3 Şubat 2015 Salı

ŞEYH VEFA

 
Asıl adı Mustafa idi ama, işte beş yüzyıldır, adını verdiği koca bir İstanbul semtinde, vefanın, insan sevgisinin, güzelliğin temsilcisi olarak yaşıyor.
İstanbul semtlerine, fetih günlerinden başlayarak verilmiş isimlerin her birinin bir hikâyesi, bir anlamı, bir canlılığı vardır.
...Asıl adı Mustafa idi, dedik. İstanbul'a renk ve kişilik veren ululardandı ama, doğumu istanbul değil, Konya idi. Mustafa daha küçücük bir çocukken güzelliği ve bu güzelliğin etrafa saçtığı ışıkla, seçilmiş bir çocuktu. Bir gören bir daha başnı çevirir bakar, sonra, dikkatli ve ihtiyatlı bir kimseyse «Maşallah!» der, bununla da yetinmez, Allah'ın lütuflarına karşı hayretle başını sallar, «Maşallah»ına bir de «Suphanallah» eklerdi. Böyle bir çocuktu.
Anası, babası, Konya'nın tanınmış, sayılan ve sevilen insanlarıydı. Haramı helâlden seçmesini bilen erdemli, hâl ehli kimselerdi.
Mustafa, biraz boylanıp poslanıp mahalleye, diğer çocukların içine karıştığı zaman arkadaşları onu çok sevdiler. Yaramaz, atik-tetik bir oğlandı. Ancak bir huyu vardı. Nerede kırbalarını doldurmuş bir saka görse, dayanamaz, ne yapar, ne eder kırbayı deler, zavallı sakacığın kârına kesat karıştırırdı. Bir, iki derken, çocuk bunu iyice zevk edinmişti. Elinden kimse kurtulamıyor, kaçınca kimse tutamıyordu. Hiç bir saka da bu güzel yüzlü çocuğa el kaldırıp, onu bir güzel pataklamaya kıyamıyordu. Sonunda sakalar toplanıp, mahallenin büyüklerinden birine durumu anlattılar. O da, akşam üzeri, güzel Mustafa'nın babasını çağırıp, oğlunun yaramazlığını hikâye etti ve nazik nazik tembihledi: «Canını yakmadan, sen onu biraz korkutuver».
Baba eve geldiği zaman düşünceliydi. Mustafa, herhangi bir çocuk değildi. İşaretler ve müjdelerle dünyaya gelmiş ve onun doğumuyle beraber, hayatlarında pek çok şey değişmişti. Sonra... kırba delmenin zararlı bir iş olduğunu da idrak edecek yaştaydı.
Çorbalarını içtikten sonra bu meseleyi önce karısıyle konuşmayı uygun görerek Mustafa'nın yatmasını bekledi ve güzel çocuk, uykunun derinliklerine dalınca hikâyeyi hanımına aktardı. Sözünü de: «Ondan şüphe edemem, sen de eriştiği tecelliyi görüyorsun.  "Çocuk bunu kendi kusurundan değil, ya senin, ya benim bir eksiğimizin, bir ayıbımızın etkisiyle yapıyor"diye bitirdi.
Uzun uzun, derin derin düşündüler, her ikisi de bir bir bütün hayatlarını hatırlamaya çalıştılar. Sonra Mustafa'nın annesi birden: «Hatırladım» diye söze başladı. «Hatırladım. Mustafa'm karnımda beş aylıktı. Karşı komşuya misafirliğe gitmiştim. Lamba iskemlesinin üzerinde bir tabak yemiş duruyordu. Hiç görmemiştim. Tadını da bilmiyordum. Onlara dışarıdan hediye gelmişmiş, adını da söylediler, portakalmış. Canım çekti, belki ikram ederler, diye bekledim. Ama onlar unuttular. Bir ara odada benden başka kimse yoktu. Bir tanesini aldım, elimdeki çorap şişi ile deldim ve birkaç yudum emdim. Mustafa'm hasta olmasın diye. Az sonra ev sahibi bana nar şerbeti getirdi. Söyleyim dedim ama cesaret edemedim, utandım».
Mustafa'nın babası gülümsüyordu. Bu masum itiraf, hem hoşuna gitmiş, hem huzurunu geri getirmişti. Karısı: «Ama, yarın gider helâllik dilerim, çocuğumuz iki yudum haram portakal suyunu bile kabul etmiyor. Ben portakalı deldiğim gibi, o da kırba delip ayıbımı yüzlüyor demek, hattâ hemen şimdi gitsem de olur» dedi. «Yok kadınım, sabah ola, hayır gele!» Döşekler yayıldı ve ana-baba da Mustafa'nın daldığı derin uykuya girdiler.
(Nezihe Araz, Anadolu Evliyaları adlı eserinden)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder