16 Ocak 2012 Pazartesi

Yol Parası

Hastane tıklım tıklımdır. Yaşlı kadın içeri girer, doktor hanım teyzeyi muayene eder; fakat hastalığından emin olamaz. Kadına dönüp:
-"Teyze şu şu tahlilleri yaptır gel, der."
Yaşlı kadın başını öne eğer. Doktor, yaşlı kadının duymadığını düşünerek tekrar söyler. Yaşlı kadın başını yerden kaldırarak, ağlamaya hazır gözlerle:
-"Kızım, benim köye dönecek param yok, tahlilleri nasıl yaptırayım?" der.
Doktorun yapacak bir sürü işi olmasına rağmen, bırakır işini, tutar teyzenin elinden koridor koridor dolaştırıp tahlilleri yaptırır. Tahlillerin sonucunda doktor hastalığı belirler, gerekli ilaçları da alıp teyzeye verir. Yaşlı kadın tam odadan çıkacakken, doktor hanımın aklına "yol parası" gelir ve teyzeye köye gitmesine hayli hayli yetecek para uzatır. Yaşlı kadın önce almak istemese de daha sonra 'mecburiyetten' parayı alır. Sonra:
-"Allah senden razı olsun kızım. Köye nasıl döneceğim diye kara kara düşünüyordum, çok sağ ol" diyerek odadan çıkar.
Aradan bir saat kadar bir süre geçer. Doktor bakar ki yaşlı teyze kan ter içinde, kalabalığı yarmış, oflaya puflaya geliyor. Doktor şaşırmış bir halde "Herhalde giderken bir şey unuttu!" diye düşünür ve:
-"Ne oldu teyze" diye sorar.
Teyzenin yüzünde kocaman bir gülümseme vardır bu sefer:
-"Kızım ben ana yola çıkınca bir köylüme rastladım. Meğer o, minibüsle zaten köye dönüyormuş. Beni köye o götürecek; sen al paranı!.."
(Erdal Açıkses'e teşekkürler.)

Meclisin Süsü

Molla Cami'den:

Bir zamanlar bilginler ve şairler, 'suskunlar meclisi' adıyla bir topluluk oluşturmuşlardı.
Üye sayısı otuz kişiydi ve bunu arttırmıyorlardı. Üyeliğin ilk şartı çok düşünmek, az yazmak ve çok az konuşmaktı.
O zamanlar meşhur şair ve bilgin Molla Camî, bu meclisin aşkındaydı.
Günün birinde suskunlar meclisinin bir üyesinin öldüğünü duyunca, onun yerine aday olmak için bilginlerin bulunduğu köşke geldi.
Kendisini karşılayan kapıcıya bir şey söylemeden, ismini bir kağıda yazarak o sırada toplantı halinde bulunan suskunlar meclisine gönderdi.
Meclis üyeleri bu teklifi görünce biraz üzüldüler. Molla Camî oraya layık bir bilgindi, ama ölen üyenin yerine başka birini almışlardı.
Yeni bir üye için yer yoktu. Meclisin başkanı, bir bardağı tamamen suyla doldurduktan sonra Molla Camî'ye gönderdi. Zeki bilgin durumu kavramıştı.
Bir damla daha olsa bardak taşacaktı. Bunun üzerine o da hemen oracıktaki bir gül dalından küçük bir yaprak koparıp, nazikçe suyun üstüne koyuverdi.
Bardak taşmamıştı. Bunu içeri gönderdi.
Meclistekiler bu kibar cevabın mânasını anlamışlardı: Zarif insanların yeri başkaydı. Üyeler, bu değerli bilgini de aralarına almaya karar verdiler.
Başkan listeye Molla Camî'nin adını ekledi. Otuz sayısının sonuna bir sıfır koyarak, 300 yazdı. Bununla Molla Camî sayesinde, meclisin değerinin on misli arttığını belirtiyordu. Listenin son şekli Molla Camî'ye gelince, meseleyi anladı. Ancak sayının büyük gösterilmesinden hoşlanmadı. Sağdaki bir sıfırı silerek, otuz sayısının soluna koydu. Yani 030 yazdı. Alçak gönüllü Molla Camî, böylece kendisini solda sıfır sayıyor, bardağı taşırmadığı gibi, o meclisin yapısını da etkilemeyeceğini söylemek istiyordu.
Diğer üyeler bunu görünce, saygı ve hayranlıkları bir kat daha artmış olarak suskunlar meclisinin yeni üyesini, sessizce, selâmladılar.

Kaynak: 
Mustafa Uyan

KUŞ KADAR OLMAK...

Ayvalık"ta bir açık hava otelindeyim, resepsiyon da açıkta.

Resepsiyonun köşesinde bir kırlangıç yuvası var; üç yavru, kafalar dışarıda, gagalar açık.

Anne ve baba gidip gelip yiyecek getiriyorlar ve ayrı zamanlarda geldikleri için birbirlerini görmüyorlar. AİLE BAĞLARI

Anne birinci yavruya yem veriyor, birazdan baba gelip ikinciye, anne tekrar geldiğinde üçüncüye, baba gelip birinciye. İnanılır gibi değil, sırayı hiç şaşırmadılar: ADALET.

Akşama doğru sudan çıktım, baktım yuvaya siyah bir kedi yaklaşmış.O ufacık ana baba canhıraş bir şekilde dalıp, çıkıp kediyi uzağa kadar kovaladılar: CESARET.

Otel sahibi şunları anlattı: Bahar başlarında göçten döndüklerinde yuvanın bulunduğu bölümün kapalı olduğunu görünce, resepsiyon görevlisinin kaldığı odaya girip çıkıp onu uyandırmışlar: AKIL.

Sabah su içmek için fiskiyenin üzerinde dolaşıp çığlıklar atıyorlardı, ta ki fıskiye açılana kadar: İLETİŞİM.

Yuvalarını öyle bir yaparlar ki yıllarca dayanır: KALİTE.

Yazları sıcak ülkelere göç ederler: YENİLİK.

Onların yaptığı yuva, diğer kuşların saman çöplerini üst üste koyarak yaptığı dingildik yuvalara hiç benzemez.

Benzer bir yuva yapabilen başka bir kuş yoktur: FARKLILIK.

Hiç kırlangıçları bir yerde pineklerken hatırlıyor musunuz?Devamlı uçarlar: ÇALIŞKANLIK.

İnanılmaz hızlıdırlar, su zerresini havada yakalarlar: HIZ.

Binlerce mil uzaktan hep aynı yuvaya dönerler.Ömürlerinin sonuna kadar yuvalarına bağlıdırlar: YURT SEVGİSİ

Ben Kırlangıçları hep çok sevdim.

Uyuşuklaştırılmaya çalışılan yeni nesil Türk gençlerine, zekası yeterince mevcut ama cips-kola-hamburger-play station oyunlarla dünyaları basitleştirilmeye ve daraltılmaya çalışılan,her yerde cep telefonu ile konuşma ve ipod ile pop müzik dinlemeye sevk edilerek kulaklıkla dolaşıp, yerde yatan kaza yapmış yaralıya bile bakmadan geçebilecek duyarsızlığa kanalize edilen, survivor- kutu kutu manyaklıklarını kaçırmayan ama -hakiki - haberleri izlemeyen ,babası çalıştığı fabrika kapandığı için işsiz olduğu halde alış veriş merkezlerinde her şeyi ithal kullanmaya alıştırılmak istenilen, bu güzel ülkemin geleceği, aydın gençliğimize bir sinyal, bir başlangıç olsun..
Kuş kadar bile olamayanlara.

Necdet Akgün

İSRAF

Devlet bir gün geniş ve boş bir araziye geceleri göz kulak olacak 500 TL maaşla bir bekçi almaya karar verir ve bekçi işe alınır.
Bir süre sonra düşünülür; ''Peki talimatlar olmadan bekçi işini nasıl yapacak'.' Bir planlama birimi kurulur ve planlamayı yapmak üzere 750'şer TL maaşla iki kişi işe alınır. Bir süre sonra' 'İşleri yapıp yapmadıklarını nasıl kontrol edeceğiz'' diye düşünülerek 1.000'er TL maaşla iki denetmen işe alınır. Biri denetim yapar, diğeri raporları yazar. Bir süre sonra ''Bunların maaşları hesaplanıp nasıl ödenecek'' diye tartışılır ve 1,500'er TL maaşla bir mali müşavir, bir katip, bir de istatikçi işe alınır. Bir süre sonra ''Peki bunlardan kim sorumlu olacak'' diye düşünülür ve 5.000 TL maaşla bir müdür ve 3,000'er maaşla ikide müdür yardımcısı işe alınır. Bir süre sonra ülkede ekonomik kriz çıkar. Ve bütçedeki masrafları kısmak için BEKÇİ işten çıkartılır....!

DOSTLAR, DOSTLUKLAR...

Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir.
Ders başladığında;
Hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe kavanozunu alır.
Kavanozu ağzına kadar tenis topları ile doldurur.
Ardından öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar…
Bütün öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler.

Bunun üzerine;
profesör önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını, kavanoza döker.
Çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurmaya başlar.
Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar.
Öğrenciler yine hep birlikte;
‘evet doldu’ derler.

Profesör bu defa da, masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker.
Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur.
Profesör yine aynı soruyu sorar.
Öğrenciler de yine koro halinde ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu kez ise masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveyi alır.
Başlar kahveyi kavanozun içine dökmeye.
Bu kez de kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur.
Bunun üzerine öğrenciler gülmeye başlar…

Ardından profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar;
‘Bu kavanoz sizin hayatınızdır.

Tenis topları;
Hayatınızdaki önemli şeylerdir.
Yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi.
Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter..

Çakıl taşları ise;
Sizin için daha AZ önemli olan diğer şeylerdir.
Yani işiniz, eviniz, arabanız gibi..

Kum ise;
diğer ufak tefek şeylerdir.
şayet kavanoza önce kum doldurursanız;
Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz.
Aynı şey hayatımız için de geçerlidir.
Vaktinizi ve enerjinizi;
Ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz;
Bu defa da önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.
Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin.
Çocuklarınızla oynayın.
Sağlığınıza dikkat edin.
Sevdiklerinizle yemeğe çıkın.
Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.
Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.
Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.
Gerisi hep kumdur…’

Bu arada bir öğrenci merakla şu soruyu sorar;

‘Hocam peki, o iki fincan kahve nedir?’
Profesör gülerek cevaplan;
‘Bu soruyu bekliyordum.
Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun;
Her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır…’

''Oğullarınız ve Kızlarınız, Kürtçe konuşamayan Fransız olacaklar!...''

Oğlumun hastalığı nedeniyle Fransa’da bulunduğum bir sırada, hastane kantininde bir grup aksanlı Türkçe konuşan dört kişiyle karşılaştım.
Türk doktoru olduğumu öğrenince yanıma gelip, üst katlardan birisinde yatan babalarını görüp göremeyeceğimi sordular.

- “Bir Türk doktordan hastalığını öğrenmek için can atıyor, Fransız doktorlara biz tercüme etsek bile inanmıyor” dediler.
Asansörde, babalarını görmek için çıkarken aralarından birisi;
- “Bize Kürtçe konuşturmadınız, o yüzden kaçtık, buralara geldik” dedi, sertçe.
- “Siyasi sığınma hakkı istediniz ve verdiler, öyle mi?”
- “Evet.”
- “Siyasi sığınma hakkı için gerekçe olarak Kürtçe konuşturmuyorlar dediniz.”
- “Evet.”
- “Eh, o zaman yaşadınız.
Artık Fransa’da aranızda Kürtçe konuşur, güzelce anlaşırsınız.
Hatta, eminim Fransız Milli Eğitim Bakanlığı'na bir de dilekçe vermişsinizdir ve onlar da size Kürtçe eğitim yapan okullar açacaklardır, öyle mi?”

- “Hayır dilekçe vermedik!”

- “Niye vermediniz?
Fransız Millet Meclisi'ne girin.
Orada Kürtçe konuşun.
Kürtçe eğitim yapan okullar isteyin.
Ana dille eğitim yapan bu okulları açmaz da Kürtçe eğitim yapmazlarsa; caddelere çıkın, pankartlar açın, Kürtçe eğitim istiyoruz, ana dille eğitim istiyoruz diye, Şanzelize Caddesi'nde yürüyün.”
- “Doktor bey bizimle dalga mı geçiyorsun.
Bizi hapse atarlar ve hemen bu ülkeden sürerler.”
- “İyi ya siz de Türkiye’ye kaçarsınız, Fransa’da bize ana dille eğitim hakkı vermiyorlar ve Kürtçe konuşturmuyorlar diyerek siyasi sığınma hakkı istersiniz.”

- “!!!”

- “Bakın eğer bunu yapmazsanız, oğullarınız ve kızlarınız Kürtçe konuşamayan Fransız olacaklar.
Bence siyasi haklarınız için PKK ile iş birliği yapıp, Fransız Ordusu'na saldırın ve askerlerini öldürün.
Eminim, 30 bin Fransız asker ve sivilini öldürdükten sonra size Kürtçe eğitim yapacak bir iktidar bulursunuz.
Ha gayret.”
Sertlik ve saldırganlık bitiverip, dört eski Türk vatandaşının başları öne eğildiği sırada asansör arzulanan katta durdu.
Babalarını gördüm.
Beyin kanaması ile felç geçirmekteydi.
Durumu anlattım.
Gerçeği söyledim..
Tedavi olacağını ve yaşayacağını söyledim.
Sağlam eli ile elimi tuttu, bırakmadı.
- “Doktor bey, söyle oğlanlara beni memlekete götürsünler.
Türk doktorlara teslim etsinler.
Bir nefeste beni iyi ettin, can verdin.
Sevgili memleketim gözümde tütüyor.
N’olur burada ölmeme izin verme.
Ankara’daki doktorlar geçen sefer beni iyileştirmişlerdi.
Beni n’olur seninle birlikte Ankara’ya götür.”
Benim de başım öne eğildi.
Çünkü Fransız vatandaşlarının taşınma isteğini gerçekleştiremezdim.
Başlarımız öne eğik, konuşmadan asansörden indik..
Bu gençler, çocuklarını Kürtçe konuşamayan Fransızlar yapmak için evlerine dağıldılar.
Ben de oğlumun tedavisine devam etmek için yoğun bakımın yolunu tuttum...
Dr. Erdem Alptuna

SUSMAK VE ÖGRENMEK!

Bir gün susmayı öğrendim. Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı.
Babam akşamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi.
Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım. Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan
bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift lafıda mı konuşturtmayacaksı n babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi. Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne
istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi. 'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.
Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım. Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili
bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. 'Son günlerde ne de
akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi. Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!' diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken
zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum. Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım. ' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım? Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. 'Hım,' dedi 'Çok güzel olmuş. Bu adam benim herhalde.' dedi. Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim.
O 'Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi. Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin,bu küçük kız da annem.' dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip:
'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi.
Heyecanla başladım anlatmaya. "Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek,komşumuz Ahmetamca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım. Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile.
Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim.
Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye."
Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyorlardı . Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi
Farkında' Olmalı İnsan...
Kendisinin,
Hayatın,
Olayların,
Gidişatın....
Farkında
Olmalı!
Ömür Dediğin Üç Gündür,
Dün Geldi Geçti
Yarın Meçhuldür,
O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür,
O Da Bugündür

Huzur


Dışarıda kar...Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa...Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...
Sucuk lükstü.
Yumurta lezzetli.

Ekmek her zaman ekmek gibi...
Bir kez olsun kümesten yumurta almamış,
bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım...

Dışarıda kar...
İçeride kanaat...
İçeride huzur...

Televizyon yoktu.

Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.
Kestane közlemek bütün bir gecenin mutluluğuydu.
Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve
filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası...

Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi?
Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.

Çay da kokardı...
Domates de...
Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.
Dışarıda kar...
İçeride huzur...
Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı...
Kimin umurunda...
Ne güzel cahildik.
Mutluluğun resmini çiziyorduk...


Yazarı bilinmiyor.

Düşüncelerine dikkat et;

Düşüncelerine dikkat et;
Sözlere dönüşüyorlar,
Sözlerine dikkat et;
Eyleme dönüşüyorlar,
Eylemlerine dikkat et;
Alışkanlıklarına dönüşüyorlar,
Alışkanlıklarına dikkat et;
Kişiliğine dönüşüyorlar,
Kişiliğine dikkat et;
*Kişiliğin kaderin oluyor!'*

Felsefe Dersleri

DİŞİ ASLAN
Hayvanlar bir gün, " Kim daha çok çocuk doğurabilir ? " diye çekişmeye başlarlar. Hep birlikte dişi aslana gidip danışırlar..
" Sen kaç çocuk doğurabiliyorsun ? " diye sorarlar aslana. " Bir " diye yanıtlar dişi aslan. " Fakat ben aslan doğururum. "

Nitelik, nicelikten önemlidir.
---

YENGEÇ İLE ANNESİ
" Neden böyle yan yan yürüyorsun yavrum ? " diye sorar anne yengeç çocuğuna. " Düzgün yürüsene ! " der.
- " Pekala anne " der çocuk.
- " Sen önümden düzgün yürü, ben seni takip ederim. "

Hareketler sözlerden önde gelir.
---


ASLAN, KOYUN, KURT VE TİLKİ
Aslanın biri, bir koyunu yanına çağırır ve nefesinin kokup kokmadığını sorar.
"Evet " diye yanıtlar koyun. Aslan bu yanıta kızar ve koyunu oracıkta parçalar.
Daha sonra kurda seslenip yanına çağırır, ona da aynı soruyu sorar.
" Hayır " diye yanıtlar kurt korkudan. Ancak o da yağcılık yaptığı için aslanın öfkesinden kurtulamaz.
Sıra tilkiye gelmiştir. Aynı soruyu tilkiye de sorar. Tilkinin yanıtı şöyle olur;
- Üzgünüm, üşütmüşüm biraz, o yüzden burnum koku almıyor ...

Akıllı kişi tehlikeli durumlarda konuşmaz !!! *
---


KAZLAR VE TURNALAR
Kazlar ve turnalar, bir gün aynı tarlada yiyecek ararlarken birden yanlarına yaklaşmaya çalışan avcıyı fark ederler. Turnalar daha çevik ve hafif oldukları için hemen uçarlar. Oysa kazlar ağır hareket ettikleri için avcıdan kurtulamazlar.
Yakalananlar her zaman suçlu olanlar değildir.
---


HASTA GEYİK
Yaşlı bir geyik hasta düşer ve daha rahat otlayabilmek için güzel otlarla dolu bir çalılıkta yaşamaya başlar. Her hayvanla iyi geçindiği için pek çok hayvan sık sık geyiğin ziyaretine gelir.
Zamanla her gelen hayvan bu güzel otlardan tatmaya başlayınca, kısa süre sonra tüm otlar biter. Geyik hastalıktan kurtulur ama yiyecek hiçbir şey kalmadığı için bir süre sonra açlıktan ölür.
Bazen iyi şeyler de paylaştıkça bitebilir. Elimizdekinin değerini bilelim. *
---


FARELERİN TOPLANTISI
Bir gün fareler bir araya gelirler ve başlarına musallat olan bir kediden kurtulma planları yaparlar. Pek çok fikir öne sürülür. Hiç biri kabul görmez.
En sonunda genç bir fare kedinin boynuna bir çan asmayı önerir. Böylece kedi kendilerine yaklaşırken, farkına varacak ve kaçabileceklerdir. Bu öneri fareler tarafından alkışlarla onaylanır.
Bu arada, bir köşede sessizce onları dinlemekte olan yaşlı bir fare ayağa kalkar ve bu önerinin çok zekice olduğunu, başarılı olacağından hiç kuşkusu olmadığını belirtir. " Fakat " der. " Kafamı bir soru kurcalıyor. Aramızdan kim kedinin boynuna çan asacak ? "

İyi bir plan yapmak ayrı, o planı gerçekleştirmek ayrıdır. *
---
İnsanlar FELSEFE yi;
* Çocuk ken MASAL'lardan,
* Büyüyünce KİTAP'lardan,
* İhtiyarlayınca da arkalarında kalan Yaşam'larından öğrenirler...

Gıyasettin Aytaş Hocama teşekkürler.

DOST DEDİĞİN


Genç adamın biri,
Dermiş babasına her gün;
'Benim de dostlarım var,
sende ki dost gibi'
Baba, itiraz eder,
Olmaz öyle çok dost,
hakikisi belki bir, belki iki,
Fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki.
Devam eder durur konuşma...
Aralarında başlar bir tartışma,

Karar verirler bir sınava,
Dostun hakikisini anlamaya...
Bir akşam bir koyun keserler,
Ve koyarlar çuvala.
Baba der ki oğluna,
'Hadi al bu çuvalı,
şimdi götür dostuna'.
Çuvaldan kanlar damlamakta,
Sanki öldürmüşler de bir adamı,
Koymuşlar çuvala,
Dıştan böyle sanılmakta.
Delikanlı sırtlar çuvalı,
Gider en iyi bildiği dostuna,
çalar kapıyı.
O dost, bakar ki bir çuvala
hem de kanlı,
Kapar hızla kapıyı
delikanlının suratına,
Almaz içeri arkadaşını,
Böylece tek tek dolaşır delikanlı,
Kendince tanıdığı,
sevdiği dostlarını!!!
Ne çare,
hepsinde de sonuç aynıdır.
evlat geriye döner.
Ama içten yıkılır...

Babasına dönerek;
haklıymışsın baba der.
Dost yokmuş bu dünyada
ne sana, ne de bana.
Baba 'hayır Evlat 'der,
benim bir dostum var bildiğim.
Hadi, çuvalı alda
bir kere de git ona.
Genç adam, çuvalı sırtlar tekrar.
Alnından ter,
çuvaldan kanlar damlar...
Gider, baba dostuna.
Kabul görür, sevinir.
O dost, delikanlıyı alır hemen içeri.
Geçerler arka bahçeye.
Bir çukur kazarlar birlikte,
Çuvaldaki koyunu gömerler
adam diye,
Üzerine de serpiştirirler toprak.
Belli olmasın diye
dikerler sarımsak...

Genç adam gelir babasına;
'Baba, işte dost buymuş'
diye konuşunca,
Babası; 'daha erken,
o belli olmaz daha.
Sen yarın git O'na,
çıkart bir kavga,
Atacaksın iki tokat,
hiç çekinmeden ona,
işte o zaman anlaşılacak,
dostun hakikisi.
Sonra gel olanları anlat bana.
Genç adam,
aynen yapar babasının dediğini,
Maksadı anlamaktır
dostun hakikisini,
babasının dostuna istemeden
basar iki tokadı!
Der ki tokadı yiyen DOST;
'Git de söyle babana,
biz satmayız Sarımsak tarlasını
böyle iki tokada!!!!!

Sevilecek biri olmadığın
zamanlarda bile Seni Sevmeli...
Sarılacak biri olmadığın
zamanlarda bile Sana Sarılmalı...
Dayanılmaz olduğun zamanlarda
bile Sana Dayanmalı...
Dost dediğin; fanatik olmalı;
Bütün dünya seni üzdüğünde
Sana moral vermeli.
Güzel haberler aldığında
seninle dans etmeli,
Ve ağladığında, seninle ağlamalı...
Ama hepsinden daha çok;
Dost matematiksel olmalı;
Sevinci çarpmalı...
Üzüntüyü bölmeli...
Geçmişi çıkarmalı...
Yarını toplamalı...
Kalbinin derinliklerindeki
ihtiyacı hesaplamalı...
Ve her zaman bütün parçalardan
daha büyük olmalı...
İşi bitince seni bir tarafa atmamalı…
MEVLANA

Angut’un Sadakati


Herkesin haksız bir şekilde kullandığı bir ifadedir 'Angut'. Biri laftan anlamayınca, boş boş bakınca ya da aptallık edince hemen 'Angut musun?' der günümüzün insanı. Angut'un aslında bir kuş olduğunu bilmeyen bir sürü insan var ülkemizde.

Özelliği nedir bilir misiniz? Angut kuşunun eşi öldüğü zaman yanına o anda başka bir yırtıcı hayvan veya bir insan gelse dahi gözlerini bir dakika bile eşinin ölüsünün üstünden ayırmadan o da ölene kadar onun başucunda bekler.

İşte bu canlının yaptığı en büyük 'Angut'luk budur. Ayrıca bu olay bütün Angut kuşları için geçerlidir, arada bir görülen bir şey değildir. Dişi olsun erkek olsun bütün Angut kuşlarının özelliğidir. Çok ürkek bir hayvan olmasına rağmen eşinin ölüsünün başında bekleyen Angut kuşuna elinizi uzatsanız dahi oradan kaçmaz.

Hani derler ya 'Angut gibi bakmasana' diye... Keşke herkes Angut gibi bakabilse değer verdiklerine. Bundan sonra bazılarına 'Angut' demeden önce bir kere daha düşünün. Bir "Angut" bile olamayan o kadar çok insan var ki artık günümüzde...