yanından ayırmıyordu zaten. Göreve talip olursa daha önce içini görmediği cezaevinde mahkûmlara dışarıdan okul bitirme kursu verecekti. Karmaşık düşüncelerle müdürün kapısını tıklattı. Oraya derse gidebileceğini söyledi. Müdür, okul tiyatrosu hazırlıklarını; tiyatronun şubat ayına yetişip yetişmeyeceğini sordu. Anlaşılan Kadir Hoca’nın cezaevine derse gitmesi, okul faaliyetleriyle ilgili aksama ihtimalini gündeme getirmişti. Hoca bunu fark etti. Müdürü rahatlatmak için:”Endişeniz olmasın, buradaki işler her zaman önceliklidir.”dedi. Ders günü gelip çattı. Bu binayı dışarıdan sayısız defa görmüştü. Hatta bina inşaatının başladığı yıllarda daha öğretmen okulunda yatılı okuyordu. Acaba yüksek okul yıllarında sadece görüş yerini bildiği o cezaevine benziyor muydu burası? Görevli gardiyan elindeki elektronik arama aletini kendisine uzatınca oldukça heyecanlandı. Bu aramalar o zamanlar da yapılırdı ama böyle aletler yoktu. İlk kapıdan geçtikten sonra müdür odasına gitmesi gerektiğini söylediler. Cezaevi müdürü kendisinden yaşça oldukça büyük biriydi. Ayakta karşıladı hocayı ve ona yer gösterdi. Zile basıp görevliyi çağırdı, çay söyledi. Yeni uygulamanın mahkûmlar açısından yararlarından konuşuldu. Artık ders zamanı gelmişti. Hoca, müdürden izin istedi. Ders yapacağı koğuşu bulmak için geniş koridorda ilerlerken üst kısımlarında küçük pencereli demir kapılar dikkatini çekmişti. Her demir kapının önünde bir gardiyan bekliyordu. Bu küçük pencereler de kapalıydı. Gardiyanlar bunları zaman zaman açıyorlardı. Elindeki ders programında 10.koğuş yazıyordu. Nihayet bulmuştu ders yapacağı koğuşu .Gardiyan kapıyı açıp onu içeriye aldı. Koğuşun kapısı sert bir şekilde örtüldü. Hoca endişeli adımlarla 7-8 metrekarelik bir salona girdi. Endişeliydi çünkü o bir süreliğine de olsa mahkumdu artık. Mahkumlar hep birlikte ayağa kalkıp hocaya “Hoş geldiniz.”dediler. Yere tutturulmuş demir sıra ve masalarda oturuyorlardı. Hoca:”Geçmiş olsun arkadaşlar, buyrun oturun.”dedi.Ön sırada oturanlardan biri elindeki maket bıçağıyla mukavva kesiyordu. Arka sıralarda da boncukla bir şeyler yapmaya çalışanlar vardı. Tek demlikten oluşan çay faslından arta kalan boş bardaklar bekleşiyordu masalarda. Dolapların aralarına tutturulmuş iplerde çamaşır asılıydı. Tanışmadan sonra o günkü dersini anlatmaya başladı Kadir Hoca. İş yapanlar ellerindekileri bırakmışlardı. Onların ilgiyle dersi takip etmeleri doğrusu hocayı şaşırtmıştı. Bu durum onların dış dünyadan kopmadıklarının; hayattan, gelecekten beklentilerinin olduğunun işaretiydi. Dersten sonra çay ikramında bulundular. Aftan, memleketin gidişatından sorular soruldu. Ertesi gün, ertesi ay dersler devam etti. Hoca oraya, oradakiler hocaya alışmışlardı. Mayıs ayının ilk günlerinde yine 10.koğuşta ders anlatıyordu. İlk derslerde ön sırada oturup mukavva kesen mahkûmun önünde bu defa çok güzel bir gemi maketi duruyordu. Hoca, mahkûma yaklaştı: - Veysel Abi, harika bir iş çıkarmışsın; ne zaman öğrendin maket yapmayı, dedi. Mahkûm Veysel, derin bir iç çekerek hikâyesini anlatmaya başladı: İTÜ Gemi İnşa Mühendisliğini bitirmiş. Üç yıl önce cezaevine düşmüş. İlkokul sıralarında öğretmeninden öğrenmiş maket yapmayı. Şimdi de dışardan kendisine para gelmediği için yaptığı maketleri satıp harçlık yapıyormuş. O gün dersten sonra bir gemi de kendine ısmarladı Kadir Hoca. Ertesi gün derse gittiğinde Veysel‘i göremedi. ”Hasta, yukarda yatıyor.”dediler. Üzülmüştü.”İnşallah kötü değildir .”diye içinden geçirdi..Fazla da bir şey soramadı. Aradan bir hafta daha geçti. Bu defa Veysel maketin başındaydı. Onu sıhhatli görmek sevindirmişti hocayı. Ders sonunda “Hocam cuma günü geminizi bitireceğim, ışıklandırma istiyor musunuz? İstiyorsanız malzeme almanız gerekiyor da.” dedi Veysel. Cuma günleri öğleden sonra dersi vardı. Namazdan sonra bir arkadaşının arabasıyla gittiler cezaevine. Beraber cezaevi öğretmeninin odasına uğradılar. Cezaevi öğretmeni, hocaya: -Hocam, bugün 10.koğuşta ders yapılmayacak, mahkûmlardan birisi vefat etti, diğerlerinin de moralleri çok bozuk…Epeydir derse girdiğinden tek tek tanıyordu onları Kadir Hoca. Merak etti.”Kim acaba?”dedi. -Veysel adında biriymiş Bir yıldan beri tüberküloz tedavisi görüyormuş. Maket yapa… Cezaevi öğretmeni sözlerini tamamlayamamıştı. Kadir Hoca’nın koltukların üzerine yığıldığını gördüler. Doktor çağrıldı. Gelir gelmez doktor, hocanın kravatını gevşetti; gömleğinin düğmelerini hızla açtı, bacaklarını yukarı kaldırttı etraftakilere. Öğretmenden kolonya istedi. Hoca yavaş yavaş kendine gelmeye başladı, gözlerinden yaşlar dökülüyordu, alnından terler boşanmıştı. Gemi maketinin ışıklandırılması için aldığı malzemeler yere düşmüştü. Kendisine verilen suyu içince daha da açıldı, doğrulup oturdu . Bir gardiyan savcının kendisini çağırdığını söyledi hocaya. Maket savcının masasının üzerinde duruyordu. Savcı: -Başınız sağ olsun, hepimiz çok üzüldük. Ayrıca size de geçmiş olsun, bir rahatsızlık geçirmişsiniz, dedi. Olayı anlattı: -Veysel sizin maketle uğraşıyormuş. Dün akşam yemeğinden sonra rahatsızlanmış. Dinlenmesini söylemişler. Gemiyi bitirmesi gerektiğini, yoksa size mahcup olacağını belirtmiş. Gece de nöbetçi gardiyandan izin alıp maketi bitirmek için çalışmaya devam etmiş. Sabah kahvaltısı için yemekhaneye inen bir mahkûm onu maketin üzerine kapaklanmış vaziyette bulmuş. Hastanede otopsi yapıldı, ciğerleri tamamen çürümüş, Allah rahmet eylesin,dedi. Sözlerin anlamsızlaştığı,kelimelerin boğazlara düğümlendiği anlardı.Yarım kalan maketi göstererek “Sizin için çok kıymetli bir hatıra olacak…” dedi. “Çok kıymetli” kelimeleri bu zarif hatıra için elbette ki yetersizdi… Kadir Hoca, ne zaman şu an yatak odasındaki komodinin üstünü süsleyen ;sonradan kendi ışıklandırdığı maket gemiye baksa cezaevini ve mahkûmları,hepsinin ötesinde sözünde durmak için amansız hastalığına bile aldırmayan mahkum Veysel’i hatırlayacaktı. Kastamonu/1990
http://www.izedebiyat.com/yazar.asp?id=4295

AĞA’NIN ASALETİ

Arif Molu’ nun şahsında tecessüm eden “Ağa” asâleti, bu insanların, ne şartlar altında ve ne şekilde olursa olsun, başkalarının huzuru için, nefislerinde duydukları acıları bala tahvil etmenin çarpıcı tezahürleriyle doludur. Bir gün, içlerinde Darsıyak’ lı Hacı Mahmut Bey’in bulunduğu, Kayseri’ li seçkinlerden, oluşan bir kalabalık, Molu’ ya, Arif Bey’i ziyarete giderler.
Saygıdeğer konuklar, pencereleri geniş avluya bakan odalarda ağırlanmaktadırlar. Bu arada ilahi bir raslantı başgösterir. Arif Bey’in çoktan beri hasta yatan oğlu Cafer, ölür. Yaslı baba, konuklarının neş’esini kaçırmak istemez. Ev halkından, çığlıklarını, göğüslerinin derinliklerinde boğmalarını rica eder. Hıçkırıklar boğazlarda düğümlenir, kimseden çıt çıkmaz. Evin arka duvarı yıktırılır, cenaze oradan çıkarılır, kaldırılır. Konuklara bir şey sezdirilmez. (Ahmet KAPLAN)
Erciyes’in Eteğinden Geçenler, Kayseri Ticaret Odası Yayınları:28, Ocak 2000, Kayseri Sayfa:101

22 Haziran 2009 Pazartesi

Yavuz ve Alparslan

Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:

- Sen sır saklamayı bilir misin? diye sormuş.

Vezir:

- Evet hünkarım, bilirim dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış:

- Bende bilirim.

---

Sultan Alparslan 27 bin askeriyle bizans topraklarında ilerlerken, keşfe gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla:

- 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der.

Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der:

- Bizde onlara yaklaşıyoruz.

Su Taşıyan Karınca

Kral Nemrud, İbrahim peygamber’in ateşte yakılması emrini verdikten sonra meydan yere odunlardan büyük bir yığın yapılmış. Odunları tutuşturmuşlar sonra. Alevler o kadar yükselmiş ki bulutların tutuşacağını sanmış çocuklar. Korkmuş kaçmış bütün hayvanlar. İbrahim peygamber’i mancınıkla ateşin tam orta yerine atacaklarmış askerler. Atacaklarmış ki Nemrud’un ne güçlü bir kral olduğunu anlasın, görsün; bir daha ona karşı gelmesin İbrahim peygamber.

Bu sırada bir karınca ağzında küçücük bir damla su ile koşa koşa gidiyormuş. Hem de boyu göklere varan cehennemi ateşe doğru. Gökte uçan ve gagasında ateşe atmak üzere bir dal parçası taşıyan bir kartal onun bu telaşını görüp sormuş hemen yanına yanaşıp:

“Bu acelen niye? Nereye böyle?”

Ağzında bir damla su taşıyan karınca o bir damlayı ellerinin arasına alıp,

“Duymadın mı” demiş. “Nemrud, İbrahim peygamber’i ateşte yakacakmış. İşte ateşin olduğu yere su götürüyorum.”

Bu sözleri duyan kartal kendini tutamayarak uluorta kahkahalarla gülmeye başlamış.

“Sen şu ateşe dönüp yüzünü hiç bakmadın mı?” diye sormuş.

“Ne kadar büyük. Senin bir damla suyun ona ne yapabilir ki?”

Su taşıyan karınca, “olsun” demiş. “Hiç olmazsa safımız belli olur.”

Gerçek Zenginlik

Günlerden bir gün çok zengin bir baba, ailesi ve oğlunu köye götürür. Bu yolculuğun tek amacı vardır; insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek.
Çok fakir bir ailenin yanında iki gece geçirirler.
Yolculuk dönüşü baba oğluna sorar:
-İnsanların ne kadar fakir bir hayat sürdüklerini gördün mü?
-Evet baba.
-Ne öğrendin peki?
Oğlu acı bir tebessümle gülümseyerek cevap verir:
- Şunu gördüm: Bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört tane. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün ufku görüyorlar.
Çocuk, sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek hiç bir şey bulamaz ve çocuk ekler:
-Teşekkürler baba Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğim için...

Dünyayı düzeltmek

Adam, pazar sabahı bütün haftanın yorgunluğunu çıkarmak için pijamalarını giyer ve eline gazetesini alır. Düşüncesi bütün gün miskinlik yapıp evde oturmaktır. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak gelir ve sinemaya ne zaman gideceklerini sorar.
Baba, oğlunu bu hafta sonu sinemaya götürmeye söz vermiştir ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahaneyle oğlunu başından savmak ister.
Birden, gazetenin promosyon olarak verdiği dünya haritası gözüne ilişir.
Önce dünya haritasını keserek küçük parçalara ayırır ve oğluna,
"Eğer bu haritayı birleştirip düzeltebilirsen seni sinemaya götüreceğim" der. İçinden de "Oh be kurtuldum! En iyi coğrafya profösörünü bile getirse bu haritayı akşama kadar düzeltemez" der. Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak gelir:
"Baba haritayı düzelttim, artık sinemaya gidebiliriz!" der.
Adam önce oğlunun söylediğine inanamaz. Ama haritanın tamamlandığını görünce, hayretler içinde bunu nasıl yaptığını sorar. Çocuk şu cevabı verir:
"Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya da kendiliğinden düzeliverdi"

Kaktüs !

Bu dikenli bitkinin ne işe yaradığını ve ne için yaratıldığını bileniniz var mı ? Unutmayın ki, dünyadaki herşey bir amaçla yaratılmıştır. Örneğin kaktüs, radyosyonu emmektedir. Bu yüzden büyük nükleer santrallerin çevresindeki hektarlarca alana kaktüs dikiliyor. Ayrıca, geçenlerde İstanbulda bir banka şubesi tam 250 adet kaktüs siparişi verdi. Ne için? Bilgisayarları n yanına koymak ve böylece personelini korumak için. Herkes evinde, hatta her odada mutlaka kaktüs bulundurmalı . Cildinizde iyileşmeyen yaralar, lekeler, lezyonlar varsa bir kaktüsü kesip dikensiz bir dilimini o yara, leke veya lezyonun üzerine koymayı deneyin. Mucizeyi görün. Doğadaki her varlığın bir görevi olduğunu asla unutmayalım.
Dr.Beyazıt ZENCİRCİ

YETER Kİ EMRET

Nokta dergisi son sayısında, kolay kolay unutulmayacak bir gazetecilik başarısı sergiledi.
Sokaktaki vatandaşın , meçhul bir otoritenin buyruklarına karşı gösterdiği uyum ve tepkileri ölçtü.

Tiyatro sanatçısı Ezel AKAY' a siyah bir pardösü giydirdi, eline bir de megafon verdi. Akay'la nokta ekibi başladılar kentte dolaşmaya.

Önce yeni cami' nin arkasındaki parka gittiler. Hava güneşliydi. Banklarda insanlar oturuyordu. Akay megafonla bağırarak sert bir komut verdi:
' Derhal ayağa kalkın.
İtirazsız sessiz kurulmuş robotlar gibi herkes hemen ayağa kalktı.

Eminönü iskelesinde başka bir komut .
' Herkes hemen yere çöksün '
İskelede kim varsa hemen yere çöktü.

Beyoğlu'nda başka bir komut: ' Herkes sıraya girsin, sayım var!.. '
Herkes hemen sıraya girdi.

Mecidiyeköy de bir duvar dibinde başka bir komut patladı:
' Herkes elleriyle duvara yapışsın, ölçüm var!... '
Herkes elleriyle duvara yapıştı.

Bir fabrika kapısında işçilere komut verildi:
' İçeri girerken herkes parmak bassın şu kağıda...! ' İşçiler parmak basarak girdiler fabrikaya...

Beyaz önlükle lastik eldivenler giymiş bir hanım gazeteci, fabrikanın içindeki kadın işçilere de değişik bir komut verdi:
' Herkes soyunsun, bekaret muayenesi yapılacak '
Kadın işçiler soyunmaya başladılar.

Buna karşılık Boğaz iskelesinden birinde, vapurdan çıkanlara komut vermediler, kibarca ricada bulundular:
' Film çekiyoruz, lütfen bir dakika dururmusunuz ? '
Ricayı kimse iplemedi.

Nokta' nın yaptığı deney, toplumun ruhsal yapısını gösteren müthiş bir röntgen.... Ne kimse komutu verenin kimliğini merak ediyor, ne hangi hak ve yetkiyle vatandaşlara o komutları verdiği soruyor, ne de herhangi bir direnme gösteriyor. İşte yüzyıllardan beri, daha küçük yaşlardan başlayan dövülmüşlüğün, ezilmişliğin sonucu.

Yabancı dil öğrenirken 'yabancılaşılıyor' mu?

Dr. Hayati Bice

Yabancı Dil, ülkemizde -resmi ve özel birkaç kuruluş dışında- müfredat programının bir parçası olarak ortaöğretim süresince okutulmaktadır. Bazı resmi ve özel okullarda tüm programın yabancı dilde -daha doğrusu İngilizce- sürdürülmesi uygulamasına da birkaç yıldır geçilmiş bulunulmaktadır. İstisna teşkil eden okullar haricinde altı yıllık bir öğretim sonunda varılan yabancı dil bilgisi, genelde bir iki soru ve klişe bir-iki cevabın dışına çıkmamakta; o birkaç dil kırıntısı da zaman içinde ufalanıp gitmektedir. Bu durum -ülke orta öğretiminin hemen hemen en başarılı öğrencilerinin alındığı- yabancı dille öğretim yapılan yüksek öğretim kurumlarının dil barajı sınavında ayan-beyan ortaya serilmektedir. Bu sınavlarda -dil konusunda ayrıcalıklı okullardan gelmeyen ve ülke düzeyinde sınavın en azından % 5'ine girmeyi başaran- öğrencilerden çoğu muafiyet hakkını alamayarak bir yıllarını hazırlık sınıfında harcamak durumunda kalmaktadır. Bu başarılı öğrencilerin durumu böyleyken genelin durumu üzerinde konuşmamız gereksiz­dir.
Yabancı dil eğitiminin gerekliliği mecraına sapabilecek bu girişten sonra asıl konumuz olan yabancı dil öğretiminin kişilerin zihni yapısında yol açtığı değişikliklere ve bunun pratikteki karşılıklarına geçmek istiyorum. Bugün ülkemizdeki dil öğretiminin dayandığı kitapların hemen hepsi dilin ana ülkesinin eğitim hedeflerine uygun olarak hazırlanmıştır. İşlenen konulardaki şahıs ve olayların da, dilin ana ülkesinin standart şahıs ve olayları etrafında şekillenmesi normal bir olgudur.
Bu standart şahıslar genellikle sabah 7.30'da kalkmakta, erkekse traş olup, kadınsa makyajını yaparak kahvaltı yapmaktadırlar. Daha sonra bir tren istasyonuna veya otobüs durağına koşarak işe koyulmakta, patronlarını çekiştirip karşı cinsten arkadaşıyla öğle arasında nerede buluşacağına dair telefon konuşmasından sonra öğle arasında arkadaşla buluşup bir 'cafe'ye gidilir. Birer 'sandwich' atıştırıldıktan sonra üzerine birer 'beer' almaktadırlar. Öğle sonrası çalışmadan sonra birer “5 o'clock tea” alındıktan sonra bir 'restaurant'ta yemek yenilir. Oradan bazı akşamlar 'cinema'ya, bazı akşamlar 'dancing'e, kimi zaman da 'garden party'ye gidilir. Arasıra arkadaşların düğününe gidilerek 'coctail party'de biraz lafladıktan sonra 'dance' edilmekte ve tören içilen şarap veya whisky’den sonra şampanya patlatılarak sona ermektedir. Bazı kahramanların -genellikle 'grand' anne ve 'grand' baba olur bunlar- kiliseye gitmelerine rastlanmaktadır.
Bir an için durup düşünür müsünüz?
Bir önceki paragraftaki 'yabancı' eylemlerin kaçı bugün ülke hayatına sızmıştır? Ve bu sızma nasıl olmuş ki kimseler de farketmemiş?
Düşünülmeğe değer...
Yabancı dil programlarında kullanılan malzemenin öngördüğü hayat tarzının bizim tarzımıza ne denli uzak olduğu izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Böyleyken biz bu programları 12-18 yaşları arasında hayatı boyunca değişmeyecek davranış kalıplarını geliştirmekte olan çocuklarımıza yıllardır okutup durmaktayız. Sonra da bazı "muhafazakâr" aileler çıkıp kızlarının 'boy friend'inden, oğullarının sağa-sola 'takılıp' ‘hayatını yaşa'masından yana yakıla şikayet edip durmaktadır.
Bu yazdıklarımızla "yabancı dil aleyhtarı" bir söylem geliştirmeye çalıştığımız zannedilmemelidir. Bugünün bilim üretimine yabancı dillerle olan katkı bizim dilimizden fazla olduğu sürece, hergün birçok yeni terim ve deyim bilim diline ekleniyorsa yabancı dil öğrenmeğe karşı çıkmak akıl kârı bir iş değildir. Bizim dikkatinizi çekmek istediğimiz husus bir dil öğretilirken öğretilen 'başka şeyler’ olup olmadığıdır. Yabancı dil öğretilirken ortaya çıkan "yabancılaştırma olgusu"na karşı yapılabilecek şeylerin başında öğretim metodlarının yabancı dilin ana ülkesine değil bize uygun hale getirilmesi yer almaktadır.
Konunun önemini abarttığımızı düşünenlere bir-iki canlı örnek vermek istiyorum: Büyük Britanya 'büyük' olduğu günlerde yayıldığı ülkelerin -istisnasız- hepsinde İngilizce'yi resmi dil olarak ikame etmeyi en önemli iş olarak kabul etmiş ve –elhak- bunda da başanya ulaşmıştır. Hindistan'dan Yeni Zelanda'ya kadar bunu izleyebiliriz. Bu kural diğer sömürgeci ülkelerin dilleri için de geçerlidir. Bugünkü Afrika'da "yamyam'lann konuştuğu "medeni dil" Fransızca neyin hatırasıdır dersiniz? İspanyolca ve Portekizce için de aynı şeyler söylenebilir. Son devrin en büyük sömürgecisi Ruslar da aynı yolu izlemişlerdir. Türkistan'daki her boyun lehçesi ayn dili kabul ettirilip birbirinden uzaklaştırılırken her lehçeye Rusça, zorla ve yeni teknik deyimler ve terimler yolu ile sokuşturulmuştur. Bugün Azerbaycan Türkleri'nin konuştuğu ve son derece zengin ve gelenekli edebiyat dilinde bile Rusça kelimelerin büyük bir orana ulaştığı bilinmektedir.
80'li yıllarda görevli olarak bulunduğum bir güneydoğu ilinde izlemek durumunda kaldığım Irak televizyonunun yayın kanallarından birisinin tamamen İngilizce olduğunu gördüğümde ve duyduğumda hayret etmiştim. Bir taraftan İran yönetimine yönelik karşı propagandayı sürdüren Irak yetkilileri, diğer taraftan en son Amerikan, Fransız filmlerini orjinal diyaloglarıyla Arapça alt yazılı olarak göstermeye devam ediyorlardı. Bu garabetin hikmetini anlamam, Bağdat Üniversitesinde bir zamanlar misafir öğretim üyesi olarak çalışmış olan Prof. Dr. Mustafa Kafalı'dan dinlediğim bir olayla mümkün olabildi.
Üniversitede­ki öğretim üyelerinden birisi, Sayın Kafalı'ya Osmanlı'nın sömürgesi olmaktan kurtulduktan(!) sonra ne kadar mutlu olduklarını 'ingilizce' anlattıktan sonra üzülerek dışarı çıkan Prof. Dr. Kafalı, dışarıda Arapça basit bir yeri sorduğu 'gariban' bir Iraklı'nın 'gariban' ingilizcesi ile ıkına-sıkıla bir yerleri tarif etmeğe çalışmasıyla iyice kahrolur; ama "Helal olsun şu İngiliz'e; 40 yılda bu kadar yerleşilir ancak!..." de­mekten kendini alamaz.
Bugün gerçek bir üniversite hayatının gereklerini yerine getirebilmek için yabancı dili -açıkça ingilizce diyelim- iyi bilmek önemli bir gerekliliktir. Ancak şu andaki yabancı dil programlarıyla yaygın orta öğretim kurumlarının bu işlevi yerine getiremedikleri görülmektedir.
Hayatında belki birkaç turiste "Hav ar yu (1)" veya "Vat iz yor neym(2)" diye sorma fırsatını bulabilecek milyonlarca insanımızın en değerli yıllarının önemli bir zaman dilimini "yabancı hayat kalıplarının taşıyıcısı” programlarla heba edeceğimize; yabancı dili öğrenmesi bir 'zorunluluk' olan daha küçük bir grup oluşturan üniversite öğrencilerine kendi hayat tarzımızı işlediğimiz programlarla sağlam bir yabancı dil kazandırsak nasıl olur acaba?
Bu soru etrafında dile getirilecek fikirler tarihinde hiç sömürge olmadığını okullarımızdaki tarih kitaplarımızdan okuduğumuz milletimizin durumunu yeniden düşünmemizi zorunlu hale getirmez, umarım...
(1) Nasılsınız?
(2) Adınız ne?
-------
(*) Dr. Hayati BİCE; Araştırmacı-Yazar.

Kaynak: http://www.haber10.com/makale/15924

19 Haziran 2009 Cuma

Şeytanların Toplantısı

İblis, bütün şeytanlarla büyük bir toplantı düzenlemiş. Ve onlara demiş ki:
'Biz Müslümanları camiye gitmekten alıkoyamıyoruz. Onları Kur'an okumaktan ve doğru işler yapmaktan da alıkoyamiyoruz. Ayrıca onları sürekli Allah'ı ve Resulü Muhammed'i düşünmekten de alıkoyamiyoruz. Onların Allah ile baglantıları çok güçlu kıramıyoruz.'
'Öyle ise bırakın onları camilere gitsinler, bırakın birlikteliklerini ve dayanışmalarını sürdürsünler. Fakat onlarin zamanlarını çalın.!!!
Boylelikle onlar Allah'ı ve Resulü Muhammed'i düşünecek bağlantılarını güçlendirecek zaman bulamasınlar.'
'İşte sizden istedigim bu' dedi iblis.' Gün boyunca Allah'ı düşünecek, bağlantılarını geliştirecek zamanları olmasın, onları sürekli meşgul edin.'
Seytanlar bağırdı:
'Bunu nasıl yapabiliriz ki?'
'Onların akıllarını sürekli küçük detaylar ile meşgul edin' diye cevapladi iblis.
'Onları sürekli harcamaya teşvik edin , harcasınlar, harcasınlar, harcasınlar, sonra da borçlansınlar , borçlansınlar.'
'Hanımları uzun saatler evin dışında çalışmaya teşvik edin, aynı zamanda erkekleri de haftada 6-7 gün günde 10 - 12 saat çalışmaya teşvik edin. Böylece onların kendilerine ve ailelerine ayıracak hiç boş zamanları kalmasın.'
'Onları çocukları ile vakit geçirmekten alıkoyun, evde bile işlerinin baskısını üzerlerinde hissetsinler. Kafalarını öyle meşgul edin ki onlar onları Allah ile birlikte olmaya çagıran küçük sesleri bile duyamasınlar.'
'Onları sürekli muzik dinlemeye teşvik edin evde, işte hatta araba sürerken bile radyo teyp CD dinlesinler. Evlerinde TV, VCD, CD ve Bilgisayar sürekli açık olsun. Hatta restoranlarda alişveriş merkezlerinde bile sürekli muzik çalsın. Bu onların akıllarını sürekli meşgul eder, böylece Allah'ı ve Resulü Muhammed'i düşünecek hiç vakitleri kalmaz.'
'Masalarında, sehpalarında sürekli gazeteler, magazinler olsun bunlardaki haberlerle 24 saat akıllarını meşgul edin. Hatta araba sürerken zamanlarını çalmak için reklam panolarını kullanın.'
'Onların eposta kutularını reklamlar, saçma sapan mektuplar, junk mailer, siparis katalogları ile doldurun ki temizlemek icin zaman harcasınlar.'
'Güzel çekici modellerin resimlerinin, magazinlerin kapaklarında TV ekranlarında sürekli görünmesini sağlayın ki erkekler gerçek güzelligin bu olduğuna ve de dış güzelligin çok önemli olduğuna inansınlar, zamanla karılarını beğenmez olsunlar.'
'Hanımların çok yorgun olmalarını sağlayın, öyle ki kocalarına sevgilerini gosteremesinler. Sürekli başları ağrısın. Eğer kocalarına sevgilerini ve ilgilerini gösteremezlerse onlar da mutluluğu dışarıda başka yerlerde aramaya başlasınlar. Bu da ailelerin daha çabuk dağılmasına sebep olur.'
'Onlara anlamsız saçma hikâyelerle dolu kitaplar verin ki çocuklarına yasamın gerçek anlamını ve imanı anlatacak yerde onları okusunlar.' 'Onları çok meşgul edin ki dışarıya çıkıp doğayı inceleyip Allah'ın yarattıklarından ders almalarına engel olun. Doğanın mukemmelligini, yaratılışın ne kadar mükemmel olduğunu anlayamasınlar. Onları kapalı alanlara, oyunlara, konserlere, sinemalara gitmeleri için teşvik edin ki doğa ile birlikte olmaya vakit bulamasınlar. 'Onlari sürekli meşgul edin.' 'Eğer olur da kendi gibi düşünen arkadaslarıyla bir araya gelirlerse onları dedikodu etmeye teşvik edin. Öyle şeyler konuşmalarını sağlayın ki aralarında ihtilaf çıksın ve ayrılırlarken dargınlıklar olsun.'
"Hayatlarının o kadar güzel ve mükemmel olmasını saglayın ki Allah'ı ve O'nun gücünü düşünecek durumda olmasınlar. Her şeyi kendilerinin elde ettiğine ve de kendi güçleri ile bu mükemmel hayata sahip olduklarına inansınlar.
Sağliklarına ve elde ettikleri nimetlere şükretmek ihtiyacı duymasınlar.
İşte buyuk plan bu. Şeytanlar Müslümanları her yerde meşgul etmeye, telaşla koşuşturmaya çalışıyorlar. Öyle ki Allah'ı düşünecek hatta ailelerine ayıracak küçücük zamanları dahi kalmasin. Diğer Müslümanlar ile Allah'in gücünü, Onun Resulü Muhammed'i konuşacak zamanları kalmasın .

Aranızı düzeltin!

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: '
Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:

'Ümmetimden iki kişi Allâh'ın huzuruna gelirler. Birisi,

-Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der. Allah Teâlâ da ötekine,

-Hakkını ver, buyurur. Adam,

-Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der. Cenâb-ı Hakk,

-Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur. Adamcağız,

- O halde benim günahlarımdan alsın, der.

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, 'O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,

-Başını kaldır ve cennete bak, buyurur. Adamcağız,

- Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten apartmanlar ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der. Allah Teâlâ,

-Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur. Adamcağız,

-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der. Hz. Allah,

-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur. Adam,

-Nasıl olur, yâ Rab? deyince, Cenâb-ı Hakk,

-Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur. Adam,

-O halde ben bunu affettim, der. Allahü zû'l-Celâl hazretleri de,

-Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.

Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, 'Allah'tan korkun, Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır.

Bülbül neden feryat ediyor?

İbrâhim aleyhisselâmı ateşe attıkları zaman bütün melekler, vahşi hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp, İbrâhim aleyhisselâma bir yardım yapabilmenin çâresini aradılar. Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ataşe atacağı sırada Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâm emredip buyurdu ki:

- O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor? Cebrâil aleyhisselâm kuşu tutup istediğini sorunca, kuş dedi ki:

- Halilullah'ı ataşe atıyorlar. Madem ki kurtarmağa kâdir değilim, bâri onunla beraber yanayım. Cebrâil aleyhisselâm, kuşun bu cevabını Allahü teâlâya arzedince: buyurdu ki:

- O kuşun benden dilediği nedir? Bülbül şöyle arzetti. Benim dünyada, Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur.Binbir ismi olduğunu işittim. Yüzbirini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim.

Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi. Şimdi sahralarda feryat eden bülbül, Hak teâlânın ismini söylemektedir. Nemrud'un ateşi, İbrâhim aleyhisselâma gülüstan olunca, bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyâmete kadar, gül ağacına muhabbet etti, âşık oldu.

Tahta Çanaklar


Süleyman dede, iyice yaşlanmıştı.Gözleri görmüyor, kulakları iyi işitmiyordu.Yemeğini yiyemiyor,üstüne başına döküyordu.Bir akşam yiyeceklerdi. Süleyman dede ekmeğe uzanayım derken, tabağını yere düşürdüüüü. Tabak kırldı.Gelini kızdı, bağırdı.
Bu olaydan sonra Süleyman dedeyi sofraya oturtmadılar.Onun için tahta çanaklar yaptılar.Yemeğini tahta çanaklara koyup verdiler.
Ali dedesinin bu durumuna çok üzüldü!Bir gün onlar da yaşlanacaktı.Bunu onlara nasıl anlatmalıydı.
Yağmurlu bir gündü.Ali, birkaç tahta bulmuştu.Onları oymaya başladı.Bir yandan da anne ve babasına bakıyordu.Onlar merak ettiler.
Yanına gelip sordular:
-Ne yapıyorsun Ali?
-Tahta çanaklar yapıyorum.
Tahta çanakları ne yapacaksın?
-Sizin için.
-Bizim için mi?
-Tabi sizin için .Yaşlandığınızda yemeklerinizi bunlara koyacağım.Dedeme öyle yapmıyor musunuz?
İkisinin de yüzü kızardı.Yaptıklarından pişman oldular.Dedemden özür dilediler.

Bağırmak

Siz hiçbir sarrafın bağırdığını duydunuz mu? Kıymetli malı olanlar bağırmaz. Domatesçi, biberci bağırır da kuyumcu bağırmaz. Eskici bağırır ama antikacı bağırmaz.

İnsan bağırırken düşünemez. Düşünemeyenler ise hep kavga içindedir. Popçular, folkçular boğazlarını patlatana kadar bağırıp duruyor.

Ama.. Dede Efendi'yi okuyanlar bağırmıyor İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur.

18 Haziran 2009 Perşembe

Beni ilgilendiren şey...

Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor.
Neyi özlediğini, kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum.

Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor.
Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için Bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum.

Ay'ının etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor.
Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığın, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum.

Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek stiyorum..

Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum.

Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor.
Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum.

Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum.

Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum.

Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını;
Bir gölün kenarında durup gümüş Ay'a "EVET!" diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.

Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğun beni ilgilendirmiyor.
Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, çocuklar için yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum.

Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor.
Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum.

Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor.
Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum.

Kendinle yalnız kalıp kalamadığını, ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden kendini gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum.

Oriah Mountain Dreamer (Kanadalı Bir Kızılderili)

Ne duymak istersen

Bir gün New York'ta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya çıkarlar. Gruptan biri kızılderilidir yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yolda çalışma yapan işçilerin, araçlarının çıkardığı gürültü ve araçların korna sesleri arasında ilerlerken Kızılderili kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyler ve aranmaya başlar arkadaşları bu gürültüde arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler. Aralarından bir tanesi inanmasada onunla birlikte aramaya devam eder. Kızılderili caddenin karşısına doğru yürür, arkadaşı da arkasından takip eder ve o binaların arasında bir kaç tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar. Arkadaşı Kızılderiliye "Senin insanüstü güçlerin var! Bu sesi nasıl duydun ?" diye sorar. Kızılderili ise bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek arkadaşına kendisini izlemesini söyler. Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlayarak atar. Bir çok insan bozuk para sesinin ceplerinden düşen bir paramı diye sesin geldiği yöne doğru bakar Kızılderili arkadaşına dönerek; "Gördün mü? Önemli olan nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğine bağlıdır. Herşeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin..." der.

Yaşlı Kızılderili'den Ay'dakilere Not

1957 yılında Amerika'nın güneyine araştırma yapmak üzere üs kuran Nasa'yı birgün küçük bir kızılderili çocuk farkeder ve koşa koşa epeyce uzakta bulunan kamplarına gidip Büyükbabasına haber verir.
-Büyük baba, beyaz adamlar gelmis, aşağıdaki vadide gördüm..Çok kalabalıklar ve birşeyler yapıyorlar.

Yaşlı kızılderili homurdanmaya başlar, belli ki epeyce sinirlenmiştir.

-Onlarla konuştun mu?

-Hayır, beni görmediler. Ben büyük tepenin üzerinden onları izledim.

-O zaöam yarın yanlarına git ve orada ne aradıklarını sor.

Küçük kızılderili ertesi sabah yola koyulur. Üsse varır ve beyaz adamlardan birinin yanına gidip:

-Burada ne yapıyorsunuz? diye sorar.

Beyaz adamlardan birkaçı küçük kızılderilinin başono okşarlar, ona gülümser ve:

-Hani geceleri gökyüzünde parlayan birşey var ya, biz buradan onu seyrediyoruz.

-Ay'ımı? Peki ama neden?

Adamlar küçük çocuğun sorusunu yine gülümseyerek yanıtlarlar.

-İleride... çok yıllar sonra buradan oraya insanları götürebilmek ve orada yeni bir hayat kurabilmek için...Anladın mı?

Küçük kızılderili şaşkınlığını gizlemeye çalışarak ''Anladım'' der ve koşa koşa uzaklaşır. Öyle hızlı koşmuştur ki kampa geldiğinde konuşamaz haldedir. Hemen büyükbabasının yanına gider ve kendisine söylenenleri bir bir anlatır. Yaşlı kızılderili torununun anlattıklarını dinledikten sonra iyice sinirlenir, bağırıp çağırmaya başlar.

Ertesi sabah yine torununu yanına çağırır, hayvan derisi üzerine kızgın bir çubukla ve kendi lisanınca yazdığı notu torununa uzatarak der ki;

-Bunu al, beyaz adamlara götür ve onlara de ki; ''Bunu büyük babam gönderdi...Oraya yani Ay'a gittiğinizde bunu oradakilere verecekmişsiniz''

Kücük kızılderili kendisine söyleneni aynen yapar. Üsteki beyaz adamlardan birine notu verir, büyükbabasının söylediklerini de iletir ve yine koşar adım uzaklaşır.

Üs çalışanları, belli bölümleri yakılmış deri parçasına bakıp bakıp saatlerce gülerler.

Ancak aradan birkaç gün geçtikten sonra, yaşlı kızılderilinin o notla, sözde ayda yaşayanlara nasıl bir mesaj iletmek istediğini merak etmeye başlarlar.

Bu merak günden güne öylesine büyür ki bir tercüman çağırmaya karar verirler. Tercüman geldiğinde herkes bir araya toplanır ve merakla beklemeye başlar. Bu arada gülüşmeler hala ara ara devam etmektedir. Tercüman deri parçasını eline alır, okur ve ağlamaya başlar. Herkes şaşkındır, gülüşmeler yerini iyiden iyiye meraka bırakmıştır.

Tercüman yaşlı gözlerini kalabalığa çevirir ve der ki:

-Not aynen şöyle;''Bu adamlara dikkat edin, elinizden topraklarınızı almaya geliyorlar!''

Hava Tahmini

Film ekibi, çölün kızgın güneşi altında çekim yapıyordu. Havanın aşırı derecede sıcak olmasına bir de çölde çalışmanın alışılmadık koşulları eklenince ekip üyeleri, çalışmalarında daha da zorlanıyorlardı.
Sette herkesin oflayıp puflayarak çalıştığı bir sırada, nereden ve ne zaman geldiğini kimsenin bilmediği yaşlı bir Kızılderili, yönetmene yaklaştı ve gizli bilgi veriyormuşçasına bir özenle şöyle fısıldadı:
“Yarın var, çok yağmur olmak...”
Yaşlı kızıl derilinin bu uyarısını o an ciddiye almayan yönetmen, ertesi gün bardaktan boşalırcasına yağmur yağdığını görünce çok şaşırdı.
Yaşlı kızıl derili, biraz sonra yine geldi yönetmene ve kulağına yaklaşıp, yine fısıltıyla şöyle dedi:
“Yarın var, çok fırtına olmak...”
Ertesi gün büyük bir fırtına çıkıp, çölün alt üst olduğunu gören yönetmen, bu kez yaşlı kızıl derilinin gelmesini beklemeden, adamlarına onu bulup, hemen işe almalarını söyledi:
“O yaşlı kızıl derili olmazsa, biz burada bu filmi bitiremeyiz” dedi. “ne kadar para istiyorsa verin ve filmi bitireceğimiz son güne dek onun burada bizle çalışmasını sağlayın.”
Adamlar yaşlı kızıl deriliyi buldular ama çölde film ekibiyle çalışmaya onu bir türlü razı edemediler. Önce yüz bin doları reddeden Apaçi, daha sonra iki yüz bin doları reddetti. Adamlar dört yüz bin, beş, altı yüz bin dolar derken bir milyon dolara çıkınca, yaşlı kızılderili direnmeyi bıraktı ve “peki” dedi.
Film ekibi sorumluları onu aldılar ve çöldeki kampa getirdiler.
Bir ay boyunca yaşlı kızılderilinin her söylediği doğru çıktı.
“Yarın var, çöl fırtınası olmak” dedi, ertesi gün çöl fırtınası oldu. “Yarın var, kavurucu bir rüzgar esmek olmak” dedi, ertesi gün soluk aldırmayacak denli kavurucu bir sıcak rüzgar esti. Yönetmen bir milyon dolar karşılığında da olsa yaşlı apaçiyi işe almış olmaktan çok memnundu.
Aradan bir süre geçtikten sonra yaşlı kızılderili sustu. Ertesi gün çölde havanın nasıl olacağını, nedense, artık söylemiyordu. Yönetmen “onu kızdırıp, gücendirmeyeyim... Nasıl olsa geçicidir onun bu durumu” diye düşündü ve sabırla beklemeye başladı.
Üç gün, beş gün, bir hafta, iki hafta derken aradan bir ay geçince, sabrı tükenen yönetmen kendini daha fazla tutamadı, birazda sesini yükselterek patladı:
“Bana bak ihtiyar” dedi. “Sana bu iş için dünyanın parasını ödedim. Eğer susmaya devam edersen, kovarım seni buradan... Neden söylemiyorsun ertesi gün havanın nasıl olacağını?...”
Yaşlı Kızılderili dudaklarını büktü:
“Yok olmak kabahat bende” dedi. “Var olmak kabahat bunda...”
Çantasını açtı kırık dökük parçalar çıkardı ve şöyle dedi:
“Var kırılmak olmak benim cep radyo...”

KUTSAL RUH VE ONUN ZIYARETCISI

Yaşlı bir adam donan nehrin kenarindaki küçük kulübesinde yalnız başina oturuyordu. Kış yaklaşmaktaydi ve yakacak neredeyse bitmişti. Çok yaşlı ve terkedilmiş görünüyordu. Saç örgüleri yaşından ötürü bembeyazdi ve bütün eklemleri titriyordu. Günler yalnızlık içinde geçiyordu. Ilk düşen karları önü sıra süpüren firtınadan başka hiç birşey duymuyordu.

Bir gün tam ateş sönmek üzereyken yakışıklı genç bir adam geldi ve kulübeye girdi. Yanakları gençlik ateşiyle kıpkırmızıydı; gözleri hayat dolu parlıyordu; ve dudaklarında bir gülümseme vardı. Hafif ve hızlı adımlarla yürüyordu. Alnında savaşcı bandı yerine taze çayırlardan bir taç vardı ve elinde bir demet çiçek taşıyordu.

Ah oğlum, dedi adam, seni gördügüme sevindim. İçeri gel. Gel de bana başından geçen maceraları ve görmeye gittigin o değişik ülkeleri anlat. Geceyi beraber geçirelim. Ben de sana kendi yigitliklerimi ve kahramanlıklarımı ve anlatabileceğim daha pek çok seyi anlatırım. Sen de aynısını yap ve birbirimizi eğlendirelim...

Daha sonra çuvalından incelikle işlenmis eski bir pipo çıkarttı ve içini bazı kurutulmuş yapraklarla hafifletilmiş tütünle doldurup misafirine ikram etti. Bu işle meşgul olurken konuşmaya başladılar.

Nefes veririm, dedi yaşlı adam, ve ırmaklar kımıldamaz. Su taş gibi katı ve sert olur.?

Nefes alırım, dedi genç adam, ve bütün ovalarda çiçekler boy verir.?

Eklemlerimi titretirim, diye karşılık verdi yaşlı adam, ve ülkeyi kar kaplar. Yapraklar isteğim üzerine ağaçlardan dökülür ve nefesim onları uzaklara sürükler. Kuşlar su üstünden havalanıp uzak diyarlara uçar. Hayvanlar kendilerini bir bakışımdan sakınır ve üzerinde yürüdüğüm su yer çakmaktaşı kadar sertlesir.?

Saçlarimi savururum, diye yanıtladı genç adam, ve yumuşak yağmurun ilik damlaları yeryüzüne düşer. Bitkiler neşeyle gülümseyen çocukların parlayan gözleri gibi başlarını yerden kaldırırlar. Sesim kuşları yeniden çağırır. Nefesimin sıcaklığıgi nehirleri çözer. Yürüdüğüm her ağaçlğı müzik kaplar ve doğa tümüyle gelişimi kutlar.?

Nihayet güneş dogmaya başladı. Etrafa tatlı bir sıcaklık yayıldı. Yaşlı adamın dili sustu. Nar bülbülü ve mavi kuş kulübenin üstünde sarkı söylemeye basladı. Irmak kapının ardında söylenmeye başladı ve büyüyen bitkilerin ve çiçeklerin kokusu esen dag rüzgarıyla beraber yavaşça geldi.

Gün ışığı genç adama, kendisini ağırlayan kişinin kimliğini açikça sergiledi. Ona baktığında buz kadar soğuk yaşlı Kış Ruhu Peboan'ın çehresini gördü. Adamın gözlerinden ırmaklar akmaya başladı . Günes yükseldikçe gövdesi gitgide ufaldı ve sonunda tamamen eriyip gitti. Kulübenin ocağında genç ziyaretçi Baharın Ruhu Seegwun'un alnına Kuzeyin ilk hatırası olarak taç yaptığı çevresi pembe küçük beyaz Nevruz çiçeginden başka hiçbir şey kalmadı.

Ben hangisini beslersem o kazanır

Yaşlı Kızılderili ile torunu kulübenin önünde oturmuş, az ilerde boğuşup duran iki köpeği izliyordu. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı. Çocuk, kendisini bildi bileli bu iki köpeğin dedesinin kulübesinin önünde boğuşup durduğunu düşündü. Dedesi bu iki köpeği sürekli gözünün önünde tutar, yanından hiç ayırmazdı.
Torun, herkesin kulübesini korumak için bir köpek tuttuğunu, ama dedesinin biri beyaz, biri siyah iki köpeği neden tuttuğunu sordu. Yaşlı Kızılderili, " Onlar benim için iki simgedir " diye cevap verdi.
- " Neyin simgesi ? "
- " İyilik ile kötülüğün simgeleridir onlar. Aynı şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ile kötülük de içimizde sürekli mücadele ederler. Bu iki köpeği izledikçe ben de bunu düşünürüm, onun için ikisini de yanımdan ayırmam. "
Çocuk, " mücadele varsa bir kazanan da olmalı " diye düşündü ve tekrar dedesine sordu:
- Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi ?
Yaşlı Kızılderili gülümseyerek cevap verdi.
- " Hangisi mi? Ben hangisini daha iyi beslersem o ! "

HAYATIN KANUNU

Jack London - Bir kızılderili öyküsü

Yaşlı Koskoosh, sanki kulak kesilmiş dinliyordu. Gözlerinin feri çoktan sönmüşse de, kulakları hâlâ iyi duymakta ve en hafif ses bile, artık dünya işleriyle pek ilgilenmemekle birlikte, kafatası içindeki yerinde titrek titrek parıldayan zihnine ulaşmaktaydı. Ah! köpekleri tekme tokat koşuma vururken, bir yandan da çığlık çığlık lanetler savuran kimse, Sitcumtoha idi. Sitcumtoha, yaşlı adamın kızının kızıydı; ancak şimdi yapacak öylesine çok işi vardı ki, karlar üstünde tekbaşına, kimsesiz, düşkün ve üzgün oturan dedesini düşünmeye vakit ayıracak durumda değildi. Gidilecek uzun yol kendilerini beklemekte, kısacık gün ise hiç durmadan ilerlemekteydi. Kızı yaşam, yaşamın görevleri çağırıyordu, ölüm değil. Oysa adamın hemen hemen iki ayağı da çukurdaydı.

Bu düşünce, yaşlı adamı o an için telâşa düşürür gibi oldu ve adam yanı başındaki küçücük kuru dal yığını üstünde titreyerek gezinen, inmeli elini ileri doğru uzattı. Yığının gerçekten orada bulunduğuna bir kez daha aklı yattıktan sonra, elini yeniden, tüyleri uyuz gibi yer yer dökülmüş kürkünün koruyucu sıcaklığı içine daldırdı ve yine dinlemeye koyuldu. Yarı donmuş postların çıkardığı boğuk takırtılardan, obabaşı'nın geyik derisinden yapılma çadırının yıkılarak ve katlanıp toparlanarak taşınabilir duruma getirildiğini anladı.

Güçlü, yiğit, iriyarı ve yaman bir avcı olan obabaşı, yaşlı adamın kendi oğluydu. Kadınlar obanın öteberisiyle uğraşırlarken, o yüksek sesle, işi ağırdan aldıkları için kendilerini azarlıyordu. Yaşlı Koskoosh, kulaklarını kabartmıştı.

Çünkü onun son duyuşu olacaktı bu sesi gayri. Ve işte Geehow'un çadırı da yıkıldı! Derken Tusken'inki! sonra yedinci, sekizinci, dokuzuncusu; yalnız şamanın çadırı dikili duruyordu hâlâ. îşte! Onu da yıkıyorlardı şimdi. Yaşlı adam, şamanın çadırını kızağa yerleştirirken homurdanıp. durduğunun işitebiliyordu. Bir çocuk hıçkırarak sızlandı ve bir kadın, gırtlaktan gelen yanık, yumuşak seslerle onu yatıştırdı. Küçük Kootee, huysuz bir çocuk, hem de pek dayanıklı değil; diye düşündü yaşlı adam. Çok geçmeden ölür, belki; o zaman, buzlarla örtülü tundrada ateş yakıp bir çukur açarlar ve porsuklardan korumak için üstüne taş yığarlar. Eh, ne önemi vardı bunun? Aç karınlar için olduğu kadar tok karınlar için de, en çoğundan birkaç yıl daha.. Ve sonunda, her zaman aç olanları da,, içlerinden en aç olanları da, Ölüm beklemekteydi.

Ne oluyor? Hımm, adamlar kızakları bağlıyor, sırımları geriyorlar. Gayri bundan böyle dinlemeyecek olan yaşlı adam dinliyordu. Kamçılar sakırdayarak köpeklerin sırtına çarptı. Şunların mızıldanışlarına bak hele! Hiç mi hiç sevmezler yolları ve yük çekmeyi! Artık gitmişlerdi! Kızaklar birbiri ardınca ağır ağır sallanarak uzaklaşıp, sessizliğe gömülmüşlerdi. Gitmişlerdi gayri. Onun yaşamından çıkmışlardı ve kendisi, o acı son saati yalnız başına bekliyordu. Hayır. Karlar bir çarığın altında gıcırdadı; bir adam onun yanında durdu, bir el onun basma hafifçe dokundu. Böyle yapmakla iyi etmişti, oğlu. Kendisi birçok yaşlı adam biliyordu ki, oğullan obanın uzaklaşmasını beklememişti. Oysa oğlu, onlar gibi davranmamıştı. Genç adamın sesi onu kendine getirene dek, yaşlı adam eski günlere dalıp gitmiş bulunuyordu.

"İyisin ya?" diye sordu öbürü. Yaşlı adam, "iyiyim," dedi.

"Yanıbaşında odunlar var," diye devam etti genç olanı, "üstelik ateş alev alev yanıyor. Bulutlu bir sabah, şimdi, havanın soğukluğu kırıldı. Kar yağmaya başlayacak nerdeyse. işte yağıyor bile."

"Heya, işte yağıyor bile."

"Obalılar acele ediyor. Yükleri ağır, üstelik açlıktan avurtları çökmüş. Yol uzun, onlar da hızlı ilerliyorlar. Ben gidiyorum gayri, iyi mi?"

"İyi. Ben, geçen yıldan kalma son yaprak gibiyim, sapına güçsüzce ilişik bir son yaprak, ilk yelin üflemesiyle kopup düşeceğim. Sesim kocakarı sesine döndü. Gözlerim, adımlarımın yolunu bana gösteremez oldular gayri, ayaklarım ağırlaştı, yorgunum. Pekâlâ."

İnler gibi gıcırdayan karların çıkardığı sesler duyulmaz olana dek, hoşnutluk içinde başını öne eğdi, artık çağırsa bile oğlunun, işitemeyecek kadar uzaklaşmış olduğunu biliyordu. Derken eli, aceleyle odunlara doğru uzandı. Kendisiyle, başı üstünde esnemekte olan sonsuzluk arasında yalnız bu odunlar vardı. Yaşamının ölçüsü bir avuç kuru daldı artık. Bunlar, ateşi beslemek için birer birer gidecek ve işte böylece ölüm, adım adım, kendisine yaklaşacaktı. Son çubuk yanıp sönünce de, dondurucu soğuk artmaya başlayacaktı. Önce ayakları, daha sonra elleri duygusuzlaşacak ve bu uyuşukluk, en uzak uçlarından gövdeye doğru ağır ağır ilerleyecekti. Başı öne doğru, dizlerinin üstüne düşecek ve öylece kalacaktı. Kolaydı bu. Her insan bir gün ölecekti, elbet.Yakınmıyordu. Yaşam yolu böyleydi ve bunda bir haksızlık yoktu. Kendisi toprak üstünde doğmuş, toprağa yakın yaşamıştı ve dolayısiyle bu yasa, yeni bir yasa değildi onun için. Bu bir et ve kemik yasasıydı. Doğa, et ve kemiğe karşı yumuşak davranmaz, kişi denilen elle tutulur nesneyle ilgilenmezdi. Onun ilgisi, soy ve türler üstüneydi. işte bunlar yaşlı Koskosh'un barbar zihniyle ulaşabileceği en derin soyut düşüncelerdi; ne var ki, o bunları iyicene kavramış bulunuyordu. Yaşamın her alanında örneklerini görmüştü onların. Filizin sürüşü, söğüt tomurcuğunun patlayarak yeşerişi, sararmış yaprağın yere düşmesi., yalnız bu bile bütün öyküyü anlatmadaydı. Ancak doğa kişiye bir görev vermişti. Eğer kişi bu görevi yapmazsa, ölür giderdi. Yaparsa da, bir şey değişmez, yine ölürdü. Doğa umursamazdı; buyruğa uyanlar çoktu ve bu konuda, hep var olan, hep sürüp giden yalnız buyruğa uymaydı; söz dinleyip uyanlar değil!.. Koskosh'un soyu çok eskiydi. Kendisi bir çocukken gördüğü yaşlı insanlar da kendilerinden önceki yaşlıları görmüşlerdi, öyleyse soyun yaşadığı ve başlangıcı bilinmeyen geçmiş çağlara dek uzanan, gömüt yerleri çoktan unutulmuş tüm soydaşlarının buyruğa uyuşlarını simgelediği doğruydu. Kişiler, önemli değillerdi; geçiciydiler. Bir yaz göğündeki bulutlar gibi geçip giderlerdi. Kendisi de onlardan biriydi ve göçüp gidecekti. Doğa umursamazdı. Yaşam için bir görev düzenlemiş, bir de yasa koymuştu. Sürekliliği sağlamak yaşamın göreviydi, yasası ise ölümdü. Tombul memeli ve güçlü, keklik sekişli ve pırıl pırıl bakışlı bir genç kızın seyrine doyum olmaz. Ancak o, görevini yapmış değildir henüz. Gözlerindeki parıltı artacak, adımları daha kıvraklaşacak, delikanlılar önünde şimdi atılgan, şimdi çekingen davranacak ve kendi gönlündeki tedirginliği onlara aşılayacaktır. Hem de gittikçe daha güzelletecek ve daha güzel görünecek; derken bir gün, artık kendini tutamaz duruma gelen bir avcı onu yakaladığı gibi, yemeklerini pişirmesi, tüm işlerini görmesi ve çocuklarına anne olması için, çadırına götürür. Sonra yavrularının dünyaya gelmesiyle kadının güzelliği yitip gider. Bacaklarında derman kalmaz, ayaklarını sürükleyerek yürür; gözleri donuklaşmış, bakışlarında fer kalmamıştır; artık ocakbaşındaki kızılderili kocakarının solgun yanaklarından yalnız küçük çocuklar hoşlanır olmuştur. Ve artık görev yerine getirilmiş bulunmaktadır. Çok geçmeden, yani ortalıkta ilk açlık acısının belirmesi, yada uzun göç yoluna çıkılması üzerine, tıpkı kendisinin bırakıldığı gibi, kadın da yanıbaşındaki küçük odun yığınıyla birlikte ve karlar üzerinde bırakılıp, gidilecektir. Yasa böyledir.Adam bir dal parçasını ateşin üstüne dikkatle yerleştirdi ve yeniden düşüncelere daldı. Her yerde, her şey için durum aynıydı. İlk kar ve buzlarla birlikte sivrisinekler yokolurdu. Küçük sincap sürünerek ölüme giderdi. Yaşlanan tavşan hızını yitirir, ağırlaşır; düşmanlarından daha hızlı koşup kurtulamazdı. Bir kış günü Klondike'ın yukarı konaklama yerlerinden birinde, hani o misyonerin vaaz kitapları ve ilâç kutusuyla birlikte geldiği kıştan bir öncesinde, kendi babasını nasıl bırakıp uzaklaştığını düşündü. Koskoosh o ilâç kutusunu her hatırlayışında dudaklarını şapırdatırdı, oysa şimdi ağzında sulanma gücü bile yoktu. Hele o "sancıkesen" çok iyiydi. Ne var ki, misyoner can sıkıcıydı, çünkü et getirmemişti, üstelik oburun biriydi ve bu yüzden avcılar homurdanmaktaydılar. Derken Mayo yakınındaki dorukta, adam ciğerlerini üşüttü ve daha sonra köpekler, taşları burunlarıyla iterek, adamın kemiklerini paylaşmak için dalaşıp dövüştüler.

Koskoosh ateşin üstüne bir dal daha yerleştirdi ve yine geçmiş günlerin derinliklerine gömüldü. Büyük bir açlık dönemindeydi, karınları bomboş yaşlılar, ateşin çevresinde çömelmiş, üç kış boyunca gürül gürül akan Yukon'un üç yaz süresince kaskatı donmuş olduğunun bulanık öyküsünü, dudaklarından dökülürcesine anlatıyorlardı. Kendisi o açlıkta yitirmişti anasını. Yaz döneminde Som balıkları akını olmamıştı ve obalılar kış ile kuzeyin ren geyiklerini umut içinde bekliyorlardı. Sonra kış geldi, ancak geyik meyik yoktu. Böylesi hiç mi hiç; yaşlıların ömürleri boyunca bile hiç görülmemişti. Evet geyikler gelmedi, oysa bu yedinci yıldı, üstelik tavşan da bulunmuyordu, köpeklerse bir deri bir kemik kalmışlardı. Uzun gecelerin karanlığında çocuklar çığlık çığlık öldüler; ve kadınlar ve yaşlı adamlar da öyle; obada her on kişiden biri bile canlı kalarak, ilkbaharla geri gelen güneşi göremedi. Bu gerçekten bir kıtlıktı!Ancak o, ele geçirdikleri etlerin çarçur edildiği, köpeklerin fazla semirip değersizleştikleri bolluk günlerini.. av hayvanlarını vurmayıp kendi başlarına bıraktıkları, kadınların iyice doğurganlaştıkları ve çadırların emekleyen kız ve erkek çocuklarıyla dolup taştıkları günleri de görmüştü. Bu durumda göbeklenen erkekler eski kavgaları yeniden canlandırmış, Pelly'leri öldürmek için dağları aşmış ve Tanana'ların ölü ateşleri başında oturabilmek için batıya gitmişlerdi. Kendisi daha çocukken, bir bolluk sırasında, kurtların bir geyiği alaşağı edişlerini gördüğü gün canlanıyordu gözlerinin önünde. Zingha da onunla birlikte karların üstüne uzanmış bu olayı seyretmişti... Zingha, sonradan avcıların en ustası, en kurnazı oldu ve sonunda Yukon ırmağının buz deliklerinden birine düştü. Kendisini bir ay sonra buldular, yarı beline dek yukarı çıkmıştı ya, kaskatı donmuştu buzların arasında.

Gelelim o geyik olayına. O gün Zingha ile kendisi, babalarının yaptığına özenerek, avcılık oyununa çıkmışlardı. Dere yatağında, yeni bir geyik iziyle birlikte birçok kurt izi gördüler. Belirtileri daha çabuk yorumlayabilen Zingha, "Geyik kocamış," dedi. "Sürüye ayak uyduramıyan kocamışın biri. Kurtlar onu, ötekilerden ayırmışlar ve de hiç bırakmayacaklardır." Nitekim öyleydi. Onların huyudur bu. Gece olsun, gündüz olsun, durup dinlenmeden, hemen ardısıra hırlar, burnuna pençe atar ve sonuna dek yanından ayrılmazlardı. Kana susamışlık nasıl da sarmıştı Zingha ile kendisini! işin sonunu görmeye gerçekten değerdi!İstekli adımlarla yola koyuldular, keskin görüşlü ve iz gütmede usta olmayan kendisi, yani Koskoosh bile bu izleri gözü kapalı izleyebilirdi, çünkü öylesine belirliydiler. Önlerindeki kovalamacanın hemen ardında hızla ilerliyorlar ve her adımda yeni bir belirtisini gördükleri acıklı olayı, kitap gibi okuyorlardı. Şimdi geyiğin bir direnişte bulunduğu yere gelmişlerdi. Karlar, her yönde üç adam boyu tutan bir bölgede çiğnenmiş, havaya savrulmuştu. Ortada yayvan ayaklı avın derin ayak izleri; bunların çepeçevre, dört bir yanındaysa kurtların daha hafif izleri vardı. Kurtlardan kimisi avı parçalamak için acele ederken, kiminin de yanlamasına yatıp dinlendiği anlaşılıyordu. Gövdelerinin bütün uzunluklarıyla kar üstündeki izleri, sanki bir saniye önce bırakılmış gibi belirgin ve eksiksizdi. Kurtlardan biri, geyiğin çılgınca bir atılışı sonunda yere yıkılmış, ayak altında çiğnene çiğnene can vermişti. Paramparça birkaç kemik bunu gösteriyordu.

Çocuklar kar ayakkaplarını kaldırabasa ilerlerken, ikinci bir direnme yerinde yeniden durdular. Koca hayvan burada korkunç bir savaş vermişti. Karların da gösterdiği gibi, saldırganlarınca iki kez yere yıkılmış ve ikisinde de onları silkeleyerek kurtulup ayağa kalkmıştı. O, görevini çoktan yerine getirmiş bulunuyordu ya, can tatlıydı nede olsa. Zingha, yere yıkılan bir geyiğin yeniden kurtulması çok garip, diyordu; ne var ki, bu hiç kuşkusuz becermişti. Kendisine anlattıkları zaman, şaman bu olaydan birçok belirti ve olağanüstülükler çıkarırdı.

Daha sonra, geyiğin yamacı tırmanıp koruluğa ulaştığı yere geldiler. Ancak düşmanları ona geriden saldırmışlar, o da gerileyip üstlerine yürümüş ve ikisini gebertip karlara gömmüştü. Ancak geyiğin sonunun yaklaştığı besbelliydi, çünkü kurtlar son ölen iki türdeşlerine hiç dokunmamışlardı. Kısa süren ve birbirine çok yakın iki yerde iki direniş daha olmuştu, tz şimdi kırmızıydı ve koca hayvanın çevik ve uzun adımları kısalmış, şapşallaşmıştı. Derken savaşın ilk gürültülerini işittiler., bunlar av kovalamalarında, hep birlikte gırtlakları yırtılırcasına çıkarılan sesler değil, dişlerin ete saplandığı göğüs göğüse bir didişmeyi anlatan kısa hırlamalardı. Zingha karlar üstünde, rüzgârın estiği yönde sürünerek ilerliyor, gelecek yıllarda obanın başına geçecek olan Koskoosh da onu izliyordu. İkisi birlikte, genç bir ladin ağacının alt dallarını aralayarak ileri doğru baktılar. Gördükleri, olayın sonuydu ancak.

Görüntü, gençlikte edinilen tüm izlenimler gibi, zihninde hâlâ canlıydı ve feri sönmüş gözlerin, olayın sona erişini o çok uzaklarda kalmış gündeki gibi capcanlı seyretmekteydi. Koskoosh buna şaşıyordu, çünkü daha sonraları, başa geçtiği, oba yönetimini ele aldığı günlerde büyük işler başarmış; teke tek ve bıçak bıçağa girişilen bir döğüş sırasında ak derili yabancı adamı öldürüşü bir yana, adı sanı, Pelly'ler arasında dehşet saçar olmuştu.

Ateş sönmeye yüz tutup, soğuğun etkisi gittikçe artana dek, uzun uzun gençlik günlerini düşündü. Bu kez iki dal yerleştirerek ateşi besledi ve ne süre daha sağ kalabileceğini, geri kalan dallarla ölçüp hesapladı. Eğer Sitcumtoha, dedesini düşünüp daha çok odun toplamış olsaydı, adam biraz daha uzun yaşayabilirdi. Odun toplamak zor bir iş de değildi. Ne var ki, kız oldum olasıya düşüncesiz, ilgisiz bir çocuktu; hele Beaver, yani Zingha'nın oğlunun oğlu ona gönül verdiği günden beri kız atalarını saymaz olmuştu. Eh, ne önemi vardı? Kendisi de, delikanlılık günlerinde böyle yapmamış mıydı? Bir süre sessizliği dinledi. Belki oğlunun yüreği yumuşar ve yaşlı babasını, geyiklerin bol ve semiz oldukları bölgeye, «halılarla birlikte götürmek üzere, köpekleri yanına alıp geri gelirdi.

İyice kulak kabarttı, tedirgin dimağı o an için duruldu. Ne bir kıpırtı, ne bir şey. Derin sessizlik içinde soluk alan bir tek kendisiydi. Pek yalnızdı. Hişt! O da ne? Bütün vücudu ürperdi. O tanıdık, uzun uluyuş sessizliği yırttı, hem de çok yakındaydı. Derken, donuk gözleri önünde geyiğin (o kocamış, erkek geyiğin) görüntüsü, parçalanmış böğrü, kana bulanmış butları, karmakarışık yelesi, yere doğru inik ve sonuna dek tos vuran, çatallı kocaman boynuzlan canlandı. Şimşek gibi çakan kül rengi şekilleri, alev alev parlayan gözleri, sarkan dilleri, salyalı dişleri gördü. Sonra amansız çemberin, tepinilip çiğnenmiş karlar üstünde kara bir nokta oluncaya dek daralışını gördü.

Islak ve soğuk bir hayvan burnunun yanağına doğru uzanmasıyla birlikte, adamın tüm benliği bir sıçrayışta içinde bulunduğu zamana donuverdi. Hızla ateşe uzanan eli, yanmakta olan bir demet çırpıyı çekip aldı. Yalnızca insanoğluna karşı soydan geçme korku yüzünden gerileyen canavar uzun bir uluyuşla türdeşlerini çağırdı; öyle ki, ötekiler bu çağrıya oburcana karşılık verdiler ve bir süre sonra, ağızlarından salyalar aka aka çepeçevre dizilip çömeldiler. Yaşlı adam bu çemberin daralışını dinledi. Yarıya dek yanan çubuk demetini olanca gücüyle salladı, koklayışlar hırıldamalara döndüyse de canavarlar kaçışıp dağılmadılar. Derken biri göğsünü ileri uzatıp kıçını sürükleyerek kurnazca kımıldadı, sonra ikincisi ve şimdi üçüncüsü; gelgeldim hiçbiri gerilemedi. Adam, yaşamak için bu çırpmış niçin? diye sordu ve alevli çubuğu karlar üstüne fırlattı. Çubuk cızırdadıktan sonra söndü. Çemberdekiler homurdandılarsa da yerlerinde kaldılar. Adam, koca geyiğin son direnişini bir kez daha gördü ve Koskoosh'un başı yorgun, bıkkın, dizlerinin üstüne düştü. Ne önemi vardı gayri? Hem bu, yaşamın değişmez bir yasası değil miydi?
Kaynak: