24 Şubat 2011 Perşembe

Tanrı'nın Kahvesi

Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için biraraya gelirler.
Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikayetlenmeye döner.
Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör, mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir.
Herkes bir bardak seçince, profesör şöyle söyler:
'Farkettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı. Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında.Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz.
Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar.
Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.
Şunu bir düşünün:
Hayat kahvedir.
İş, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar.
Onlar hayatı tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yaşadığımız hayatınkalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de.
Bazen sadece bardağa odaklanarak Tanrının sunduğu kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.
Kahvenizin tadına varın!
En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler.
Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.
Basit yaşayın.
Cömertçe sevin.
Birbirinize derinden itina gösterin..
Nazik olun. Gerisini Allah'a bırakın.'

22 Şubat 2011 Salı

Elinde Kalanlarla Bir Şeyler Yap

Orhan ARSLAN

KISSA

18 Kasım 1995 günü keman sanatçısı Itzhak Perlman, New York'ta, Lincoln Center'daki Avery Fisher Salonu’nda bir konser vermek üzere sahneye çıktı. Eğer herhangi bir Perlman konserinde bulunmuşsanız bilirsiniz ki onun için "sahneye çıkmak" hiç de küçümsenecek bir başarı değildir.
Çocukluk yıllarında çocuk felcine yakalanmış olan Perlman'ın her iki bacağında da destekleyici ateller vardır ve ancak kol değneği yardımıyla yürüyebilmektedir.
Onu sahne üzerinde her defasında sadece bir adım atabilmek suretiyle acı içinde ve yavaş yavaş yürürken görmek unutulmayacak bir görüntüdür. Ağrılar içinde ama ihtişamla yürümektedir, sandalyesine erişinceye kadar. Sonra oturur; yavaşça koltuk değneklerini yere koyar, bacaklarındaki atellerin klipslerini açar, bir ayağını geriye iter, ötekini öne uzatır. Daha sonra yere eğilerek kemanını alır, çenesinin altına koyar orkestra şefine başıyla işaret verir ve çalmaya başlar.Bu zamana değin, izleyiciler bu ritüele alışmışlardır. O, sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken sessizce otururlar. Bacaklarındaki klipsleri açarken inanılmaz bir sessizlikle beklemektedirler. Çalmaya hazır olana dek beklerler. Ancak o konserde bir şeyler ters gitti. Daha ilk birkaç satırı çalmıştı ki, kemanın tellerinden bir tanesi koptu. Telin kopma sesini duyabilmek mümkündü, salonun bir ucuna tabancadan fırlayan kurşun gibi gitmişti ses.O sesin ne anlama geldiği konusunda yanılmak imkânsızdı. Ve bunun arkasından ne yapılması gerektiği konusunda da... O gece orada olan insanlar kendi kendilerine söyle düşündüler:
"Anlamıştık ki, yeniden ayağa kalkması, atelleri yeniden takması, koltuk değneklerini alması, yavaş yavaş sahne arkasına gitmesi veya yeni bir keman bulması ya da yeni bir tel takması gerekecekti" Ama o öyle yapmadı. Bunun yerine bir dakika kadar bekledi, gözlerini kapadı ve sonra şefe yeniden başlaması için işaret verdi.Orkestra başladı ve o kaldığı yerden devam etti. Ve daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç ve saflıkla çaldı.Elbette herkes bilmektedir ki, senfonik bir eseri sadece 3 telle çalmak imkânsızdır. Bunu ben de bilirim, sen de bilirsin, herkes bilir ama o gece Itzhak Perlman bilmeyi reddetmişti.Onu parçayı kafasında kurgularken, değiştirirken ve yeniden bestelerken görebilirdiniz. Bir noktada, telleri nerdeyse yeniden tonlamışçasına sesler çıkarmaktaydı kemandan, daha evvel hiç vermedikleri sesleri vermelerini sağlamak için...Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı. Ve akabinde seyirciler ayağa kalktı ve tezahürata başladılar. Oditoryumun her yeninden inanılmaz bir alkış patladı.
Hepimiz ayaktaydık bağırıyor, ıslık çalıyor, alkışlıyor, yaptığını ne kadar takdir ettiğimizi, beğendiğimizi anlatacak her türlü hareketi yapıyorduk. Gülümsedi, yüzünden akan terleri sildi, yayını kaldırarak bizi susturdu ve böbürlenerek değil ama sessiz, güçlü, dingin bir tonla söyle dedi: "Bilirsiniz, bazen de sanatçının görevidir, elinde kalanlarla ne kadar daha müzik yapabileceğini bulmak..." Bu ne güçlü bir cümledir. Duyduğumdan beri aklımdan çıkmıyor.

HİSSE

Ve kim bilir? Belki de bu bir yaşam tarzıdır, sadece sanatçılar için değil, hepimiz için. Burada, tüm yaşamını bir kemanın dört teli ile müzik yapmak üstüne kuran ve birdenbire, bir konserin ortasında kendini sadece üç tel ile bulan bir adam vardır.Öyleyse o da üç tel ile müzik yapmayı seçer ve o gece yaptığı, sadece üç telle yaptığı müzik, daha önce yaptığı, dört teli varken yaptığı her şeyden daha güzel, daha kutsal, daha unutulmazdır... O zaman belki de bizim görevimiz, yasadığımız bu sallantılı, hızla değişen, ürkütücü dünyada kendi müziğimizi yapmaktır;Önce elimizde olan her şeyle ve daha sonra bu artık imkânsız olduğunda, sadece elimizde kalanlarla...
Elimizde olanları kullanıyor muyuz?
Elimizde olmayanları kullanacak mıyız?
http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Kultur&pa=showpage&pid=380

15 Şubat 2011 Salı

Marangozun göremediği

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. Patronuna işten ayrılarak artik ailesi ve torunlariyla zaman geçirmek istedigini söyler. Bunun karşılığında patronu marangozdan son bir istegi oldugunu ve ondan son kez bir ev yapmasini istediğiniz söyler. Marangoz kabul eder ve ise girisir. Fakat gönlü artik iste olmadigi için bastan savma isçilik ve kalitesiz malzeme kullanarak evi bitirir. Isini bitirdiginde isveren, evi gözden geçirmek için gelir. Dış kapinin anahtarini marangoza uzatır. "Bu ev senin" der, "sana benden hediye". Marangoz şoka girer. Bu nasıl olur diye düşünür. Bu son diye bir an önce bitirmek için yaptığı evin kendisinin olduğunu öğrenince çok utanır. Bu evin kendi evim olduğunu bilseydim hiç böyle yapar mıydım diye düşünür ve o anda yaptığı hatanın farkına varır. Bir başkası için yaptığı iş aslında kendi kullanacağı standartların çok altındadır.
Evet kendi hayatınızda da marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar yada bir duvar dikersiniz. Hayat bir "kendin yap" tasarimidir. Başkaları için yaptığınızı düşündüğünüz olumlu ya da olumsuz herşey sizin kendi evinizi inşa eder. Oturdugunuz evin güzelligi de, çirkinligi de sizin eserinizdir..

Üzerindeki pislikten arınmak!

Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer. Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır. En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun da zaten kapanması gerektiğini düşünür ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine karar verir. Bütün komşularını yardıma çağırır. Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar. Eşek ne olduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlar. Sonra, herkesin şaşkınlığına, sesini keser. Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra, çiftçi kuyuya bakar. Gözlerine inanamaz. Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silkeleyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır. Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı biradım atıp, koşarak uzaklaşır! Hayat üzerinize hep toprak atacaktır; her türlü pislik ile. Kuyudan çıkmanın sırrı, bu pisliği silkeleyip bir adım yükselmektir. Sıkıntılarımızın her biri bir adımdır. En derin kuyulardan bile yılmayarak, usanmayarak çıkabiliriz. Silkelenin ve biraz daha yukarı çıkın.
Mutluluğun 5 basit kuralını unutmayınız:
1. Kalbinizi nefretten arındırın - Affedin.
2. Düşüncelerinizi endişelerinizden arındırın - Çoğu zaten hiç gerçekleşmez.
3. Basit yaşayın ve elinizdekilerin kıymetini bilin.
4. Daha çok verin.
5. Daha az bekleyin../
http://www.facebook.com/#!/profile.php?id=1545872481
(Neymiş; Biz eşekler, sırtımızdaki pisliği temizlemeliymişiz!)

11 Şubat 2011 Cuma

AŞK

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettiğinde bir süre orada kalır. İdareyi eline alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir. Bu sırada bir çadırda kalıyor. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor. Cariye, nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve ona âşık olur. Lâkin umutsuz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye... Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Halifeye açılmaya karar verir. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokar ve kararsız hale getirir. Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devâsâ farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye, Halifenin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir. Ve üç kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır: “Derdi olan neylesin?” Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kağıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kağıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlar. Ve kâğıdın arkasına cevabını yazar: “Derdi neyse söylesin.” Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Bir müddet sonra Cariye temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kâğıdı arar. Kâğıdı bıraktığı yerde duruyor bulur. Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi ekler: “Korkuyorsa neylesin?” Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar: “Hiç korkmasın söylesin.” Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halifeyi beklemeye başlar. Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur. Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durur. Yavuz Selim Han "Buyurunuz, sizi dinliyorum" deyince, cariye tüm cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle: "Efendim...” der. “Cariyeniz... Size..." ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalır. Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:
“Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür.”
http://www.frmtr.com/tarih/2535556-yavuz-sultan-selimin-muhtesem-hikayeleri.html

ŞEYH EDABALİ’nin OSMAN GAZİ’YE NASİHATI

Oğul,
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.
Avun oğlum avun. Güçlüsün kuvvetlisin akıllısın, kelamlısın. Ama; Bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, Sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler. görülmeyenler. Ancak; senin fazilet ve erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı, Atanı say, bereket büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen yeşilken çorak olur çöllere dönersin. Açık sözlü ol. her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilrne Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar rnuhabbetin itibar olmaz. Üç kişiye acı: Cahiller arasındaki alime, Zenginken fakir düşene, Hatırlı iken itibarını kaybedene unutma ki! yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğunda mücadeleden korkma. Bilesin ki! atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler...

HALİL İBRAHİM BEREKETİ

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış. Büyüğü Halil. Küçüğü ise İbrahim... Halil, evli çocuklu. İbrahim ise bekârmış... Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin... Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş. Bununla geçinip giderlermiş... Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı. İ kiye ayırmışlar. İş kalmış taşımaya. Halil, bir teklif yapmış : İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle. Peki, abi demiş İbrahim... Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... . O gidince, düşünmüş İbrahim: Abim evli, ço cuklu. Daha çok buğday lazım onun evine Böyle demiş ve Kendi payından bir miktar atmış onunkine... Az sonra Halil çıkagelmiş. Haydi İbrahim. Demiş, önce sen doldur da taşı ambara. Peki abi. İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola. O gidince, Halil düşünür bu defa: Der ki: Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var. Ama kardeşim bekâr. O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek. Böyle düşünerek, Kendi payından atar onunkine birkaç kürek. Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine. Bu, böyle sürüp gider. Ama birbirlerinden habersizdirler. Nihayet akşam olur. Karanlık basar. Görürler ki, bitmiyor buğdaylar. Hatta azalmıyor bile. Hak teala bu hali çok beğenir. Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki... Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler. Şaşarlar bu işe... Aksine çoğalır buğdayları. Dolar taşar ambarları. Bugün 'Bereket' denilince, bu kardeşler akla gelir. Bu bereketin adı: halil ibrahim bereketidir.
EVİNİZE VE HAYATINIZA HALİL İBRAHİM BEREKETİ DİLERİZ.

RÜZGAR iLE YAPRAK

Rüzgâr ile yaprak dost oldular. Artık rüzgâr savurmuyordu yaprağı.
-"Söyle dostum, nereye istersen oraya götüreyim seni" dedi rüzgâr yaprağa.
Yaprak düşündü taşındı, aklına hiçbir şey gelmedi.
Tekrar sordu rüzgâr:
- Hadi söyle seni istediğin yere taşıyayım.
Tekrar düşündü yaprak, aklına yine bir şey gelmedi…
- "Bilmiyorum rüzgâr kardeş, aklıma hiçbir şey gelmiyor. Sen söyle ?" dedi.
Rüzgâr:
- Gidecegin yeri bilmedikten sonra rüzgâr dostun olsa neye yarar.. Savrulur gidersin!
dedi ve bildigi gibi esti tekrar. Yaprak yine savruldu…
Üstelik de bu sefer savuran dostuydu.

İnsanın bu dünyada ne istediğini bilmesi gerek. Bilmediğin zaman bir yaprak misali savrulursun oradan oraya.

Bir ömür, Dört kusak.

Birinci kusak 1960 li yillar birinci kusagin Avrupaya isci olarak gelmesiyle baslar. Nasil gelmisler, ne getirmisler, ne kazanmislar bunlari biliyoruz, dinledik, seyrettik, okuduk ve baskalarina da bol bol anlattik.
Bizlere buralara ne birakmislar bu cok önemli. ayni yillar yabanci olarak, yunanlar, italyanlar, ispanyollar, yugoslavlar bir cok milletten insan var, bunlarin en cahili orta ögretim mezunu, o dönemlerde aydin sayilacak, dünya görüsü olan insanlar. Biz türklerin ise okuma yazma orani cok dösük, en egitimlisi ilk okul veya orta okul gözüküyor, hal böyle iken Atalarimizin buralara gönderilme gayeleri neydi?
I. kusagin görev ve sorumluluklar neydi?
-Ekonomik acidan rahata kavusmak,
-Eilesinin ve cocuklarinin ihtiyaclarini karsilamak.
-Türkiyeye döviz giris kanallarini cogaltmak.
-Teknolojinin türkiyeye aktarilmasina katki saglamak
-Köyüne, komsusuna, ilcesine, iline yardim, ev, fabrika,..vs,.......vs bunlarin hepsi onlarin yapmasi istenenlerdi ve onlar da yaptilar. Onlardan herkes övgü ile bahsederdi, Caliskanligi ile, dürüstlügü ile, temiz aile yapisi ile, birlik ve beraberligi ile hatta ve hatta her gün tras olup kravat takmasi ile dahi takdir edilirdi ki bir firmaya isci lazim sa, önce Türklere sorulurdu, tanidiginiz varsa getirin diye. iste o kusaga saygi duyuyoruz, Hayatta olanlari saygi ile Vefat edenleri Rahmetle aniyoruz. Bu yüzden insan elli sene geriye gitmek istiyor. Ücüncü kusak. iste onlar Birinci kusagin torunlari dirlar. Bir labirentin icine atilmislar, nereye gitseler karsilarina duvar cikiyor, bütün kapilar onlara kapali,.... her yol cikmaz sokak,, aralarinda tek tük kendi yolunu cizip dogruyu bulanlar var, egitim en büyük sorun olmus, var olan imkanlar firsata dönüsememis. egitimin önemi iyi idrak edilememis, Kültürel degerler kaybolmus, dil arapsacina dönmüs, türkcemiz, sadece fikralarda veya müzik dilinde kullanilir hale gelmis alay konusu olmus. En acisi labirente atilmis olan bu nesil orada cogaliyor, orasini dünyalari zandediyorlar evleniyorlar cocuklari oluyor. Hal böyleolunca sivri zekalilar türemis kendi ideolojoleriyle cahil birakilan nesli yem olarak kullaniyor, Vatan millet sakarya, Bir türk dünyaya bedeldir nameleriyle dernekler teskilatlara, teskilatlarsa girtlgina kadar borca gömülüyor. Teskilat idareciler birakin gencligin sorunlarina egilmeyi, gelenlerin kisiligiyle degil cebiyle ilgileniyorlar. biri diyor en büyük teskilat benim. digeri ya allah bismillah.. Allahu ekber. sen de diyorsun ki bir türk dünyaya bedeldir. Vatan millet sakarya, olan gelecegimize oluyor, Genclerimize, cocuklarimiza oluyor. Kendi özgüvenleriyle bir toplum olusturamiyorlar, örnegin ilerde ne olmak istiyorsa onunla ilgili ortam veya platformda bulunma yerine baskalarina ait ideolojilerle sözde sosyal faaliyetler yapiyorlar. Dördüncü kusak. Altmis yil sonra aklimiza gelen, önemini anladigimiz ve artik mecbur birakildigimiz gelecegimizdir. Mecbur birakildik cünkü Bilinçli olarak yillardir sürdürülen dislama, toplumdan soyutlama, Potansiyal sorunlular haline getirildigimiz toplumda tutunacagimiz tek dal, tek kurtulus yolumuzun egitim oldugunu artik biliyoruz. Bunca sorunlari cözmeden onlari hayata hazirlayamayiz. Egitim. Egitim. Egitim.Bu sebeple imkanlarimizi zorlayip cocuklarimizin egitimini en üstün kalitede yapmalarina yardimci olmaliyiz. Herkes türkiyedeki yakinlarinin egitime verdigi önemi görmeye calisirsa aramizda ki yirmi yillik geri kalmisligimizi ucurumu görebiliriz..
Bizleri kaybolustan kurtaracak, Kaliteli egitimli; kariyer sahibi, Kaliteli insan, Güvenilir, Dürüst,aranan ONURLU TÜRKLER olarak bizleri temsil edeceklerdir. kaybolan kusak ....... III.kusagi labirente sokanlardir...... düsünce, ilke ve ideallerinde babasindan hatta dedesinden farkli bir görünüm ortaya koyamadilar. Tipki onlar gibi ayni makinada calisip ayni yerlerde yasadilar. varliklari ile yokluklari belirsiz, ileriye dönük yasam tarzi belirleyememis ve cocuklarina maalisef gerekli egitimi verememisler onlari kendi hallerine birakarak labirente girmelerine neden olmuslardir. Egitimde basarisiz.
Egitimde basarisiz olunca; Meslek sahibi olmak zor, is bulmak cok daha zor,
Üniversite egitimi almak imkansiz ve hayal oluyor.
Bütün bunlar bir araya gelice iste size problemli,istenmeyen,dislanan,sorunyaratan is sahibi olma imkanlari bilincli bir sekilde sistematik olarak ellerinden alinarak, sosyal yardima Hartz IV itilmis ve Devlete yük-masraflilar listesinde en üst seviyeye cikartilmislardir.
Malisef bunlara Kaybolan kusak... yani ikinci Kusak sebeb olmustur.
http://www.akkislali.de/2.html

Dost aranmaz. Dostluga deger verilir.

Bir zamanlar bir atı ve bir köpeği ile birlikte yaşayan bir adam vardı. Aralarında öyle güzel bir dostluk vardı ki, kıskanmamak elde değildi. Bir gün adam, köpeği ve atı ile birlikte kışlık odununu hazırlamak üzere ormana gitti. Bir süre sonra hava değişti, karardı ve gök gürlemeye, şimşekler çakmaya başladı. Derken bir yıldırım, onların üzerine düştü. Adam öbür dünyaya intikal etti; ancak, öldüğünün farkında değildi. Atı ve köpeği ile birlikte kıraç bir alanı geçtikten sonra inanılmaz derece susuzluk çekmeye başladılar. Bir süre sonra etrafı duvarlarla çevrili bir bahçenin kapısına geldiler. Kapıdaki bekçiye selam verdikten sonra, oranın neresi olduğunu sordular. Bekçi oranın cennet olduğunu söyleyince de adam, çok susadıklarını eğer cennette su varsa içmek istediklerini söyledi. Cennetin bekçisi, kendisinin cennete girerek istediği kadar su içebileceğini, ancak cennete hayvanların giremeyeceğini, onların kapıda beklemeleri gerektiğini söyledi. Ancak adam bu öneriye yanaşmadı. Onlar susuz ölürken, ağzından bir yudum bile suyun geçmeyeceğini söyleyerek vakit kaybetmeden başka bir yerde su bulmak üzere oradan ayrıldı. Uzun bir süre yol aldılar. Köpeğinin dili sarkmış, atı sendelemeye, kendisi de düşe kalka yürümeye başlamıştı. Sonunda etrafı duvarlarla örülü bir bahçe kapısına daha geldiler. Adam oradaki bekçiye oranın neresi olduğunu sorunca "Burası cennettir." cevabını aldı. Biraz sıkılarak, içeride su içip içemeyeceklerini sordu. "Elbette burası cennet, dolayısıyla burada su boldur sen ve arkadaşların doyasıya su içebilirsiniz. Buyurun içeri girin," dedi bekçi. Şaşıran adam: "Nasıl olur? Az önce tıpkı bu bahçeye benzer bir bahçenin yanma vardığımızda oranın bekçisi cennet olduğunu, ancak hayvanların giremeyeceğini söyleyerek at ve köpeğimi içeri almamıştı." deyince, bekçi gülümseyerek, "Orası cennet değil cehennemdi. Yanıltmak için öyle yapıldı. Oraya ancak dostlarını satarak, yarı yolda bırakanlar girebilir." diye cevap verdi.
http://www.akkislali.de/2.html

10 Şubat 2011 Perşembe

Dünya yörüngesindeki milyonlarca obje ‘Uzay Çiti’ ile izlenecek

İSTANBUL - Amerikan savunma ve havacılık şirketi Lockheed Martin, dünya yörüngesindeki uydular, eski roketler ve çöplerden oluşan milyonlarca objeyi takip edebilmek için ‘Space Fence’ (Uzay Çiti) adı verilen ileri teknoloji ürünü bir radar sistemi geliştiriyor. Bu proje sayesinde gelecekte yapılacak insanlı ve insansız uçuşlar için tehlike arz eden nesneler izlenebilecek ve daha güvenli rotalar tespit edilebilecek.ABD Hava Kuvvetleri, Uzay Çiti için Lockheed Martin ile 107 milyon dolarlık bir anlaşma imzaladı. Firma, 18 aylık sözleşme kapsamında 2009'dan bu yana üzerinde çalıştığı projeyi daha da geliştirecek ve yer tabanlı bir radar sistemi inşa edecek.Yörüngede aktif durumda çalışan uydular, kullanım ömrünü geçirmiş uydular, uzaydan gelen irili ufaklı meteorlar ve diğer milyonlarca nesne 1960’lardan beri Amerikan Hava Kuvvetleri Uzay Gözlem Sistemi tarafından izleniyordu. Bu sistemin yerini alacak olan yeni Uzay Çiti radarları, yörüngedeki çarpışmaları çok daha erken tespit edip önlem alınmasını sağlayacak ve zaman kazandıracak. Uzay Çiti, hâlihazırdaki radarların görebildiğinden çok daha küçük uyduları ve çöpleri belirleme imkânı sağlayacak. Onbinlerce nesne gerçek zamanlı izlenebilecek ve herhangi bir acil durum anında gerekli müdahale yapılabilecek.Uzay Çiti, düşük yörüngedeki (100 – 240 kilometre arası irtifa) bir basketbol topu kadar bile küçük olan nesneleri algılayabilme hassaslığına sahip olacak.Lockheed Martin, proje kapsamında General Dynamics, AT&T ve AMEC firmalarıyla birlikte çalışıyor.

MOR MENEKŞE

Kendini bildi bileli mor menekşeyi çok severdi. Çocukluğunun geçtiği iki katlı evin bahçesinde bahar geldiğinde mor mor açar, mis gibi kokarlardı..Annesi mor menekşeleri hep duvar kenarına dikerdi.. Gölgeyi sever menekşeler derdi. Oysa ögretmeni bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını anlatmıştı onlara. Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı. Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi, her bitki güneşi severken, onlar neden gölgeyi tercih ediyorlar diye düşündü durdu Hande...Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden farklı olduğunu keşfetmişti, işte belki de menekşeler bu yüzden bu kadar güzeldi. Herkesden farklı olursan, bu hayatta değerli olursun yargısına varmıştı. Daha o yıllarda farklı olmak için uğraş vermeye başladı. ilk olarak, okulda kimsenin yanına oturmak istemediği Hacer'in yanına oturmak istiyorum ögretmenim diyerek başladı farklılıklarla süren hayatı. Hacer bile şaşırmış şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer çok dağınık, biraz anlama zorlukları olan problemli bir ailenin kızı idi. Hande ise mühendis Kamil Beyin biricik kızı. Ögretmen pek oturtmak istemedi önce Hacer'in yanına Hande' yi. Daha sonra bir tatsızlık çıkmasın diye öğretmen Hande'nin annesini çağırdı. Annesi eve geldiklerinde Hande'ye sordu :
- Neden yavrum Hacer in yanına oturmak istiyorsun?
Hande cevap verdi :
- Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin, oysa her bitki güneşi sever. Menekseler farklı, belki de bu yüzden bu kadar güzeller. Hacer'in yanına kimse oturmak istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum. Belki Hacer de güzeldir, onu fark etmek istiyorum, dedi. Annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul 4. sınıf öğrencisi kızının olgunluğuna hayran kalarak
- Peki kızım kimin yanında istersen oturabilirsin,
dedi. Pazartesi Hande Hacer'in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi, hem Hacer. Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı . Diğer kızlarda soğumuştu Hande'den. Nasıl Hacer gibi dağınık, bir şeyi, iki kere anlatınca anlayan fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti. En çok alınan doktor Cemal Beyin kızı Esin'di. Anne babaları her hafta sonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı. Nasıl olur da kendi yerine Hacer'i seçerdi. Çok gururu kırılmıştı Esin'in. Hande ile konuşmuyordu. Birgün Hande ve ailesi Esinlerle dağ köylerinden birinde gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler. Hande gene Esin'in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu. İçin için de Hacer'e kızmaya başlamıştı arkadaşları ile arasının bozulmasına sebep olmuştu. Neden sanki bu kadar dağınıktı, neden her şeyi iki kerede anlıyordu? Yoksa aptal mıydı? Sonra menekşeleri hatırladı hemen düşüncelerinden utandı. Hacer farklı diye yargılamaması gerekiyordu. Hacer'in, kimsenin bilmediği güzelliklerini keşfedecekti. Buna tüm gücü ile inandı. Panayıra gittiklerinde Esin somurtarak karşısında oturuyordu, Hande ile konusmuyordu. Hande canı sıkıldığından biraz dolaşmak için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş ve ayaz iyice artmıştı, kar atıştırmaya başlamıştı. Hande karı çok seviyordu, yürüdü, yürüdü. Köye gelmişti. Bir evin önünde durdu. Evin penceresindeki saksıya gözü ilişti. Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi. Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi eve doğru bir adım attı. Kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti bu Hacerdi. Hande'ye gülümsüyordu.
- Hoşgeldin Hande buyurmaz mısın?
dedi. Biraz ürkek, şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi Hande ve içeri girdi. Oda sıcacıktı odun sobası her yeri ısıtmıştı. "Menekşeler" diyebildi sadece Hande...
- Bu soğukta ?
Hacer gülümsedi ;
- Onlar annem için, annem onları çok sever. Sonra yatakta yatan kadını fark etti Hande.
-Annen hasta mı?'
dedi.
-Evet iki sene önce felç oldu, ona ben bakıyorum, bizim kimsemiz yok, bir tekineğimiz var onunla geçiniyoruz. Ama tüm işler bana baktığı için derslere çalışacak pekvaktim olmuyor, dedi Hacer utanarak. Bir de bizim köyden şehre araç yok, bu yolu her gün yürüyorum o yüzden de çok yorgun okula geliyorum, dersleri anlamakta güçlük çekiyorum. Hande'nin gözleri dolmuştu. Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş olmalıydı. Dışarıya koştu ve annesine sarıldı, ağlıyordu. Bir müddet sonra anne bu Hacer diye tanıştırdı sıra arkadaşını. Hacer'in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte. Hande annesine anlattı Hacer'in hayatını, ağlayarak. 'Bir şeyler yapalım anne' dedi. O hafta annesi ve Hande, Hacerlere gidip annesi ve Hacer'i kendi evlerine taşıdılar. Hacer artık Handelerden okula gidip geliyordu, ne dağınıktı, ne de aptal. Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu. Seneler geçti Hacer ve Hande bir arkadaş değil, iki kız kardeşlerdi artık. Mor menekşeler Hande'ye Hacer'i armağan etmişti. Hacer'e ise hem Hande'yi, hem hayatı. Seneler sonra ikisi de evlendi. Hacer şimdi bir doktor. Hande'den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi, hastalarına vicdanıyla birlikte şifa dağıtıyor. Hande ise bir ögretmen. Çocuklara farklı olan şeyleri sevmeyi de ögretiyor. Bir kızı var adı, Hacer Menekşe. Hayatta en çok sevdiği iki şeye birini daha ekledi Hande.
LÜTFEN SEVGiNiZE ÖNYARGI KOYMAYIN. HERŞEY SEVİNCEYE KADAR FARKLIDIR SEVDİKTEN SONRA İSE SEVGİNİN DİLİ HEP AYNIDIR
Bilge'ye ve Gıyasettin Aytaş'a teşekkürler.

1 Şubat 2011 Salı

Eşekli Kütüphaneci

Güzel İnsan Mustafa Güzelgöz
Hazırlayan : Huriye Özkayagan

Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: "Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun." Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
23 yaşındaki genç memur "Ne yapayım, ne yapayım?" diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce "Deli misin bey?" der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, "Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da" zihniyeti aynen var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne "Kitap İade Sandığı" yazar.
Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
Kütüphaneye de bir yazı asar: "Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz." Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
"Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak" der.
Mustafa artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer'e mektup yazar: "Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım" der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, "kendi görev tanımı dışında davranıyor" diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.
Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var...

http://9eylulsatranc.biz/index.php?option=com_content&view=article&id=222:esekli-kutuphaneci&catid=40:sizden-gelenler&Itemid=86