24 Şubat 2014 Pazartesi

Ümmiye Ana

 

Başı, el dokuma beyaz keten bezi üzerine kıyıları iri çiçek işlemeli bir örtü örtülü, önden siyah saçları alnından görünen ışıltılı yüzlü bir Türk kadını. Yüzü yuvarlakça, kırışıksız, gepgenç görünüyor. Çiçekli şalvarını giymiş, gelmiş.
Televizyonda bir yarışmaya çıkmış Ümmiye Gürbüz. Filme çekilmiş sesli görüntüsüne (video) bir rastlantı, baktım.* İlk andan kapıldım etkisine. Cesaretine, güvenine hayran kaldım. Sonra izledikçe yayını içim daraldı, bize yapılanlara, algımızla gizlice oynanmasına, düştüğümüz tuzağa, bunun ayırdında olmayışımıza üzüldüm.
Başında işlemeli eşarp biçimli, ucu çene altına sokularak bağlanmış örtüsü, altında şalvarı, kendine güvenen yürüyüşü… Boyunun kısalığından mı neden, ilk önce tabure biçimli oturma yerine oturamadı. Bir iki uğraştı. Sunucu Kenan Işık yardım edeyim mi deyince, böyle bir görüntü istemediğinden olacak birden bir gayret sıçradı oturdu.
Düzgün bir Türkçeyle konuşuyor. Ne boğazdan hırıltılar çıkarıyor ilk çağ adamları gibi, ne sözleri ezip büzüyor, uzatıp çekiyor. Çok kitap okuyanların, çok dinleyenlerin Türkçesi. Türkiye Türkçesi. Aksansız  bir Türkçe. Hepimiz gibi, bir Türk gibi. Yöresi, yeri belli olmuyor.
Konuşunca zaten kendini anlatırken çok okuduğunu, daha sekiz dokuz yaşında kitaplar bitirdiğini öğreniyoruz. Sekiz yaşında“Ana”yı, dokuzunda “Gazap Üzümleri”ni okuyup bitirmiş:
“Okumasız bir hayat düşünemiyorum. Okumayı çok seviyorum.” dedikten sonra tarih okumanın, tarihini bilmenin önemini de ekliyor iki yetişkin çocuk anası Ümmiye Ana.
Okura anımsatma: “Ana” Maksim Gorki’nin Rus devrimi öncesi dönemi, sefaleti, yoksulluğu bir işçi ve anası çevresiyle anlatan dünyaca ünlü bir romanı. İlk, 1907’de yayınlanmış.Konusu, malları, parası için yaşayanla, insana sevgi duyan, hakkını, adaleti arayan insanın mücadelesi.“Devlet Ana” deseydi, o bir Kemal Tahir romanı. 1290 yıllarını anlatan. Söğüt Türkleri ve çevresinin mücadelesi, devlet kurma.
Gazap Üzümleri, ABD’li, Nobel edebiyat ödüllü yazar John Steinbeck’ in. 1930’lu yılların Amerika’sını, kıtlığı, yoksulluğu, adaletsizliği, göçü, göçmeni anlatan romanı.
Ümmiye Hanım hem Rus’un, hem Amerikan vatandaşının çektiği eski acıları, sefaleti öğrenmiş daha bebecikken, sekiz dokuz yaşlarındayken. Gazap Üzümleri yazarının adını da biliyor, unutmamış. Kendini öğrenemeden elin acısını, iki küresel gücün geçmişini duyurmuşlar ona. İlk okuduğu roman, bizi, bizim çektiklerimizi, savaş yıllarında, işgalde yaşadıklarımızı, o yılların yoksulluğunu, direnişi, devletimizin kuruluşunu anlatan bir Türk romanı olmamış.
Bunun kendisi de ayırdında. Söyledi:
“Geçmişimi bilmiyorum. Elli yaşındayım. Yaşadığım kırk yıldır olan her şeyi biliyorum, on yaşımdan beridir.” Burada dedikleri kulağa küpe:  Kırk yıldır olanları biliyorum, yaşadım ama ben geçmişimi bilmiyorum.”
“Özellikle yakın tarihimizi çok seviyorum.” sözüyle ama ben geçmişimizi  bilmiyorum sözü çelişkili gözükse de, bir gerçeği açıklıyor. Biz, bize dayatılanları, bize sunulanları okuyoruz. Batı hayranlığıyla sarıp sarmalamışlar bizi. Eski Yunan’ın bütün ıvır zıvırını, tanrısını masalını öğretmişler, kitap üstüne kitap basmışlar, devletin tiyatroları yatmış kalkmış bunları oynamış. Onları öğrenmeyen, ahkâm kesmeyeni adamdan saymamışlar. Bir sorun sıradan birine, oturduğu yer için, buranın eski adı ne diye. Size Yunan, Roma adlarını saymaya başlar nefes alamadan. Taklitçi maymun gibi anlatır. Böyle olunca yer adlarını, hiç acı duymadan, şehitlerimizden, atalarımızdan utanmadan, yabancı adlarla değiştirmeyi isteyebilenlere, buna cüret edenlere tepki gösteremezsin. Kıyıcı, tarihte Türk’ü arkadan vuran Ermeni’ye, işbirlikçi, ırkçı bölücüye, toprağımızda hep gözü olan Yunan’a, Rum’a teslim olmayı, şirin görünmek için onlara gerdan kırmayı, boyun eğmeyi kendine yakıştırırsın.
İşte görüyorsunuz, en büyük Türk destanını ne duruma düşürdüler sonunda. Ergenekon bizim diriliş destanımız, sözde de olsa, var olmasa da bir suç örgütünün adı olamaz, diye bas bas bağırdı yurtsever aydınlar ama sonunda herkes teslim oldu. Bu kıyıma boyun eğdi. Zaten kendi geçmişini bilmeyen, destanından haberi olmayan toplumun algısıyla oynadılar.  Herkesi bu oyuna kattılar. Yazılarında, sözlerinde yazarlar, aydınlar, bilim insanları paşa paşa Ergenekon davası, Ergenekon suçlusu, Ergenekon dosyası, Ergenekon hükümlüsü, Ergenekon hakimi… demeye başladılar.
Hangi çocuğa sorarsanız sorun şu an “Ergenekon “ nedir diye, bir terör örgütü yanıtını alırsınız. Türklük destanı böyle bitirilir. Düşman böyle akıllıdır…
Bize kendimizi değil elin kültürünü, tarihini öğretmişler. Bizi bize anlatacakların çoğu ise bize ihanet etmiş. Yazarlarımız yabancılaşmış, bölünmüş…
Ümmiye Hanım bunu o yayında bir yönüyle gözümüze sokmuş.
Milleti uyutma, kısa yoldan para kazanmaya özendirme yayını, bilmeden  topluma bir iyilik etmiş burada.
Kendisi olmaktan utanmayan bir Türk köylüsünü, hem de okumuş bir köylü kadını tanıtmışlar. Onun ağzından nerede yanlış yapıldı, Atatürk’ün eserlerine neden sahip çıkılmadı sorusunun yanıtı bilmeden verilmiş…
Yine de hemen gördüğümüze kanmayalım. Belki de bu görünüş bir oyundur. Seyirci çekmek için verilmiştir. Beni çekti örneğin. Günlük yaşamda şalvar giyse bile günümüzde köy kadınlarımız düğün dernekte bambaşka giyinirler. Görünce tanıyamazsınız. Şalvarın yerini uzun etek alır. Elbise giyilir. Çok yaş yaşamışlarımızın bile evlerinde böyle günler için üç etekleri, kaftan biçimli üstlükleri, eteği uzun, ağır giysileri vardır. Hele liseyi bitiren bir kadın, böyle günlük şalvarla kesseniz, sahneye, milyonların önüne çıkmaz.
Ümmiye Hanım burada içinden geldiği gibi konuşuyor. Belki okuduğu kitapların adını, ne diyeceğini evde düşünüp gelmiştir ama burada dediklerinde samimi olduğu kesin. Tarih kitaplarının eksikliğini söylüyor. Yakın tarihin, diğer adıyla“Türk Kurtuluş Savaşı” tarihinin kitapları bu eksik dedikleri. Turgut Özakman bu konuda ne büyük hizmet verdi:
Sayısız baskı yapan, çok satılan, çok okunan  “Şu Çılgın Türkler” nedir peki?  “Çanakkale- Diriliş 1915” ne? “Cumhuriyet- Türk Mucizesi” neyin nesi? Bunlar en son yazılan öykülerle süslenerek yazılan, çok kolay okunan Türk tarih kitapları… Ümmiye Hanım’ın bundan haberi yok. Olsa yakın tarihini iyi bildiğini söylemez miydi? Şu an bile çantasında iki kitabı varmış yeni aldığı, Ümmiye Hanım’ın. Ama geçmişini öğrenmediğinden yakınıyor. Kenan Işık suskun, konuğunu destekliyor. Bunları dese işinden olacak belki de. Yarışma  ATV’de, burası yandaş kanal, iktidarın kanalı.
Ümmiye Hanım kendini, memleketini anlatıyor:
“Balıkesir, Erdek ilçesi Hamamlı köyündenim. Erdek doğa harikası bir yer.” İşini, yerini tanıtma sözleri şöyle: “Pazarcıyım. Kendim üretiyorum, ekiyorum, yetiştiriyorum.Tavuklarım var. Yumurtalarını satarım. Turşu, salça yaparım, mantı yaparım satarım.” Kenan Işık, meraklı:
“Eşiniz?”  Ümmiye Hanım’ın yanıtı kısa: “Ayrıldım. Bir oğlum, bir kızım var. Buraya yengemle, oğlumla geldim.” diyor. Oğlunun adı Uğur. Genç bir adam. Konuşturuyorlar: “Anneme güveniyorum.”
Ümmiye Hanım’ın, neden geldiğine yanıt verirken, para ikinci planda, gelişimde öncelik para değil, kendimi sınamak istedim, demesi de alışılmış bir yanıt.
Ardından sorular geliyor. Ümmiye Hanım soruları hiç duraksamadan çatır çatır yanıtlıyor. Verilen dört seçenekten birini seçecek.
“Bir yastığa baş koymak?” sorusunun verilen yanıtlarını ( evlilik- dostluk- ortaklık- cimrilik) bir çırpıda seçip ayıklayıp doğrusunu diyor:
 “Evlilik.”
“Halk arasında müziğin ne olduğu söylenir?”
“Ruhun gıdası.”
“Saçların kıvırcık olması için saça sarılan?”
“Bigudi.”
“Elektrik düzenleyicisi:”
“Regulatör”
Bu yabancı sözcükten sonraki soru: “Garp hangi yön?”
Burada söylenen roman adı Batı’dan.  “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabındaki garp soruluyor. Neyin adı diye. Konusu, Birinci Dünya Savaşı’nda geçen savaş karşıtı, savaşın yıkımını, korkunçluğunu anlatan bir romanın adı bu. 1929’da ilk kez yayınlanmış. Bizden, Kurtuluş Savaşı’nın Garp Cephesi sorulsaydı ne kaybederdi soran? Tarihimizi anımsatırdık en azından, bir anlık da olsa. Ümmiye Hanım eski yön adlarını biliyor. Garp için:
 “Batı.” yanıtı gecikmiyor. Sunucu memnun, eski yön adlarını sırayla anımsatmadan duramayacak: “Şark doğu, kuzey ne biliyor musunuz?”  “Şimal.”
İyi güney nedir diye sorup Arapça “cenub,” Türkçedeki söyleşiyle “cenup”  dedirtmedi. Hiç kullanılmayışından, çok eskide kalışından olsa gerek… Belki de cenabetin (pis) halk ağzındaki şekli cünup ( boy abdesti almamış) sözüyle bu sözün ses benzeşmesinden. Gülünç olunmasından korktu.
Sıra gelmiş sesli soruya. Burada bir türkü, Giresun/ Görele türküsü “Oy Asiye” türküsünü bir anlık dinletiyorlar:
 “Ağasar’ın balını / Gel salını salını/ Adam cebinde taşır / Senin gibi gelini. Oy Asiye Asiye / Tütün koydum keseye .Sorusu: Kim söylüyor?
“Kamil Sönmez.!” Burada dualar ediliyor, Ümmiye Hanım ağlamaklı sesle: “Mekânı cennet olsun inşallah.” Sonra eski anılardan söz ediliyor.
Sıra geliyor baraj sorusuna. On beş bin sizin olacak diyor sunucu eğer bu soruya da doğru yanıt verirseniz:
“Turgut Özal’dan başka son yıllarda (hangi liderin) kimin mezarı açılarak zehirlendi mi diye bakıldı?” Yanıt bir çırpıda veriliyor:
“Yaser Arafat.”
Bu kadarcık emekle, bu sorularla bir anda on beş bin liranın sahibisin. Asgari ücretle çalışan bu parayı kemerini iyice sıksa bile onlarca yıl biriktiremez. Hayatında göremez… Ümmiye Hanım bunu da bilirse 15 bin kesin onun. Yeni soru:
“Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?” şiirini Nazım Hikmet hangi savaş için söylüyor?
Burada takılıyor Ümmiye Hanım. Dört verilen yanıttan birini seçecek. Diğer sorularda hiç duraksamamıştı. Burada kafası karışıyor. Besbelli bunu duymamış. Çok tartışılan bu şiiri. Seçmesi gereken yanıtlar şunlar: Kore Savaşı –Birinci Dünya Savaşı – Balkan Savaşı – Trablusgarp Savaşı.
“Joker kullanmak istiyorum.” Sunucu seyirciye sormayı önermiyor. Joker burada, yarışmacıya armağan edilen hak demek.
Telefon jokeri. Aradıkları bir öğretmen: Furkan Gözütok. Bir kitapçıda çalışıyormuş. Soruyu bilemiyor, hiç bilgim yok bu konuda diyor Ümmiye Hanım’a. Kore Savaşı üzerine yazılan bu şiirden haberi olmayan genç bir eğitimci. Sağla solla fazla uğraşmamış. Belli ki Nazım Hikmet’le hiç ilgilenmemiş.
Daha sonra, “Yarı yarıya seçim” hakkını kullanıyor yarışmacı. Doğru iki seçenek kalıyor önünde. Yine seçemiyor: Kore mi, Birinci Dünya Savaşı mı, hangi savaşa giden Ahmet’e, “Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?” denmiş ayıramıyor Ümmiye Hanım.
Çift joker hakkımı kullanayım diyor, neyse bu kural, soruyu bilmiş kabul ediliyor. Otuz bin kazanıldı. Sunucu, sana kalsaydı hangisini seçerdin bu iki seçenekten deyince:
“Birinci Dünya Savaşı diyecektim.” diyor Ümmiye Hanım. Kenan Işık:
“Yanlış. Nazım Hikmet niye böyle der ki? Kore Savaşı’na karşı biri. Sosyalizme  inanan biri. Kuzey – Güney Kore, kapitalizm – sosyalizm savaşıydı. Bu dizeden, bu aklınıza gelebilirdi.”
“Bilgisizliğime üzüldüm. Kesinlikle bilgisizliğime üzüldüm.Jokerlerimi kaybettiğime üzülmedim.” diyor Ümmiye Hanım.
Bileceği şuydu:
“Ne halt edeyim? deme Ahmet, / teslim ol. / Haneni, köyünü, / memleketini seviyorsan şu kadarcık, / teslim ol.” der bu şiir Türk askerine. Türk askerinin adı Mehmet, Mehmetçik olduğu halde burada Ahmet diye seslenilir askerimize. Şiirin son dizeleri şöyledir:
“Yiğitliğin zerresi kaldıysa sende,/ teslim ol. / Teslim ol ananın başı için, / teslim ol Türk halkı adına, / Ahmet, kardeşim, / kardeşlerine teslim ol.”
Bu şiirin Kore’deki esir kampını (1952 ) ziyaret eden şairin ziyaret dönüşü yazdığı söylenir. Şiirinde yazdıklarının benzerini orada esir Türk askerlerine söylemiştir.
Esir askerlerimiz, savaşta yaralanıp esir düşmüşler. Teslim olarak, yakalanarak değil. Kuzey Kore’nin esir kamplarının kötü durumu dillere düşmüştür. Bu kamplardaki esirlerin çoğu, Amerikalıların neredeyse hepsi ölmüş, az bir kısmı komünist olup, teslim olarak orada kalmış. İki yüzü aşkın, orada esir tutulan Türk askeri ise zor şartlara yüce gönüllülükleri, birbirlerine yardım ettikleri için dayanmış, bu kamptan sağ kurtulmuşlardır.
Şairin teslim ol dediği karşı taraf, savaşılan ülke Kuzey Kore. Hani şu günlerde, gündeme, yaptıkları insanlık dışı savaş esiri işkenceleriyle gelen, anaya çocuğunu zorla bir kova suda boğduran ülke. Bizim askerimizin o günkü siyasetle bu savaşa katılması ayrı konu, savaşta onlara teslim ol denmesi çok ayrı bir konudur. Bu şiir yurtseverleri yaralayan bir şiirdir. Çok tartışmalıdır.
Şiirde, şairden, “Açız, hastayız, yaralıyız, perişanız, durumumuz insanlık dışı, bizim beynimizi yıkıyorlar, sürekli komünistlik propagandası yapıyorlar!” diye Türkler adına yardım isteyen esir Türk subayından söz yoktur.
Neyse biz gene yarışmaya dönelim:
Sıra dokuzuncu soruya gelince Ümmiye Hanım otuz bin lira kazanmış durumdaydı. Para ödülü yedi bin beş yüzden sonra her ilerleyişinde sevincini belli etti, yüzünü kapadı, ellerini yukarı uzattı, sevincini gösterdi.
Son soru, “Günümüzde sağlık alanında alınan temizlik önlemleri anlamında  kullanılan hijyen aslında hangisidir. ”sorusunun dört seçeneği vardı: “Yağmur suyu- Yunan tanrıçası-Latince beyaz- Kimyasal madde.”
Ümmiye hanım hijyen demek temizliktir, diyor. Temizlik beyazdır… Orada kalıyor. “ Ne yapayım şimdi ben?” Sonra seyirciye sorma hakkını kullanıyor.
Hijyen sağlık bilgisi diye tanımlanır dilimizde. Yunanca kökenli.Türkçesi sağlığı koruma yolları. Sağlık ilkeleri. Burada sorulan soru pek kurnazca. Zaten istediklerine de erişiyorlar. Kadıncağız neredeyse tüm eski Yunan tanrılarını saydı sorunun yanıtını ararken. Seyircilerin yüzde elli beşi, neden Yunan tanrıçası dedi, diye düşünürken. Kenan Işık’la saydılar:
“Eros, Zeus, Athena, Homeros, Kibele, Ares, Nike, Apollo, Afrodit…”
Ümmiye Hanım’ın, “Var oğlu var, onlarda çok var. Bizde bir Allah var.” demesi  Kenan Işık’ı bile güldürüyor.
Higiene eski Yunan’ın sağlık tanrıçasıymış. Soru nasıl soruldu: “Hijyen aslında nedir? Aslı nedir?”
Bak sen şu işe. Bunu bilen otuz bin lira kazanıyor. Para altmış bine çıkacaktı. Eski Yunan’ı her fırsatta öğretiyorlar işte böyle “yurdum insanı” na.
Ümmiye Hanım’ın:
“Kısmetten öte gidilmez.”
Kenan Işık’ın: “ Doğru söylüyorsunuz. Kısmetten öte gidilmez. Hayırlısı buymuş diyelim. Ama otuz bin lira iyi para…” demesi, ardından yine Ümmiye Hanım’ın:
“Allah razı olsun. Teşekkür ederim.” sözleriyle de yarışma bitiyor.
Kader, kısmet, hayırlısı sözleri, yarışma adlı bir eğlence izlencesine damgasını vuruyor. Son yıllarda en çok duyduğumuz, “Allah razı olsun” duası, millet eğlensin diye hazırlanan bir izlencede kazanılan para için, bu parayı veren için de deniyor. Televizyon kanalı bundan para kazanıyor. Sana da bir damlasını tattırıyor: Neden, “Allah razı olsun” Yarışmacılar dilenci mi?
Yarışma bittiği an, televizyon kanalının sorumluları, bu işi, soruları, yarışmacı seçimini, şunu bunu hazırlatanlar  içlerinden şöyle demişlerdir:
“Oh be, ne güzel izlettik, millete bir fındıkkabuğuna sığmayan bilgiyi bilgi diye yutturduk. Aslında algılarıyla oynadık. Enayiler hiçbir şey anlamadılar. Her soruyla kafalarını sarstık.
Sorduğumuz türküde bile hinlik yaptık. Davamızın dizisi, istediğimiz gibi işlettiğimiz Kurtlar Vadisi dizisine gönderme yaptık aslında, Laz Ziya’yı anımsattık. Onu anımsayınca millet, elinde olmadan Türk, Kürt, Laz, Gürcü… diye kendilerine  öğretildiği gibi kökenleri sıraya koyup saydılar… Türk askerine, “Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?” diye sordurarak, bu eski şiirle güncelleme yaptık, bir taşla kaç kuş vurduk!..
Türk askerine bir de bu yolla saldırdık hiç belli etmeden. İzleyen şairin şiirini sorduk sandı. Bu dizeyle algıları etkiledik. Hele araya Yunan tanrıçası sorusu sıkıştırmak iyi akıldı.Ne güzel Yunan kültürünü anımsattık, kafa yordurduk. Artık her hijyen diyen bir düşünecek, bu sözün Yunancadan alındığını unutmayacak. ”
Ümmiye Ana’nın yarışmasını bu yazıyı yazarken kaç kez izledim. Tam bir yıl önce canlı yayınla yayınlanmış bu yarışma. Dün izlenceyi ilk izlerken önce içimde sevinç vardı. Sonuna doğru içimde kalan yalnızca bir burukluk…
Ne yapacağız, bu algı hırsızlarıyla nasıl başa çıkacağız?
Herhangi bir yayın böyleyse, sürekli televizyon izleyenler ne durumda acaba? Bu tür yayınları izlemekten nasıl vaz geçeceğiz? Çevremizde her şey kurgu mu? Gerçekleri, iyiyi doğruyu yitirdik mi?
Uyduruk kıytırık sorularla birinin para kazanması, oturduğu yerden bir anda zengin olması bizi neden ilgilendirir ki?
Adının anlamı, okuması yazması olmayan anlamına gelen, adının tersine çok okuyan Ümmiye Hanım. Tarihini bilmediğini söyleyerek çok okuyorum sözüyle ters düşen… Elli yaşındaki, memur olsa emekli olamayacak yaştaki birine köylü olduğu için paylaşımlarda hemen ona teyze denmesi… Bir tür küçümsemeyle: “Pazarcı Teyze.” “Bu millete çoban diyenler utansın!” başlıklarıyla verilmiş haber o günün gazetelerinde. Konuyla ne ilgi kurulduysa.  “Ümmiye Teyze üniversitelileri utandırdı.” yazmışlar.  Halkımızın yarışma adlı bu izlencelerle uyutulması, zaman harcaması…  Kolay, emeksiz para kazanmaya özendirilmeleri de cabası…
Hiç izlemediğim bir yayının gördüğüm sesli görüntüsünü (video), “Pazarcı Teyze “ başlığıyla, işlemeli başörtüsünü görünce merak ederek açtım. Duyduğum temiz Türkçeyle de şaşırdım.
Şaşkınlığımı, gördüklerimi, bildiklerimi üşenmedim, oturdum yazdım.
Şimdi, öyle düşünüyorum…

https://www.youtube.com/watch?v=B6_FM7-Hn10


ÜMMİ OLMAYAN ÜMMİYE

Tv da bir  programda bilgi yarışına katılmış Ummiye Gürbüz Hanım. Oğlum da bilgisayardan videosunu gösterdi bana. Başı örtülü, şalvarlı bir Anadolu hanımı Ümmiye Hanım. Pazarcılık yapıyormuş, evini geçindirmek için. “Kendimi bilgi açısından sınamaya  geldim” diyor. Başka yarışmacılar gibi “para-araba-hediye-tatil kazanmaya geldim” dememiş. Yarışmanın sonucunda da 30.000 TL kazandığında ve yarışmadan ayrıldığında “paraya değil, bilgisizliğime üzüldüm” diyor. Kaybettiği son soru “Hijyen” isminin nereden geldiği sorusu. “Yunan tanrısı olarak Apollon, Afrodit, Eros, Zeus, Atena, Kibele …var. Ama Hijyen’i mitolojide duymadım”. diyor. Ilave ediyor sonra: “Bizim bir Allah’ımız var, onlarda çok. Kısmetten öte gidilmez. Allah razı olsun. Bu benim için iyi para. Hiç bu kadarını üstüste görmemiştim.”

Farklı bir yarışmacı, sade, içimizden biri, bir Anadolu anası. Kaybettiği paraya değil, bilgisizliğine üzülüyor. Yunan mitolojisinden bir dolu isim sayıyor. Birçok üniversite mezunu yarışmacıya fark atacak bilgiye – kültüre sahip. Yunan Mitolojisini çok tanrı-tek tanrı değerlendirmesini yapacak kadar iyi idrak etmiş. Ummiye Hanım, ümmi  değil.

Nicedir bize empoze edilen düşünce tarzı bu: Para odaklı olmak. Bilgi,  bilgelik, sadelik,  geçmeyen akçe. Gençlere değil yalnızca, yaşını başını almış nice değerli(!) büyüğümüz için bu düşünce , modern dünyanın bir gerçeği. Ancak bu fikrin yalnız bu topraklarda bulunduğunu , dünyanın en geçerli değerinin bilgi olduğu kimsenin dikkatinde ve hatta umurunda  değil. Çağımızın  “bilgi çağı” olduğu da unutturuluyor. Okullarda, üniversitelerde kitaplardan bilgi ve kültür unsurları hergeçen gün giderek azalıyor, azaltılıyor. Alışveriş yapan, hep tüket(tiril)en, bilgi, eser, değer üretmeyen, bilgiyi dışarıdan alan, hatta bilim adamlarımızın yabancı bilgileri kes, kopyala, yapıştır mantığı ile kendi kitap, eser, makalelerinde kullandıkları bir üniversite ve bilim dünyasının içine itildik. Kolay ve hatta para  ve dahi mevki de getiriyor bu yöntem. Yorulmaya gerek yok. Pazarcı Ummiye Hanım gibi hem pazarda rızık çıkarmaya hem de öğrenmek için okumaya hele hiç gerek yok.

Bu ülkenin temel meselelerinden biri bu: Bilgisizlik, bilgiye saygızsızlık. Bilgiye değer-saygı-destek veren, bütce ayıran bir devlet anlayışı; AR-GE ve laboratuar sistemi kurmuş bir özel sektor, araştırma bütçesi, sponsorluk anlayışı olan Holdingler, vatana ihanet değil hizmet için kurulmuş düşünce kuruluşları ve bunların hazırladığı raporları dikkate ve kayda alan meclis gerekli bu eksiği gidermek için.

Biz bilmiyoruz: Kendimizi bilmiyoruz. Geçmişimizi, bugünkü durumumuzu, gelecekte ne ve nasıl olacağımızı, olmamız ve olmamamız gerekeni bilmiyoruz.  Neyi nasıl yaptığımızı,  nasıl yapmamız gerekeni de. Biz, milletçe görünen o ki,  kendimiz için doğru olan hiçbir şeyi bilmiyoruz( istisnalar dışında).
….

Bu yarışma meclis çatışı altında yapılmış olsaydı, ya da bir dolu üst bürokrat arasında, para ve bilgiye bakış açısı ve sonuç açısından Ummiye Hanım çoook fark atardı.

Ancak üzüntüye ne hakkımız var, ne de gerek. Eminim ki aramızda hala bir dolu Ümmiye Hanım var, gizli, sade yaşayan, bilge, hedefe para yerine bilgiyi koyan… Ve onlar aramızda oldukça bu memlekette ümit de bitmez, bilge düşünce de.

Ümitsizlik ne bizim anlayışımızda var, ne inancımızda. Sağol Ümmiye Hanım.


2013, A Filiz Yavuz Avşar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder