5 Kasım 2013 Salı

BİR GÜL-İ RÂNÂ: MÜJGAN CUNBUR



A.Yağmur Tunalı

Hâlimizi, Yahya Kemal’in mısraları söyler: “Sevdiklerim gidiyorlar birer/ Ay geçmiyor ki almayayım gamlı bir haber” . Yıllar yılı, gidenlerle beraber hüzünle andığım bu söyleyişi bütün zerrelerimde duyduğumu zannederdim. Yaşadıkça gördüm ki yanılmışım. “Vakittir!” diyen sesi şimdi bütün çaresizliği içinde tadarak duyuyorum. Apaçık belli ki, son zamanlarda, bu beytin bütün acılığıyla hissettirdiği kader noktasındayız. O gün, gelene geçene her zaman huzur dilinden konuşan Hacı bayram Camii avlusuna sinen, şevkın ve hüznün akkoruna karışan halimiz buydu. Hazret, misafirini hararetle karşılarken, içimize “kendine yan!” diyen sesin aksi yerleşmişti.

Bir dostun dediği gibi, giden için bayram, kalan için hasretti. Evet, gerçeğin gerçeğiyle yandık: Dr. Müjgan Cunbur Hanımefendi’nin göçüşüyle, insan fakîri dünyamıza bu ağır üzüntünün ağır güllesi düştü.

Ölüm insana beklenmedik şeyler söylüyor. Az çok duyan ve bilenlerimiz için, hayatı keskin çizgilerle onda tanımak, her gidenin ardından bir görünüşü ve belki manasıyle yüzyüze gelmek kaçınılmaz gibi. Anlıyor ve daha önemlisi duyuyoruz ki, bu dünyadan gidiş, hem zihnimizi, hem gönlümüzü terbiye eden müthiş gerçek. Bu apaçık gerçek, kendini saklamakta da sayıya sığmaz yollar bulur. Bir sis bulutu arkasından görünen ne duyuşlar, ne anlamalar ortasında kalakalırız.

Müjgân Cunbur adlı güzeller güzelinin bu dünyadan göçüşü, bana bu dikkatin penceresinden göründü.

O, aramızdaydı. Bizim gibi bir canlıydı. Elbette farklıydı ve elbette o farkı hepimiz bilirdik: Bizden çok fazla bilen, çok fazla duyan ve bütün bildiklerini herkese vermekten haz duyan müstesna bir insandı. Böyle bilir, böyle sever-sayardık. Öyleydi. Ancak, Müjgân Cunbur’un bunlardan çok fazla ve bütün bunlarla izah edilemeyecek kadar başka bir insan yüksekliğini temsil ettiğini anlamak için, güneşin parlak ziyasının üzerimizden kalkması gerekti. Bir perde kapanırken, onun asıl şahsiyetini veren katlardan bir katın perdesi açılmış olacaktı.

Başka bir söyleyişle, aramızdan bedeni çekilince, ruhuyla temas kurma imkânında olanlar için, başka bir cihetten gün ışıdı. Ölüm denen esrarlı başlangıç, bunu her yakınımızı alışta ince bir sızıyla duyurur. Hayatta olanları, en iyi gösteren ölümdür.

Eminim, sağlığında ruhuyla şöyle böyle biliş tutmuş olanlarımız için de bu söz doğrudur. Onlar da diğer sırlı katmanların eşiğine vardılar. Onu kendi gerçeğinde başka türlü bir derinlikle görme ve anlama fırsatına erdiler.

Bunu bize düşündüren ve daha önemlisi hararetle söyleten, Müjgân Hanım’ın olağanüstü hayatıdır. Doğumundan itibaren her türlü fevkaladelikle iç-içe bir ömür sürmüştür.

Mutlaka üzerinde durulması gereken bir husustur: Müjgân Hanım, fizik bakımdan eksikli doğmuştu. Sağ kolu ve ayağından özürlüydü. Bastonla yürüyebiliyordu. Sadece sol elini kullanabiliyordu: Baston o elindeydi, kalem o elindeydi ve her işi de o elle görüyordu. Ailenin büyüklerinin bu hayattan çekilmesiyle yalnız kalmış ve 40 yılı aşan bir zamanı tek başına yaşamıştı. Maddeten böyle bir yarımlıkla muazzam bir bütünlük, hatta bütünlükler kurmanın ışıklı yolunu bilmek ve bildirmek üzerinde durmak lazımdır. Müjgân Hanım’ı anlamanın sırrı –zannımca- burada gülümser.

Bugün, fark edilmeyecek kadar geride görünen bu fizik gerçeklik, her insan için temel bir problem halinde yaşanmasına şaşılmayacak caydırıcı bir engel, hatta travmadır. Çevremizde bu durumdaki sayısız insanın evinde köşesinde günlerini tamamladığını ve cemiyete pek fazla karışmadığını biliriz. Müjgân Hanım gibisi ise galiba yoktur.

Geleceğim yer malum: Nasıl oldu da, bunca fizik imkânsızlık ortasında kendini ilme, sanata, Türklüğe, insanlığa veren bir dev şahsiyet ortaya çıktı? Üzerinde durulacak nokta budur. Çünkü, -tabiri uygun görülürse- Müjgân Cunbur’un içtiği iksîr buradadır. Halk şiirimizdeki “bâdeli şairler” gibi, dîvan şiirimizdeki “o sâgardan içenler” gibi, ötelerden haber alacağımız bir meseledir. Şüphesiz, ender bir insanlık durumuyla, az rastlanan bir olağanüstülükle karşı karşıyayız ve bunu izah edecek bir anlama denemesine muhtacız.

Bilenler, bir tasavvuf çeşmesinden su içtiğini söylüyorlar. Öyleyse, eksik


gibi görünen fizik taraflarını unutturmakla kalmayıp avantaja çeviren, hatta başka eller, başka ayaklar bağışlayan bir ruh ameliyesinden bahsediyorlar. Muazzam bir enerji yüklemesiyle, hârikulade bir değişmeye işaret ediyorlar. Evet, bu kaynağa dikkat etmek, onu anlamanın şifresini saklıyor olmalı.

Böylesi ancak masallarda olur dense doğrudur. Mucizeli bir insanlık hikâyesi dense yine doğrudur. Ancak bu, ne bir efsanedir, ne de bir masaldır. Masalları aşan, gerçekten gerçek bir hayatın bize bağışladığı şâhâne bir örnektir.

Nasıl bir hayat kurduğuna ve nasıl yaşadığına bakmak, çok şaşırtıcı güzellikler duyurur. İlk akla gelen cümle belki de şudur: Müjgân Hanım’ı tanıyıp da sevmeyen varsa bile enderdir. Memleketin en kavgalı günlerinde, kavga eden taraflardan yolu yoluna düşenler onu aynı şekilde severlerdi. Elbette bir hayat görüşü vardı. “Vardı” ne demek, kendisi fikirden ibaretti. Hemen her konuda, derinden duyarak şahsiyetini mayaladığı, düşünerek kendine mal ettiği ve yaşadığı fikirleri vardı. Elbette düşünceleri itibariyle de bir tarafa yakındı. “Yakındı” deyişim, onun mizacını anlatmak içindir: Yoksa tarafı görünürdü, çünkü yaptıkları belliydi. Kültür tercihleri açıktı. Uğraştığı sahalar ve seçtiği konular itibariyle de bu kültürün içinde derinleşmişti. 


Yalnız, bir şeye uzaktı: Günlük siyasetin kördöğüşüne asla itibar etmezdi. Şu veya bu partinin adamı olmak şöyle dursun, kime oy verdiği bile çok az kimse tarafından bilinir ve üzerinde konuşulmazdı. İşini yapar ve işini yapanlarla yakınlaşırdı. 

Bu konuyu geçmeden mutlaka söylemem gerekir: Onun kadar vatan ve millet sevgisi yüksek bir kimse nâdir bulunurdu. İliklerine kadar Türktü. Milliyetine iman derecesinde bağlıydı. Memleket derdini duymada, vatan duygusunda ve bu vatanın insanlarını sevmede fevkalâde içliydi. Türk’ün asâletiyle süslenen ve yükselen bir insanlık duygusundaydı. Bütün çalışması, bir bakıma Türklüğü düştüğü zayıf durumdan kurtarmak ve memleket çocuklarını kendi büyüklüğünün şuuruna vardırmak içindi. Bu konuda pek çok örnek yaşanmıştır. Bir örnek vermek isterim. Seçtiğim örnek, Yavuz Bülent Bakiler’e anlattığı, Türkistan Türkistan kitabına giren bir Afganistan hâtırasıdır: 

''UNESCO 1967 yılında, Afganistan’da bir Yazma Eserler Semineri düzenlemişti. Dünyanın birçok ülkesinden gelen uzmanlar, başkent Kâbil’ de toplanmışlardı. On gün süren seminere Türkiye adına ben katılmıştım. Çalıştığımız binanın önünde, seminere katılan delegelerin mensup oldukları milletlerin bayrakları dalgalanıyordu.

Afganistan'da Türkistan‘dan göçmen olarak gelmiş Özbek kardeşlerimiz var. Bayrağımızın gönderde dalgalanması, Özbekler arasında büyük bir heyecan doğurmuştu. Gruplar halinde geliyorlar ve bir denizi, efsanelerle yüklü bir dağı veya muhteşem bir manzarayı seyreder gibi, saatlerce bayrağımızı seyrediyorlardı.

Afganlı dostlarımız, beni Emanullah Han’ın yazlık köşküne yerleştirmişlerdi. Geceleri orda kalıyordum. Köşk dediğim de, bizim iki katlı, eli yüzü düzgün Anadolu evlerine benziyordu. Köşk Kabil in 10 km. kadar dışındaydı.

Bir sabah çok erken saatlerde bir kaval sesiyle uyandım. Dışarıda ince uzun, yanık bir kaval sesi vardı. Çağıran, yalvaran, hıçkıran bir kaval sesi. Heyecanla pencereye koştum. Gördüm ki karşımda bir kerpiç duvarın dibinde 70-75 yaşlarında bir dede, benim pencereme bakarak kaval çalıyor. 

Dedenin bir Türk olduğunu görünce daha çok heyecanlandım.Afganistan’ da bin Afganlı arasından bir Özbek Türkünü bir çırpıda bulup çıkarmanız o kadar kolaydır ki!..Giyindim ve dışarı çıktım.Yaşlı Özbek in yanına gittim.Kavalını duvara dayadı.Beni derin bir saygı ve sevgiyle selamladıktan sonra sordu:

-Bizim bayrağımızı Kabil‘de dalgalandıran o kadınefendi sen misin?

-Benim baba!

Dedim. Sevimli Özbek'in yüreğime bir ateş parçası gibi düşen sözlerini ömrümün sonuna kadar unutamayacağım: 

“-O bayrak Türkiye'de dalgalandıkça, biz burada yitip bitmeyeceğiz! Gördüğün gibi ben bir çobanım ve Türküm! Sordum soruşturdum; burda kaldığını öğrendim. Geldim ki, seni kaval sesiyle uyandırayım ve sana süt ikram edeyim.''

Müjgan Cumbur, uzaklara dalarak devam etmişti:''Orada bulunduğum günlerde, o yetmiş beşlik dede her sabah beni kaval çalarak uyandırdı ve bana her sabah koyunlarından sağıp getirdiği sütten ikram etti!''


(Blog sahibi A.K.'ın notu: Müjgan Hanım bile "Afganistan'da Türkistan‘dan göçmen olarak gelmiş Özbek kardeşlerimiz var." cümlesiyle Özbeklerin oraya göçmen olarak geldiğini söylemiş. Şu İngiliz'in propaganda gücüne bakın ki orası en az bin yıldır Güney Türkistan'dır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder