30 Haziran 2014 Pazartesi

Ağırlama

Günahkâr bir adamdı, ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan, ölse de, kurtulsak diyorlardı.
Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise, adamın haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı.
Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.
Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyordu, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu.
İyice zayıflamıştı, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor, ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin diye yalvarıyordu Allah’a…
Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerde sızıp kalmıştı!
Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bi yanına baktı, yoktu.
Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaz durdu.
Duası bitmek üzereydi ki, kapının çalındığını duydu.
Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyordu, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç-bela sedire kadar taşıdı.
Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü, ölmüştü…
Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı.
Kalktı, imamın evine gitti.
Hocam. Diyebildi hıçkırarak, bizimkisi…
Söyleyemiyordu, ama İmam Efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.
"O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini." deyip kapıyı kapadı.
Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü.
Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omuzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.
Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü.
Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omuzundan kayarken, dizlerinin üzerine çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.
Hışımla yaklaştı muhtar:
"Onu nereye götürüyorsun, dedi, mezarlığa götüreyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden…"
Kadın gözlerini çarşafın üzerine dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.
Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine;
'Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada…'
Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.
'Dert etme, dedi, ben yardım ederim sana.'
Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti.
Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü.
Yorulmuştu.
Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.
Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da "İmam Efendi, İmam Efendi…" diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.
Bir rüya gördüm, dedi muhtar, hocam o berduş, o serseri adam Cennet’ teydi. Bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun diyordu.
Rüyayı duyana imamın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü.
Gel hele, içeri gel demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler.
Koşarak geliyor, bir yandan da bağırıyordu:
"Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda…"
Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?
Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular.
Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.
Bir yandan yürüyor bir yandan da aralarında konuşuyorlardı; bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değidi.
Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, hayırdır inşaallah dedi. Oturdu, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar.
Çoban söylenenlerden hiç bir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.
Ben bir garip kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda oturup dua ettim sadece, hepsi bu.
Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi;
"Allah’ ım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelir yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım. Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla."



12 Haziran 2014 Perşembe

Farklı Kültürler ve Mizah


FARKLI KÜLTÜR VE ALGILAMALARIN ZITLIĞINDAN MİZAH DOĞAR

Alıştığımız kültürel davranışlar bize normal görülürken, ona zıt görünen başka bir kültürel davranış anormal, aynı zamanda gülünç görülür.

Farklı milletlerin birbirine aykırı gelen davranışları, farklı mesleklerin birbirine uyumlu olmayan bakış açıları, köylü şehirli tavırları düşünmediğimiz bir tezadı oluşturabilir. İki farklı kültür, kendi taraflarınca doğru görülmesine karşın, iki kültür bir araya gelince birbirini yanlışlaması bizde gülme duygusu yandırır.

Bir Amerikalı, bir Çinli’ye alay ederek sormuş: “Mezarlarınıza niçin pirinç koyuyorsunuz? Ölüleriniz onu ne zaman yiyecek? Çinli cevap vermiş: “Sizin ölüleriniz, koyduğunuz çiçekleri kokladığı zaman”
** **
Bir abdal oğluna zurna çalmanın öneminden bahsediyor, öğüt veriyormuş “Oğlum bu zurnayı çalmasını iyi öğren. Öyle doktor, avukat, mühendis olup milletin ağzına bakacağına, zurna çalmayı iyi öğren, millet senin ağzına baksın.”
** **
Yeni kaymakam atandığı ilçenin bir köyüne gitmiş. Muhtar mükellef bir yer sofrası hazırlatmış. Ortada sini, sininin ortasında tepsi içinde pilav ve üzerinde tavuk…
Kaymakam, alıştığı üzere yemeğin ayrı ayrı tabaklara servis edilmediğini görünce biraz da küçümseyici bir eda ile “Bu ne ya, siz yemeği böyle mi yiyorsunuz? Ayrı ayrı tabaklara koymayacak mısınız?” demiş.
Muhtar genç kaymakamın bu tavrından rahatsız olmuş. Kaymakama bakıp “Kaymakam bey! Bizim burada köpeklere yem verilirken ayrı ayrı tabaklara konur. Onlar da paylaşmasını bilmediklerinden hırlaşmasınlar diye” demiş.
** **
Bir zaman Elbistan’dan Ankara’ya otobüsle gelirken, yanımda yaşlı bir amca vardı. Elbistan’ın bir köyünden olduğunu söyledi. Oğlu İstanbul’da bir markette çalışıyormuş. Onu ziyarete gidiyormuş. Konuşmalarından onun ilk defa Elbistan dışına bir yere gittiğini anladım.

Otobüs mola yerine yaklaşırken biraz tedirgindi. Bana “Burada yemekler hesaplı mı?” diye sordu. “Hesaplı” dedim.

Mola sonrası otobüse bindiğimde yaşlı amcaya sordum bir şeyler yedin mi diye. Öfkeliydi. “Hayır, yemedim, burada bize güvenmiyorlar” dedi. Sonra devam etti. “Yemeği aldım, geçecekken önce parasını istediler. Yemeği yiyip kaçacak mıyız sanki. ‘Ben de madem bize güvenmiyorsunuz. Ben de yemeğinizi yemiyorum’ dedim. Yemeği geri bıraktım. Bir de kaçmasınlar diye yanlara demir koymuşlar” dedi.

Yaşlı amca, hayatında yemeği yemeden paranın alındığını hiç görmemiş, bu durumu güvensizlik olarak algılamıştı. Self serviste düzenli sıra olsun diye konulan demir korkuluğun, para vermeden kaçmasınlar diye konulduğunu düşünmüştü.
** **
Bir zamanlar bir kasabaya komedi oynayan tiyatro ekibi gitmiş. Salon dolu. Oyun başlamış. Oyuncular seyircileri güldürebilmek için olağanüstü gayret gösteriyormuş. Ancak salon pür dikkat dinliyor hiç ses çıkarmıyormuş. Oyun bitince bir kahkaha kopmuş. Oyuncular çok şaşırmışlar.

Oyunun başrol oyuncusu sahneden inmiş önde duran ekâbir birine sormuş. “Oyun boyunca alabildiğine gayret sarf ettik, gülmediniz de niye oyun bitince güldünüz?” Adam cevap vermiş: “Valla ben hemşehrilerime tembihledim. ‘Bak bunlar şehirli her yaptıklarına gülüp patavatsızlık yapmayın. Ben işaret verince gülün’ dedim. Oyun bitince işaret verdim. Herkes güldü.”
** **
Üniversitede okurken, üç arkadaş bir evde kalıyoruz. Bir arkadaş İktisat Fakültesinde okuyor, diğeri Teknik Eğitim Fakültesinde öğrenci, aynı zamanda şair. Bir şiir yazmış. Şiirin bir dizesinde “Bir deli gömleğini çalıya astı geçti” diye yazmış. Şiirini büyük bir aşkla şevkle okuyor, değerlendirmemizi istiyor.

İktisat Fakültesinde okuyan arkadaş şiire itiraz ediyor. Bu “saçmalık” diyor “Bir delinin gömleğini çalıya asıp geçmesinin kime ne faydası var.” Şair arkadaş izah ediyor “İnsanın iç dünyasında hoş bir çağrışımı olmaz mı?” diğeri yine itiraz ediyor “Hoş çağrışımın kime ne faydası var”

Arkadaş hayata hep bir fayda zarar cephesinden bakıyordu.

Sizler de kültürleri, meslekleri, algıları karşılaştırarak zıtlığın içindeki mizahı bulabilirsiniz.

Durdu GÜNEŞ

9 Haziran 2014 Pazartesi

Dunning Kruger Sendromu

İki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya atmış şöyle ki;  "Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."  Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:  · Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.  · Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.  · Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.  · Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.  Cornell   Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik "Nasıl geçti?" sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi...  Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin “kendilerine güvenleri” müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı.  Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise “en alçakgönüllü” deneklerdi; soruların yüzde 70' ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.  Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning Kruger Sendromu'nun metni yazıldı:  “İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her   şeyin hakkı olduğunu düşünür!  Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.  ‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.  Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler…  Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar..."  N'olur fazla mütevazi olmayın!...  "Siz de çevrenize şöyle bir bakın" diyeceğim ama eminim bu satırları okurken bile aklınızdan bir dolu yüz, bir dolu isim geçti...  Bence Dunning ile Kruger'in, bu çalışmalarıyla 2000'de, Nobel yerine Harvard   Üniversitesi'nin Ig Nobel'ini alma nedeni "cahil olmamalarıydı".  Gönlümün nobelini bu ikiliye vererek yazımı Bertrand Russel'in bir sözüyle bitiriyorum:  “Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”    TÜZDER-ÜSTÜN ZEKÂLILAR DERNEĞİ  www.tuzder.org

İki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya atmış şöyle ki;
"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."

Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:

· Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
· Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
· Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
· Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik "Nasıl geçti?" sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi...
Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin “kendilerine güvenleri” müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı.
Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise “en alçakgönüllü” deneklerdi; soruların yüzde 70' ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning Kruger Sendromu'nun metni yazıldı:

“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!

Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.
‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.

Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler…

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar..."

N'olur fazla mütevazi olmayın!...
(Bu arada: Fazla tevazu, iki kere methedilme arzusundan kaynaklanır - mış!- MKA)

"Siz de çevrenize şöyle bir bakın" diyeceğim ama eminim bu satırları okurken bile aklınızdan bir dolu yüz, bir dolu isim geçti...

Bence Dunning ile Kruger'in, bu çalışmalarıyla 2000'de, Nobel yerine Harvard Üniversitesi'nin Ig Nobel'ini alma nedeni "cahil olmamalarıydı".

Gönlümün nobelini bu ikiliye vererek yazımı Bertrand Russel'in bir sözüyle bitiriyorum:

Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”