16 Aralık 2016 Cuma

Neme Lazım!

Osmanlı"nın muhteşem zamanlarıdır. Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi"ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi"ye gönderir.
Mektupta "Sen ilahi sırlara vakıfsın. Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akıbeti nasıl olur? Bir gün izmihlale uğrar mı?
Mektubu okuyan Yahya Efendi"nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır; "Neme lazım be Sultanım!"
Topkapı Sarayı"nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan Süleyman buna herhangi bir mana veremez. "Acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mana mı vardır?" diye düşünür. Nihayet kalkar Yahya Efendi"nin Beşiktaş"taki dergahına gelir ve der ki:
- Ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al. Yahya Efendi şöyle bir bakar:
- Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim.
- İyi ama ben bu cevaptan birşey anlamadım. Sadece "Neme lazım be sultanım" demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi.
Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar:
- Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de "neme lazım" deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler de bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başka kimse işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir... Bunları dinlerken ağlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da Allah"a kendisini ikaz eden bir alim olduğu için şükreder. Bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembih ettikten sonra oradan ayrılır......

11 Kasım 2016 Cuma

Neye Önem Verirseniz Onu Görür, Duyarsınız

Kızılderili şefleri trenle NewYork’a getirildi.
Bir heyet kendilerini karşıladı.
Konuklara toplantı öncesi kenti gezdiriyorlardı.
Sokaklardaki insan seli, arabaların, iş makinelerinin gürültüsü kızılderilileri şaşırtmıştı..
Birara Oglala Lakhotaları’nın şefi ve şamanı Heȟáka Sápa-Karageyik bir Ağustos böceğinin şarkısını duyduğunu söyledi.
Diğer reisler onayladı ama beyaz adamlar inanmadı.
Kentte Ağustos böceğinin olmayacağını, olsa bile bu gürültüde duyulamayacağı söylediler.
Karageyik ısrar etti.
Arabayı durdurdu.
İndi, ilerideki parka gitti ve bir ağaçta Ağustos böceğini gördü.
Amerikalılar şaşırmıştı..
“Olamaz” dediler, “Sende doğaüstü güçler var.”
“Hayır” dedi Karageyik,
“Ağustos böceğini duymak için doğaüstü güce ihtiyaç yok.”
“O zaman biz niye duymadık?” dediler.
Kara Geyik cebinden metal bir 50 sent çıkardı, kaldırımda yürüyen insanların arasına yuvarladı.
Bir anda herkes “Acaba benden mi düştü?” diye paraya bakmaya başladı.
Karageyik yanındakilere sordu:
“Anladınız mı?”
“Anlamadık” dediler.
Anlattı;
“Bir insan için önemli olan, nelere değer verdiğidir. Çünkü her şeyi ona göre duyar, ona göre görür ve ona göre hisseder.
Siz doğaya değer verseydiniz, Ağustos böceğinin şarkısını duyardınız...”

21 Ekim 2016 Cuma

Aklımda kalmadı!


Bu kadar işimiz varken

Yıl 1927 Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla balo veriliyor. Kastamonu Valisi salona giriyor. Herkes ayakta ancak genç bir öğretmen valinin geldiğini geç fark ederek en son ayağa kalkar. Vali bey bu olayı görür ve balo bittiğinde Milli Eğitim Müdürünü yanına çağırır. Milli Eğitim Müdürü öğretmenin iyi niyetli olduğunu söylese de sayın vali olayın peşini bırakmaz. Olay bakanlığa yansır. Milli Eğitim Bakanlığı da valinin bu olaya fazla alınganlık gösterdiği kanısına varır. Bu durum görüşülürken Atatürk bakanlıktadır. Yetkililer kendi aralarında konuşurlarken Atatürk neler oluyor diye sorar? Olayı anlatırlar ve dediği şudur;
Hemen valiyi görevden alın, yapılacak bu kadar işimiz varken genç bir öğretmenle uğraşan valiyle bir yere gelinmez.
(Kaynak: M.Rauf İnan, Mustafa Necati, syf. 29)

20 Ekim 2016 Perşembe

Soru

Bir öğrenci ayağa kalkar ve profesöre şu soruyu sorar:
– “Soğuk var mıdır sayın Profesör?..”
Profesör şaşırır:
– “Nasıl bir soru bu böyle?.. Tabii ki var” diye cevaplar…
“Sen hiç soğukta üşümedin mi?..”
Bunun üzerine çocuk şöyle söyler:
“Hayır profesör, aslında soğuk yoktur… Fizik yasalarına göre gerçek hayatta biz ‘sıcaklığın yokluğu’na ‘soğuk’ adını veririz… Aslında soğuk diye bir şey yoktur… O sadece sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için ürettiğimiz bir kelimedir” der ve devam eder.
– “Karanlık var mıdır profesör?..”
Profesör cevap verir:
– “Tabii ki vardır… Sen hiç karanlıkta kalmadın mı?..”
Çocuk bir kez daha atılır:
– “Korkarım gene yanılıyorsunuz Sayın Profesör… Çünkü esasında karanlık diye bir şey de yoktur… Gerçek yaşamda karanlık; ‘ışığın yokluğu’na verilen addır…
Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız…
Gerçekte, biz Newton’un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz….
Fakat karanlığı ölçemeyiz…
Bir basit ışık karanlık bir mekânı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar…
Çünkü gerçekte karanlık yoktur, ışıksızlık vardır…
Mesela siz uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz?..
Işığın miktarını ölçerek!..
Bu doğrudur değil mi?..
Öyleyse karanlık denilen şey, insanlar tarafından ışığın olmadığını anlatmak amacıyla kullanılan kelimedir…”
Profesör afallamıştır ve çocuk son darbeyi vurur:
– “O zaman size son bir soru daha sormak isterim Sayın Profesör… Şeytan var mıdır?..”
Profesör bu kez pek emin olamamakla birlikte yine de cevaplar..
– “Vardır… Açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde görürüz…
O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır…
Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey değildir…”
Çocuk “hayır anlamında” başını sallar profesöre…
– “Şeytan yoktur efendim… Yani kendi başına yoktur…
Şeytan basit olarak Tanrı’nın yokluğudur…
O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı’nın yokluğunu tarif etmek için yarattığı bir kelimedir…
Kötülük ve Şeytan, insanın Tanrı’yı ve sevgisini yüreğinde hissetmediği zaman yaptıklarına verilen addır…
O, aynen sıcaklığın olmadığı yere adını verdiğimiz ‘soğuk’, ya da ışığın olmadığı yere adını verdiğimiz ‘karanlık’ gibidir…
Şeytan ve kötülük, Tanrı’nın içimizde olmadığı anda yaptıklarımıza verdiğimiz addır…”
Profesör kürsüde afallamıştır…
Fizik yasalarından hareket ederek bu soruları soran ve cevapları vererek profesörü allak bullak eden genç öğrencinin adı Albert Einstein’dır…
1955 yılında 76 yaşındayken öldü Albert Einstein…
20. yüzyılın en büyük fizikçisi olarak kabul ediliyor…
Einstein’ın beyni, ölümünden sonra otopsinin yapıldığı Princeton Üniversitesi Tıp Merkezi’nde korunuyor…
Kötülük yapanların ya da “bunun içinde şeytan var” dediklerimizin, aslında içlerinde sadece Tanrı’nın olmadığını onun sevgisinden yoksun olduklarını örneklerle anlatıyor Einstein…

18 Ekim 2016 Salı

*BARDAK OLMAYI BIRAK, GÖL OLMAYA ÇALIŞ...*


Yaşlı bir usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı.

Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.

Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.

Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı.

Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu tekrar sordu:
"Tadı nasıl?"
"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.

"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam,
"hayır" diye cevapladı çırağı. “

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve söyle dedi: 

*"Hayattaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır.*

*NANKÖRLER DÜNE DEĞİL BUGÜNE BAKARLAR...*


Hak dostu Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nin şu hâli ne kadar ibretlidir:

*Mâruf-i Kerhî Hazretleri, ölmek üzere olan bir hastayı evinde misâfir eder ve onun bütün hizmetini görür. *

Hasta ise, ıztırâbının şiddetiyle gece-gündüz inleyip kendisi bir an bile uyuyamadığı gibi, feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmaz. Üstelik gittikçe huysuzlaşır ve evdekileri ağır sözleriyle rahatsız eder.

Nihâyet onun huysuzluklarına dayanamayan evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçarlar. Evde Mâruf-i Kerhî ile hanımından başka kimse kalmaz. 

Mâruf-i Kerhî Hazretleri, geceleri de uyumayıp hastanın ihtiyaçlarını gidermeye devam eder.

Ancak bir gün uykusuzluğu dayanılmaz noktaya varır ve gayr-i ihtiyârî uyuyuverir.

Bunu gören gâfil hasta, kendisine şefkatle kucak açan zâta teşekkür edeceği yerde nankörce söylenmeye başlar:

“–Bu nasıl derviş böyle! Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; hakîkatte ise riyâcıdırlar. Başkalarına takvâyı emreder, kendileri yapmazlar. İşte bu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Karnını doyurup uykuya dalan kimse, sabaha kadar gözlerini yummayan bîçâre hastanın hâlinden ne anlar!..”

Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere de sabreder. Lâkin hanımı daha fazla dayanamayıp ona, bu nankör hastayı artık evden göndermesini söyler. Mâruf-i Kerhî Hazretleri ise, mütebessim bir çehreyle şöyle buyurur:

“– Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki? Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik etmişse bana etmiştir. Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsun ki, o dâimî bir ıztırap içinde. Baksana;
zavallı bir nefes bile uyuyamıyor. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir…”

Bu kıssayı Bostan adlı eserinde nakleden Şeyh Sâdî, şu nasîhatte bulunur:

*“Muhabbetle dolan kalp, affedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sahibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedâkârlığın ve
gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder. *
  
*Görmez misin ki, Kerh şehrinde birçok türbe var. Fakat Mâruf-i Kerhî’nin türbesinden daha mâruf ve ziyâretçisi bol olanı yoktur.” *

6 Ekim 2016 Perşembe

15 Temmuz


Anne Kuş


7 Eylül 2016 Çarşamba

İnsanlar Ne Kadar Fakir Olabilir?

Zengin bir baba küçük oğlunu insanların ne kadar fakir olabileceğini
göstermek için bir köye götürür.  
 
Çok fakir bir aile, baba ve oğlunu bir gün boyunca kerpiç evinde ağırlar. 
 
 Yolculuktan dönerken arabada baba oğluna sorar; 
 
 -İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?
 
- Evet! Gördüm baba.
 
- Ne öğrendin peki? Anlat bakalım.
 
 - Bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına
kadar uzanan havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri.  
 
Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş
alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün ufku görüyorlar. 

29 Haziran 2016 Çarşamba

Eşeklere Ceket

Köyümden... Gönlümden...
Mehmet Ali Kalkan

Kerimlen Kerim Abi...

Merkebine binmiş, tarlada işine gidiyor. İşini seviyor. Dikiyor, suluyor, çapalıyor, üretiyor, satıyor, üç- beş kuruş eline geçiyor. Şükrediyor.
Kısacası hakkıyla işini yapıyor.
Allah Kerim Abi'lerden razı olsun.
Adamın mesleği merkeplere semer yapmakmış. Ukalanın birisi de ileri geri konuşmuş, adamla dalga geçmiş, sonra "sen semercisin değil mi?" diye sorunca,
-"Evet, eşeklere ceket dikiyorum" demiş semerci, "ceket mi lâzım dı?"
Çok ceket lâzım efendim çok.

23 Haziran 2016 Perşembe

Şen Olasın Halep

BİZ BATAKTA KÖPRÜ OLDUK / BAŞKALARI GEÇTİ NEHRİ
İŞTE GELDİK GİDİYORUZ / ŞEN OLASIN HALEP ŞEHRİ. 
(Osman Meriç Coşkun'dan)

Dostluk

Alim ile dost olan bulur mertebe / Cahil ile dost olan döner merkebe

 (Bülent Güven'den)

15 Haziran 2016 Çarşamba

En Azla Yaşamak 2

KIYMETLİ ŞAİR MEHMET ALİ KALKAN FACEBOOKTA KÜLTÜR TARİHİMİZE ÇOK GÜZEL NOTLAR DÜŞMEKTEDİR. BUNLARDAN BİRİ:

Köyümden... Gönlümden...
Gönle yol verdiğim anlar,
Keser yolumu dumanlar,
Alnımı çizen zamanlar,
Hüzne durur aşk içinde...
Fotoğraftaki annem...
Babam askerliğini Kore'de yapmış. "Kore'li Bayram Çavuş" askerliğini bitirince ellili yılların ortasında köyden şehire göç etmeye karar vermişler.
Anneme şehire gelirken ne getirdiklerini sordum;
"Bi gat yatak, gırk yamalı bi çöpür pala, bi çuval odun. Evde bobanın aldığı tencire, tabakla va emme eben vemedi. Bi kötü tencire vedi, biz madene mi kityoz dedim gaydırvedim* " dedi. İlave etti. "Boban mayış alınca bardak, gaşık, tabak hepsini aldık, çok şükür."
Şimdi evlerde, yeni evlenenlerde "eşya"ların hepsi tamam, eşya olarak hiç eksik yok.
Şair Mehmet Ali Kalkan

*Biz madene mi kityoz dedim gaydırvedim."= Madene çalışmaya mı gidiyoruz. Böyle kötü tencere ancak dağda madende kullanılır. Ben de aldım fırlattım.

13 Haziran 2016 Pazartesi

En Azla Yaşamak


Minimalizmi Hayata Geçirmek İçin Uygulayabileceğiniz 21 Adım


minimalizm[1]
 Gardrobunuza bakıp ne giyeceğinizi seçmeye saatlerinizi harcadığınız halde yine de “giyecek hiçbir şeyim yok!” mu diyorsunuz?
•Toz alırken tek tek tüm bibloları kaldırıp indirmekten gına mı geliyor?
•Yazlıkları, kışlıkları, battaniye ve pikeleri evin neresine sokacağınızı şaşırıyor musunuz?
•Sürekli yapmanız gereken şeyleri düşünüp ama yapmayıp kendinize mi sinirleniyorsunuz?
•Gün içinde nereye koşacağınızı, kaça bölüneceğinizi şaşırıyor ve “neden gün 24 saat ki!” diye sinirleniyor musunuz?
•Ormanları, doğayı seviyorsunuz ama tükettiklerinizi düşününce vicdan azabı mı çekiyorsunuz?
Eğer bu soruların pek çoğuna “evet” dediyseniz, minimalizm ile tanışma zamanınız gelmiş demektir.
İnsanlık tarihinde başarılı olmuş insanların hayatlarında minimalizm tercihinin tesadüf olmadığını görmek zor değil. Steve Jobs yıllarca aynı kıyafeti kombosunu giymiş. Einstein’da minimalist düşüncenin destekçilerindenmiş.
1. Şu başlığı bir yere yazın: “Daha az eşya, daha çok anı”
Ne kadar çok eşyanız olursa, o kadar çok onların bakımına, temizliğine, düzenlenmesine, saklanmasına zaman ve para ayırmanız gerekir. Bir düşünün; en çok gitmek istediğiniz ülkeye bir seyahat yapabilmeyi ve bir ömür hatırlayacağınız anılar biriktirmeyi mi tercih edersiniz yoksa bir süre sonra eskitip atacağınız yeni bir eşya satın almayı mı?
2. Tarzınızı ve ihtiyaçlarınızı belirleyin.
Bu çok kolay bir adım değil. Zamana ihtiyacınız var. Yaşam tarzınızı düşünün; otobüsle işe gidip geliyorsanız onca topuklu ayakkabı niye? Ya da Ankara’da yaşıyorsanız neden dolabınız mayo dolu olsun? Sevmediğiniz ya da kırk yılın başı giyeceğiniz şeyleri sırf moda diye -bkz. göbeği açık bluz- satın almayı bırakın. En sevdiğiniz renkleri belirleyin ve onların dışına çıkmayın. Bu konuda nötr renklere güvenin; siyah, beyaz, bej, gri gibi nötr renkler ve dümdüz, desensiz giysiler daima kurtarıcıdır. Sizin için kullanışlı olacağını düşündüğünüz giysilerin bir listesini yapın.
3. Bütün dolabınızı indirip tek tek eleyin.
Evet. Üşenmeyin. İndirin o dolabı. Alıp da son 1 yıldır hiç dokunmadığınız şeyler, bir nedenle sizin işinizi görmüyor, mutlu etmiyordur. İlk başta biraz zor gelebilir ama acımayın; son bir yıldır giymediyseniz, muhtemelen önümüzdeki yıl da giymeyeceksinizdir. İyi durumda olanları yıkayın, ütüleyin, onarın ve sizden daha fazla ihtiyacı olan birilerine verin. Verdiğiniz giysilerin nesini sevmediğinizi de bir yere not edin: tam olmuyordu, kumaşı rahatsız geldi, desenini sevmedim vs. diye. Daha sonra bu listeye de ihtiyacınız olacak.
4. Listesiz alışverişe çıkmayın.
Daha önce yazdığınız o iki liste var ya? Hah, alışverişe giderken işte onu yanınıza alın. Böylece gerçekten işinize yarayacak olanları satın almış olacaksınız. Sadece işe yarayan şeyleri satın aldıktan sonra, diğerlerine aslında o kadar da ihtiyaç duymadığınızı fark edeceksiniz. Kendinize hakim olun!
5. Daha az satın alın, ama daha iyisini alın.
Böylece zamanla daha az satın almaya başlayacaksınız; daha az satın almak demek, daha fazla para biriktirebilmek ve daha az borca girmek demektir. Karın tokluğuna çalıştırılan zavallı Çinli işçiler tarafından üretilmiş ve ucuza satın aldığınız 10 tane polyester bluzunuz olacağına, 2 tane daha pahalı ama daha etik şartlarda üretilmiş ve doğal malzemeden yapılmış bluzunuz olsun.
6. Son 4 maddeyi, evinizin diğer alanları için de yapın.
Mutfak dolabını açınca üzerinize yığılan yüzlerce saklama kabı, cici bulup aldığınız ama kullanmadığınız on farklı kek kalıbı, hediye gelen ama desenini sevmediğiniz o bardak seti, artık dinlemediğiniz CD’ler, bitirdiğiniz ve bir daha okumayacağınız kitaplar, bir ara heves edip aldığınız ve depoda tozlanan boks eldivenleri… Hepsini bir köşeye ayırın. Atılacakları da atın (pilleri ve elektronikleri normal çöpe atamazsınız, aman dikkat!).
7. “Armağan Ekonomisi” ile tanışın.
Emin olun, ayırdığınız bu eşyaların hepsine sizden daha fazla ihtiyaç duyan birileri vardır. Bunları verebileceğiniz yerleri araştırın. İnternetten, “Hediye Çemberi”, “Takas Pazarı” gibi terimleri inceleyin ve oluşumlara katılın. Pahalı ürünler ise, ikinci el dükkanlarına satabilirsiniz ya da internetten satıp kara geçebilirsiniz!
8. Eşyalara uyguladığınız bu adımları, şimdi de yaşamınızın diğer yanlarına uygulayın.
Aynen bu şekilde bir taşın üstüne oturup (taş soğuk olmasın) düşünün. Nelere vakit ayırıyorsunuz? Hangi ilgi alanlarına ya da hobilere sahipsiniz? Facebook’taki insanların kaçıyla görüşmekten gerçekten keyif alıyorsunuz? Kariyer planlarınız ne? Kendinize gün içinde boş vakitler yaratın ve bu konuları iyice bir düşünün. Acaba yüzlerce oyuncak ayı satın almanızın altına yatan esas ihtiyaç, birilerinden şefkat görmek miydi?
9. İyice düşündünüz mü? Güzel. Şimdi Kullanmadığınız tüm sosyal medya hesaplarını kapatın.
Üşenmeyin, hepsinden bir bir çıkın. Sadece en çok kullandığınız 1-2 tanesi dursun. Onlarca blog açtıysanız onları da kapatın. Aklınız kalmasın oralarda. Hem her gün gelen güncelleme mailleri yüzünden gelen kutunuz da dolmaz.
10. Sosyal medyada “arkadaş detoksu” yapın.
“Kalsın” dediğiniz hesapların içinden, “arkadaş detoksu” yaparak aslında çok da görüşmek istemediğiniz insanları silin. Oh… Zor oldu ama yaptınız. Listenizde sadece, gerçekten önemsediğiniz ve sık sık görüştüğünüz insanlar var. Bir gün size gelip de “neden sildin?” diye soracaklarını sanıp korkmayın. Sormayacaklar. Zaten umurlarında değildiniz.
11. E-postanızı, SMS’lerinizi, telefon rehberinizi de temizleyin.
İlgilenmediğiniz yerlerden gelen onca reklam, onca mesaj, rehberinizi işgal eden onca şey… Ne gerek var? Bunların hepsi zihnizi siz farkında olmadan çok yoran ve dikkatinizi dağıtan şeylerdir. Silin veya abonelikten çıkın.
12. Bütün sorumlulukları üzerinize almak zorunda değilsiniz.
Her yere yetişmek zorunda değilsiniz. Mükemmel olmak zorunda değilsiniz. Evinizi bal dök yala yapmak, her akşam okuldan çocuğu kendiniz almak, üniversitede çift dal yapmak zorunda değilsiniz. Ana ihtiyaçlarınızı ve gerçekten ne yapmak istediğinizi belirleyin ve zorunlu olanlar için size yardımcı olacak birilerini bulun. Tüm sorumlulukları üzerinize alırsanız, insanlar size yardımcı olmaları gerektiğini anlamayabilirler.
13. Toplumun sizden beklediği her şeyi, ideal şekilde yapmak zorunda değilsiniz.
Herkes size “artık evlen” diyor ama siz belki de dünyayı gezmek istiyorsunuz. “Çocuk yap” diyor ama siz hazır hissetmiyorsunuz. “Daha müdür olamadın mı” diye soruyor ama siz bambaşka bir kariyer istiyorsunuz. Tüm bunlar arasında gidip gelip kendinizi sorguluyorsunuz. Bırakın insanların düşüncelerini… Bu hayat sizin hayatınız. Onu hiç kimsenin isteklerine göre yaşamayın.
14. Hobileriniz için hırs yapmayın.
Hem süper bir müzisyen, hem müthiş bir aşçı hem acayip bir buz pateni sporcusu olmak zorunda mısınız? Veya olmak için kendinizi ne tür bir strese sokuyorsunuz? Halbuki çok basit şeyler bile insanı mutlu edebilir. Doğada yürümek, arkadaşlarınızla vakit geçirmek, müzik dinlemek…İlgilendiğiniz hobileri gerçekten zevk aldığınız için mi yapıyorsunuz yoksa kendinizi o hobiyi “mükemmel” şekilde yaparak başarıya ulaşmak için zorluyor musunuz?  Geriye, sadece sizi mutlu eden aktiviteler kalsın. Kendinize karşı samimi olun.
15. Sıra geldi, dilinizdeki çer-çöpe…
Sürekli şikayet ediyoruz, başkalarını suçluyoruz, dedikodu yapıyoruz, trafikte bağırıp çağırıyoruz, laf olsun torba dolsun diye konuşuyoruz, deyimleri olur olmaz her yerde kullanıyoruz, insanları kırıyoruz, tersliyoruz, kendimizi yanlış ifade ediyoruz… Belki de bu kadar çok olumsuz konuşma, düşüncelerimizi de kirletiyor olabilir. Aslında orada olmayan şeyleri abartarak kendimizi yoruyor olabiliriz. 1 gün boyunca hiç şikayet etmemeyi deneyin. Hatta buna “şikayet orucu” deyin. Bakalım günün sonunda nasıl hissedeceksiniz!
16. Daha etik yaşayın, gece başınızı yastığa huzurla koyun.
“Çinli işçiler tarafından üretilmiş polyester bluz” ifademizi hatırlayın. Hayatınızda bunun gibi dikkatsizce yaptığımız o kadar çok yanlış seçim var ki… Örneğin ülkemizde halen çöp ayrıştırma meselesi doğru düzgün uygulanamıyor. Halbuki daha az tüketmek kadar, tükettiklerimizin gittiği yeri takip etmek de önemlidir. Neden kendi mahallenizde herkesin işine yarayacak bir akım başlatmayı denemiyorsunuz?
17. “Eyvah! Mideme girenler konusunda minimalist olamıyorum!”
Hayatımızın her alanını kıvır zıvırdan arındırdık. Peki ya midelerimize giren abur cuburlar? Kıyafetlerde nasıl “az sayıda ama kaliteli” ilkesini benimsediysek, bu konuda da aynısını yapmamız gerekiyor. Almış olmak için almak, konuşmuş olmak için konuşmak, yapmış olmak için yapmak nasıl kötüyse, yemiş olmak için yemek de kötü. Bunu kabul etmeliyiz… Daha kaliteli ama az miktarda yemek yedikçe, yediğiniz yemeklerden çok daha fazla keyif aldığınızı keşfedeceksiniz. İşin ucunda sağlık var!
18. Zamanınızı nasıl harcadığınızı fark edin.
Yukarıdakilerin hepsini yapıp da, hala “Hiçbir şeye yetişemiyorum!” diyorsanız, zamanınızı etkin kullanmıyor olabilirsiniz. Belki de internetin başında gereğinden fazla kalıyorsunuzdur? Belki de televizyona takılıp tüm geceyi boşa geçiriyorsunuzdur? Bir gün içinde nelere zaman ayırdığınıza dikkatinizi verip bulgularınızı bir kenara yazın. Aslında ne kadar çok şeye zaman kaldığını görüp şaşıracaksınız.
19. Aynı anda birden fazla iş yapmayın.
Kimse kusura bakmasın, bunun adı “becerikli” olmak değildir. Araba kullanırken telefonla konuşmazsanız ve indiğinizde arayan kişiyi geri ararsanız, emin olun öbür taraftaki kişi kalp kırıklığından ölmez. Ama o telefonu cevaplamaya çalışırken siz -ve arabadaki diğerleri- kaza yapıp ölebilirsiniz. Yaptığınız işe dikkatinizi vermek için, diğer işleri yapmayı bırakın.
20. Sessizliğin tadını çıkarın.
Kendinize arada sırada kaçabileceğiniz sessiz bir zaman dilimi yaratın. Sadece yarım saat ya da bir saati kendinize ayırın. İster dua, ister meditasyon… Hiçbir iş yapmadan, öylece aklınızla baş başa kalın. Kafanızın içindeki dalgaların durulduğunu, zamanla daha sakin bir insan olduğunuzu fark edeceksiniz.
21. Son olarak: Sahip olduğunuz şeyler için minnettar olun.
Cicero ne demiş: “Bir kütüphane ve bir bahçeniz varsa, ihtiyacınız olan her şeye sahipsiniz demektir.” Tabii herkesin ihtiyaçları değişebilir. Ama siz de gerçekten sizi en mutlu eden şeyleri düşünün ve bunlara sahip olduğunuz için şükredin. Ve unutmayın, minimalizm bir yaşam tarzı ve bir süreçtir. Öyle pat diye olmasını beklemeyin. Zamanla azaltın ve azaltmanın sizi ne kadar özgürleştirdiğini fark edin…
kaynak:listeliste
Tamamen katılıyorum, zaman zaman eşya, mail ve facebookta arkadaş temizliği de yapıyorum. Size de tavsiye ederim. Anette
Kaynak: https://anetteinselberg.com/2015/08/11/minimalizmi-felsefe-olarak-belirlemeniz-icin-21-adim/

3 Haziran 2016 Cuma

Acı Geçici Güzellik Kalıcıdır

(Günde yirmi adet çok ağır ilaçlar kullanırken, dayanılmaz ağrılarım varken umudumu daima taze tutmak adına okuduğum ve uyguladığım bir hikaye.)
Fransız resim sanatının önemli simalarından Henri Matisse, Aguste Renoir’den 28 yaş daha genç olmasına rağmen iki ünlü ressam, iyi arkadaşlardı ve sık sık görüşürlerdi. Hayatının sonlarına doğru Güney Fransa’da bir köye yerleşen Renoir, son 10 yılında evinden çıkmazken Matisse onu her gün ziyaret etti. Romatizma sebebiyle neredeyse hiç hareket edemeyen Renoir parmaklarını dahi kımıldatamıyordu. Fakat bu ağır hastalığına rağmen fırçayı eline bağlayarak resim yapmaya çalışıyordu. Bir gün Matisse yaşlı ressamın her fırça darbesinde duyduğu büyük ızdırapla mücadele ederek atölyesinde çalışmasını seyrederken dayanamayıp sordu: “Aguste! Romatizmadan kıvrandığın, bu kadar acı çektiğin hâlde neden resim yapmayı sürdürüyorsun?” Ronoir yalnızca şu kısa sözle cevapladı: “Güzellik kalıcıdır, acıysa geçici…” Böylece Renoir neredeyse öldüğü güne kadar tuvalinde çalışmaya devam etti. En ünlü resimlerden olan bir toblossunu ölmeden 2 yıl önce, hastalığa yakalandıktan 14 yıl sonra tamamladı.

22 Mayıs 2016 Pazar

İşte Böyle

Yaşlı adamın eşi evde tereyağı yapıyordu kocası ise her gün yakınlarındaki bakkala götürüp satıyor onunla geçiniyorlardı. Bakkal adamın getirdiği tereyağını hiç tartmıyordu.
Ancak bir gün acaba dedi, adam gittikten sonra tereyağını tartıya koydu, 900 gram olduğunu görünce çok öfkelendi ve yarın geldiğinde bunun hesabını sorar bir daha da ondan alışveriş yapmam dedi.
Ertesi sabah yaşlı adam elinde tereyağı içeriye girdi, bakkal sert bakışlarıylabir daha senden tereyağı almayacağım dedi. Yaşlı adam üzülerek efendim bir yanlışım mı oldu dedi.
Bakkal, efendi senin bana verdiğin tereyağını tarttim 900 gram geldi ayıp değilmi bu yaptığın dedi.
Yaşlı adam utanarak başını yere eğdi ve
- Efendim bizim terazimiz yok, sizden bir kilo şeker almıştık onu tartı olarak kullanıyoruz, dedi.
Bakkal utancından ne yapacağını şaşırdı.

Böyledir işte dünya...
Kime ne ağırlıkta kıymet verirsen o ağırlıkta kıymet bulursun.