9 Şubat 2015 Pazartesi

Eskiden



Ünal yazdı:
Kocapınar Köyünde Çocukluğum
Tarih : 02-03-2013 Saat : 20:03
- Çocuktuk Eski Ilkokulum şu an aklımda, bodrumu vardı, tahtalar arasından kalem silgi düşürür ve onu iner toz topraklar içinden bodurumdan alırdık, Öğretmenin Talat beydi kulağı çınlasın. Defterlerimizi naylon dışlıkla kaplardık. Okul çantalarınız naylon torbalardı, Okul fişleri vardı okumak için, Fasulyeler ile yazı yazardık. Okul önlüklerimiz siyahtı, Ayakkabılarımız kara lastikti , okul arkadaşlığı ozan bir başka idi. Hey gidi günler..........hey.....

 - Eski Camimiz vardı, Taş duvarlı, avlusu bir başka güzel idi, çayır çimen hoş kokulu çiçekler. Imamı Ali Ulu hocamız ( Allah sağlık versin) Ağaç minaresi, Güvercin dolu terası, Bayramlarda avlusunda yapılan yemek ziyafeti bir başka olurdu . Hey gidi günler.........hey..

- Badik ( Kaz yavrusu) güttüğümüz ( otlattığımız) Göçmen evleri ve taslağı.Budaklının kıyıdaki kayısıları,erikleri elmaları, Kör Davudun armutları, Gözlüklü Kamilin ekşi elmaları, Çakırın fişneleri yedik hepsinden kaçamak, kaçamak (Hepsine Allah rahmet eylesin) Inşallah geride kalan varisleri bizlere helal ederler, Hey gidi günler..........hey.....

 - Hayvan otlattığımız günlerim, Etaçeler, Kozverenler, Kömürlükler, Hayvanları öğelende evreke indirmek, Irmak kıyısına, ', 'ırmakta yüzmek, balık tutmak, yemek olarak çıkılara sarılmış azıklar somun ortasına konmuş pişmiş yumurta, satatalık, damates, peynir Allah ne verdi ise arkadaşlarla birlikte yemek, Hey gidi günler..........hey.....

- Yunnaklarımız vardı köyde üç yerde, Kocapınar yanında, Eski Ilkokul yanında ve Yukarı Mahallede kürtük pınar yanı, bir başka olurdu canım yunnaklarda kavış kavış kazan dolusu banyo yapmak, eskiden kül ile yıkanırdık nerde sabun. Hey gidi günler.........hey..

 - Çimecek dereyi de unutmayalım göletlerinde yıkanmak, balık tutmak, salyangoz (sülük)toplamak, buzlarını kırıp banyo yapmak, yazları gidip serinlemek, Çiğdem günleri çiğdemini toplamak, ve ayırıca çiğdem gezdirmek vardı, un yağ yumurta toplayıp bir evde toplanıp birlikte yemek. Hey gidi günler..........hey.....

- Hacı Lütfinin Kara Traktörü vardı, acayip sesi vardı siyah dumanı, Evet Topal Nurinin Kamyonunu unutmayalım, Allah rahmet eylesin ölenlere, az köyün kahrını çekmediler, Kamyonla Havzaya gittiğimizde sanki otobüsle yolculuk yapıyor zannederdik kendimizi, Birde Eski muhtar Bayram amca ( Allah rahmet etsin) onuda unutmayalım. Jip’i vardı oda az yolcu taşımadı Havza’ya, Karalüsün Eski ford münibüsle Havzaya yapılan yolculuklarıda unutmayalım. Hikmet abiden Allah razı olsun oda az çekmedi köyün kahrını, Hey gidi günler..........hey.....

- Çocuktuk köy için akardan çivi toplar, düğünlerde boş kovan toplar, Kartalcının Naime satardık (Allah rahmet etsin) Parasına bakkallardan şeker alırdık, yalama şekeri simit şeklinde olanlarından. Naim Dayı birde süpürgecilik yapardı, Havza’da Hoşgörün kavenin yanında. Hey gidi günler..........hey.....

- Eskiden enek ( Misket) oynardık cep dolusu taşırdık, onları gece uyurken bile koynumuzda taşırdık. Maymun ( Topaç) çevirirdik kendir iple, ıslar ıslar vururduk. En güzel Topaçıda Deli Tufa dayı yapardı ( Allah rahmet etsin) Hey gidi günler..........hey....

- Eskiden diş doktorunu nereden bulacaksın. Köyde diş doktoru Ali Çavuş ve Deli Tufa( Allah her ikisinede rahmet etsin) Nerde narkoz ilaç, Kerpetenle asıla asıla sökerlerdi. Birinde hiç unutmuyorum. Kulağımın ağrısına dişim ağrıyor zannettim. Ali Çavuşa dedem ( Dedemin kardeşi olur) gittim. Torunum hangi dişin ağrıyor dedi bende elimde gösterdim. Sağlam azı dişimi sökmüştü. Hey gidi günler..........hey.....

- Eskiden nerde evlerde telefon, köyde sadece bizim bakkalda vardı. Köyün öbür ucundan birini ararlardı, gece gündüz gider haber verirdik. Ben o günleri hiç unutmuyorum, çok zahmet çekmiştik ama tatlı zahmetli günlerdi. Hey gidi günler..........hey.....

- Eskiden kışlarda bir başka olurdu köyümde, çok kar yağardı, Çakırın yamaya gece donsun diye su dökerdik, cam gibi olurdu, kızaklara hızlı gitsin diye demir çakardık. Sivri buynuzlu kızaklar vardı birbirinden güzel. Yarış yapardık. Çubukla kayardık çömelerek, bunu kızlar çok yapardı. Çakırın yamadan Berberin dükkana kadar giderdik. Birde sürgü ile kayınırdık, sürgünün altına iki kızak ve üstüne 6-7 kişi binerdik, geceleri çok kayardık üşümek nedir bilmezdik. Hey gidi günler..........hey.....

- Ekiden Hamam ayağında panayır ve Hıdırellez yapılırdı. Köyden Rahmetli Babam ve Ürüşanın Seyitali dayı bakkal kurarlardı, çok da iyi alış veriş olurdu. Herkes çok güzel eğlence yapardı.Bir kez hiç unutmuyorum panayıra sihirbaz gelmişti. birde sabit bir birine bağlı bisikletler vardı daire şeklinde dönerdi para ile onlara binerdik, ne kadar sevinirdik. Hey gidi günler..........hey.....

 - Eskiden düğünlerde bir başka olurdu. Oyunlar yapılırdı, zamahlar olurdu, güreşler olurdu, tavuk yarışları yapılırdı, damat köy yunnağında banyo yaptırlır ve bir kova soğuk suyu başından aşağı aktarılırdı Damat traşa giderdi Berber Hacı Abdullah amcaya. Damat son gece yassı namazından sonra duası yapılır, ve arkadaşları onu yumruklayarak gelin yanına yolcu ederlerdi. Tabi sağ çıkarsa, ondan sonra helva verilir, uyanık birisi helva tebsisini alır kaçar ve ondan bahşiş alırdı. Hey gidi günler..........hey.....

- Eskiden köy oyunları da çok güzeldi, Çelik çomak oynardık, dokuz kiremit oynardık, Istanbul tahtası, kör ebe, saklanbaç, evlerde el üstünde kimim eli var, Salıncak kurar sallanılırdık, ip atlama, mendil yarışı, dokuz taş oyunu, v.s. Hey gidi günler..........hey.....

- Eskiden köyde çok gezerdik, akşam gezmek için tarladan zor kaçardık kızlara bakmak için, günde kaç kez dolanırdık köyü hatırlıyamıyorum. Herkesin bir yavuklusu (sevdiği) vardı. Köy o zamanlar cıvıl cıvıldı, insan çoktu, genç çoktu. Şimdi kimse kalmadı, Köy şimdi emekliler köyü oldu. Hey gidi günler..........hey.....

- Köye ilk ortaokulun açıldığı zamanı hatırlıyorum, Sene 1978-1979 Allah vesile olanlardan razı olsun, Başta Fethi Yalçın Hocamıza, 13 Kişi ilk mezunları biziz. Öğretmenlerimiz, Fethi Yalçın, Seyit Ahmet Yıldırım, Mehmet Üstün, Resul Tufan, Ahmet Tekin, Ahmet Yılmaz, Sebahattin Meşekıran, Hüseyin Karataş hoca, Fethi Bayram, Çok değerli hocalarım hepsinden Allah razı olsun. Birinci sınıfı Eski Ilk okulda okumuştuk, ondan sonra Halk evi Orta okula çevrilmişti, orda tamamladık, ilk başka çok gelen oldu ama 13 Kişi ile mezun vermişti. Çok güzel günlerimiz geçti. Hey gidi günler..........hey.....

 -Daha çok aklıma gelmeyen çok anılar var, Tekrar ölenlere Allah’tan rahmet diler. Geride kalanlara Allah ( cc) Sağlık Sihhat versin. Sağlıcakla kalın 

http://www.kocapinar.com/forum/index.php?Id=26788&alt_id=41996

KEZBAN

Ah Kezban; SENDEN SONRA ÖYLE orospular TÜREDİ Kİ ..!
 
"Ah ah Kezban, eli dili öpülesi Kezban" belki de şimdi yaşamıyorsun. 
Keşke yaşasaydın da görseydin, gerçek orospunun kim olduğunu!
Bu hikâye Malatya da geçer. Bu, bir tercüman eşliğinde eğlenmek için geneleve gelen iki Amerikalı coni ile genelevde çalışan Kezban'ın hikayesidir! !
 
Menderes'in Türkiye'yi 'küçük Amerika' yapmaya çalıştığı günlerde, yani 1955-1960'lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesidir .. .
 
Malatya'nın en canlı sokaklarından biri de, genelev sokağıdır ...
Gündüz Cumhuriyet Bayramı kutlanmıştı ..
Gece saat 12'ye yaklaştığı sırada içeriye ağızlarında pipo, sarı saçlı, uzun boylu iki kişi ile beraber, şık giyinmiş şişman bir adam girdi.
Bu iki yabancı, 'uzman' sıfatıyla bir dost memleketten getirilmişlerdi. .. Bir yıldır yakındaki 15,000 nüfuslu bir Anadolu kasabasındaydılar. Kaymakam kasabada böyle bir şey olamayacağını, arzu ederlerse falanca yerdeki 'Türk pavyon'una gitmelerini tavsiye etmişti ...
Bunun üzerine iki genç, tercümanlarını da yanlarına alarak önce Malatya'ya, sonra da faytoncunun rehberliğinde buraya gelmişlerdi .. .
Yani Malatya genelevine! ..
Ilk dakikalarda yadırgadıkları bu yer, gitgide hoşlarına gitmişti.
Akşamdan beri 25 müşteri savmış olan Kezban, gramofona oynak bir plak koymuş, kırmızı mayosunun içinde dönüp duruyordu ... Yabancılar Kezban'ı seyretmeye başladılar.Sonunda Kezban'ı işaret ederek, tercümanlarına bir şeyler dediler ...
Tercüman caca kadın'a;
- Mösyöler bayani istiyor ..
Tercümanı duyan Kezban adamlara şöyle bir baktı ...
Sonra;
- Müthiş yorgunum anne. Mazur görsünler!
Cevap tercüme edilince, yabancılardan uzun boylusu sertleşen sesi ile;
- Ne demek?! Böyle yerlerde müşteri reddedilmez! diye diklendi ...
Kezban hiddetlenerek;
- Yorgunum efendim! .. Lâftan anlamaz mısınız siz!?
Tercüman;
- Bu mösyölerin kim olduğunu bilmiyorsun galiba?! Hem bir orospu müşterisinin arzusunu yerine getirmeye mecburdur! Kezban;
- Ben orospuyum! Ama bu mösyöler kim olursa olsunlar, arzularını yerine getirmeyeceğim!
Diğer kadınlar şaşkın şaşkın ona bakmaktaydılar. .. Kezban'ı o güne kadar hep para canlısı olarak düşünmüşlerdi! ...
Tercüman, yediği hakareti hazmedememişti;
- Senin gibilerinin hakkından polis gelir!
- Buyrun efendim, polis iki adımlık yerde!
Şişman tercüman dışarı çıktı. Biraz sonra yaşlıca bir polisle içeri girdi ...
Ecnebilere karşı daima nazik olmayı, onlara kolaylık göstermeyi vazifesinin mühim bir düsturu sayan polis, Kezban'a;
- Mösyöler seni çiftetelli oynarken bulmuşlar ... Demek ki yorgunluk bahane ... Şu halde sebep ne Kezban?
- Sadece istemiyorum.
- Fakat vazifeni unutuyorsun. Sonra senin için fena olur!
Genelevin dilberi Kezban, adeta deliye döndü;
- Bana hiç bir şey olmaz, polis bey! .. Ben gavurlara orospuluk yapmam polis bey! .. Beni nihayet buradan başka bir yere sürebilirsiniz. ..
Fakat sürüleceğim yer gene Türk ili değil mi?
Herkes susuyor, iki yabancı alık alık bakıyordu ... Kezban ise yumruklarını sallayarak söyleniyordu;
- Ben gavur orospusu değilim, polis bey! ... Ben Türk orospusuyum!
Diğer kadınlar başlarını önlerine eğmişlerdi ...
Yaşlı polis ise gözlerindeki ıslaklığı göstermemek için ağır ağır bahçeye çıkarken, Kezban hâlâ bağırıyordu;
- Ben gavurun altına yatmam, polis bey! .. Ben Türklerin orospusuyum! .. Gâvurun değil!
Kaderin sillesini yemiş vesikalı Kezban'ın, cılız öpülesi elleriyle ülkemizi işgal eden gâvurlara attığı yaman tokadın hikâyesi bu!
İşte böyle! ..
Bir kaç dolar kazanabilmek için, yabancıların önünde eğilen bütün politikacılarımıza ...
Iş adamlarımıza .. . Bürokratlarımıza. .. Medya mensuplarına...
Ve keşke İngilizlerin idaresinde olsaydık diyebilen o çok Namuslu (!) Hanım kızlarımıza ...
 
Velhâsıl, kadın-erkek bütün vesikasız orospularımıza ithaf olunur! ..
 

Ve o şişman tercümanın adı neydi biliyor musunuz?
TURGUT ÖZAL! ..
 

Doç. Dr Mehmet KAYA
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
VETERİNER FAKÜLTESİ
Fizyoloji ABD
55.139 - Kurupelit / SAMSUN / TÜRKİYE

3 Şubat 2015 Salı

ŞEYH VEFA

 
Asıl adı Mustafa idi ama, işte beş yüzyıldır, adını verdiği koca bir İstanbul semtinde, vefanın, insan sevgisinin, güzelliğin temsilcisi olarak yaşıyor.
İstanbul semtlerine, fetih günlerinden başlayarak verilmiş isimlerin her birinin bir hikâyesi, bir anlamı, bir canlılığı vardır.
...Asıl adı Mustafa idi, dedik. İstanbul'a renk ve kişilik veren ululardandı ama, doğumu istanbul değil, Konya idi. Mustafa daha küçücük bir çocukken güzelliği ve bu güzelliğin etrafa saçtığı ışıkla, seçilmiş bir çocuktu. Bir gören bir daha başnı çevirir bakar, sonra, dikkatli ve ihtiyatlı bir kimseyse «Maşallah!» der, bununla da yetinmez, Allah'ın lütuflarına karşı hayretle başını sallar, «Maşallah»ına bir de «Suphanallah» eklerdi. Böyle bir çocuktu.
Anası, babası, Konya'nın tanınmış, sayılan ve sevilen insanlarıydı. Haramı helâlden seçmesini bilen erdemli, hâl ehli kimselerdi.
Mustafa, biraz boylanıp poslanıp mahalleye, diğer çocukların içine karıştığı zaman arkadaşları onu çok sevdiler. Yaramaz, atik-tetik bir oğlandı. Ancak bir huyu vardı. Nerede kırbalarını doldurmuş bir saka görse, dayanamaz, ne yapar, ne eder kırbayı deler, zavallı sakacığın kârına kesat karıştırırdı. Bir, iki derken, çocuk bunu iyice zevk edinmişti. Elinden kimse kurtulamıyor, kaçınca kimse tutamıyordu. Hiç bir saka da bu güzel yüzlü çocuğa el kaldırıp, onu bir güzel pataklamaya kıyamıyordu. Sonunda sakalar toplanıp, mahallenin büyüklerinden birine durumu anlattılar. O da, akşam üzeri, güzel Mustafa'nın babasını çağırıp, oğlunun yaramazlığını hikâye etti ve nazik nazik tembihledi: «Canını yakmadan, sen onu biraz korkutuver».
Baba eve geldiği zaman düşünceliydi. Mustafa, herhangi bir çocuk değildi. İşaretler ve müjdelerle dünyaya gelmiş ve onun doğumuyle beraber, hayatlarında pek çok şey değişmişti. Sonra... kırba delmenin zararlı bir iş olduğunu da idrak edecek yaştaydı.
Çorbalarını içtikten sonra bu meseleyi önce karısıyle konuşmayı uygun görerek Mustafa'nın yatmasını bekledi ve güzel çocuk, uykunun derinliklerine dalınca hikâyeyi hanımına aktardı. Sözünü de: «Ondan şüphe edemem, sen de eriştiği tecelliyi görüyorsun.  "Çocuk bunu kendi kusurundan değil, ya senin, ya benim bir eksiğimizin, bir ayıbımızın etkisiyle yapıyor"diye bitirdi.
Uzun uzun, derin derin düşündüler, her ikisi de bir bir bütün hayatlarını hatırlamaya çalıştılar. Sonra Mustafa'nın annesi birden: «Hatırladım» diye söze başladı. «Hatırladım. Mustafa'm karnımda beş aylıktı. Karşı komşuya misafirliğe gitmiştim. Lamba iskemlesinin üzerinde bir tabak yemiş duruyordu. Hiç görmemiştim. Tadını da bilmiyordum. Onlara dışarıdan hediye gelmişmiş, adını da söylediler, portakalmış. Canım çekti, belki ikram ederler, diye bekledim. Ama onlar unuttular. Bir ara odada benden başka kimse yoktu. Bir tanesini aldım, elimdeki çorap şişi ile deldim ve birkaç yudum emdim. Mustafa'm hasta olmasın diye. Az sonra ev sahibi bana nar şerbeti getirdi. Söyleyim dedim ama cesaret edemedim, utandım».
Mustafa'nın babası gülümsüyordu. Bu masum itiraf, hem hoşuna gitmiş, hem huzurunu geri getirmişti. Karısı: «Ama, yarın gider helâllik dilerim, çocuğumuz iki yudum haram portakal suyunu bile kabul etmiyor. Ben portakalı deldiğim gibi, o da kırba delip ayıbımı yüzlüyor demek, hattâ hemen şimdi gitsem de olur» dedi. «Yok kadınım, sabah ola, hayır gele!» Döşekler yayıldı ve ana-baba da Mustafa'nın daldığı derin uykuya girdiler.
(Nezihe Araz, Anadolu Evliyaları adlı eserinden)

Sevginin Gücü

‘’Bir zamanlar, genç bir kadın, kocasını ve küçük yaştaki oğlunu terk ederek ortadan kaybolmuş ve bir daha da görünmemişti. Kocası bir süre bekledi, sonra yeniden evlendi. Çocuk okula başladı, ama derslerinde hiç mi hiç başarılı değildi. Yaşıtları arasındaki en başarısız öğrenciydi. O başarısız oldukça babası ve üvey annesi de onu daha fazla sıkıştırıyor, duygularını incitiyorlardı. Bu tavırlar onun daha da başarısız olmasına yol açıyor; bir kısır döngüdür yaşanıyordu.
Adı ‘APTAL’a çıkmıştı, küçük delikanlının. Babası onun okumakta gözü olmadığını düşündü. Okuldan aldı ve bir ustanın yanına çırak verdi. Gel gelelim, çocuk bu meslekte te isteneni gösteremedi. Hiçbir işi düzgün yapamıyordu. Sakar, kırıp döken bir tuhaf varlık haline gelmişti. Bu hal, ailesinin onu daha fazla aşağılamasına ve incitmesinden başka bir işe yaramadı.
Ama bir gün, yıllar önce kendisini terk edip giden annesinden bir mektup ve bir paket geldi çocuğa. Annesi, mektupta oğlunu çok özlediğini ve hiç unutmadığını söylüyor; yıllar önce çekip gitmesinin mecburiyetten kaynaklandığını anlatıyor ve oğlundan özür diliyordu. Paketten bir keman çıkmıştı.
O günden itibaren çocuk bambaşka birisi oldu. Mektuba ve kemana çok sevinmiş, ama en çok annesinin onu unutmadığından mutlu olmuştu. O günden sonra çocuk kemanı elinden neredeyse hiç düşürmedi. Babasına yalvararak dersler aldı. Kısa zamanda o kadar harika keman çalmaya başladı ki, herkes şaşırıp kaldı.
Kemanı böylesine harikulade çalan o aptal, sakar, beceriksiz ve isteksiz çocuk olabilir miydi? Babası ve üvey annesi, neredeyse kemanda sihir olduğuna inanacaklardı. Öyle ya, kemanda bir sihir olmasa, bildikleri çocuk nasıl böyle güzel çalabilirdi?
Günler geçiyor, çocuk bir keman ustası olma yolunda hızla ilerliyordu. Bu arada, ailesi başta olmak üzere herkes aynı şeyin merakındaydı: Bu mucize nasıl mümkün olabilmişti? Nihayet, babası çocuğundan habersiz kemanı da yanına alıp durumu bilge bir insana anlatmaya ve ondan açıklama istemeye karar verdi. Sahiden de keman sihirli miydi yoksa?
Bilge öyküyü gözleri uzaklara bakarak dinledi ve sonunda babaya dönüp şöyle dedi:
"Aziz dostum! Ne kemanda sihir var, ne de oğlunuz aptal ve beceriksiz! Onun yakın zamana kadarki başarısızlığı annesinin onu sevmediğini, unuttuğunu sanmasından ileri geliyordu. Hiçbir şey, unutulmak kadar incitmez insanı. Hiçbir şey sevilmediğini düşünmek kadar yaralamaz bir kişiyi. Bugünkü büyük başarısı ise, annesinin onu unutmadığını, aksine hâlâ çok sevdiğini anlamasından kaynaklanıyor. Annesinin sevgisini hissetmesiyle içinde sabırsızlıkla bekleyen yetenekler yeşermiş ve hatta fışkırmış. İşte hal böyle."