26 Mayıs 2014 Pazartesi

Mankurtlaşmak / Kanaralaşmak / Közkamanlaşmak

MANKURTLAŞMAK

Haklı, gerekçeli ve meşrû olanın dışında, bir insanın sırf çıkar ilişkisi nedeniyle yahut da özenti gibi kişilik zaaflarıyla veya başka nedenlerle kendi değerlerine, kendi inanç ve örflerine yabancılaşması, hatta kendi toplumuna, kendi değer yargılarına ihanet etmesi, eşine az rastlanır bir şey değildir. Hemen her kül-türde, bu yabancılaşma ve ihanetin ahlakî açıdan kritiğini yapan birtakım edebî tasvirler, hikayeler veya atasözleri bulunmaktadır; olması da gayet tabîdir. Kitaplarla anlatılamayan çağrılar çoğu zaman bir çift sözle anlatılır.
Bu yazıda yer vereceğimiz mankurt efsanesi ve diğer iki hikaye de işte bu türdendir. Yabancılaşma hususunda, meramımızı anlatmaya yetmektedir.

Mankurt efsanesini dünyaya tanıtan, kırgız yazar cengiz aytmatov (1) oldu. Aytmatov, bu acıklı hikayeyi “gün olur asra bedel” (2) adlı romanında anlatmaktadır. Mankurtlaşma hikayesi, kazakistan’ın sarı-özek bozkırının, neredeyse demiryolundan başka hiç kimsenin tanımadığı, kuş uçmaz kervan geçmez küçük bir istasyon köyünün renkli sîmâsı ve romanın kahramanı yedigey’in ‘gün’ünü ‘asra bedel’ yapan hikayelerden biridir.
Efsaneye göre, kazakistan’ın uçsuz-bucaksız sarı-özek bozkırının yerlisi olan kazaklar, eski tarihlerde, onların su kuyularına ve otlaklarına göz diken juan-juanlar’ın zaman zaman baskınlarına maruz kalmaktadırlar. Baskınlarda bazen kazaklar, bazen de juan-juanlar gâlip gelmektedir. Juan-juanlar savaşı kazandıklarında, alıp götürdükleri esirlerin bazılarını başka kabilelere satmaktadırlar ki bunlar oldukça şanslı sayılırlar. Çünkü hiç olmazsa, köle olarak da olsa, sağ kalmaktadırlar. Güçlü kuvvetli esirleri ise satmamakta, akıl almaz işkencelerle, hafızalarını kaybettirerek, adeta delirtmekte ve onları, kendilerinin sâdık köleleri olarak en önemli işlerde çalıştırmaktadırlar.
Juan-juanlar’ın işkencesini dinlemek bile acı vericidir: önce esirin başını, bir tane bile saç bırakmamacasına tamamen tıraş etmektedirler. Hemen o anda bir deve kesmekte, devenin derisinin en kalın yeri olan boynundan parçalar keserek, kanlı kanlı, esirin tıraşlı başına sımsıkı sarmaktadırlar. -aytmatov bu deri başlığı, bugün yüzme sporunda kafaya takılan kauçuk başlığa benzetmektedir. 
Bu işkenceye maruz kalan esir bazen acılar içinde kıvranarak ölmektedir (ki onlar da şanslı sayılmalıdır!), ölmeyenlerin boynuna, kafasını yerlere sürtmesin diye bir boyunduruk takılmaktadır. Bu haliyle esiri götürüp, çığlıklarının da duyulmayacağı ıssız bir yere, elleri kolları bağlı, aç ve susuz, kızgın güneşin altında günlerce bırakmaktadırlar. Tabi güneşte kavrulan deri kurudukça, kafayı bir mengene gibi sıkmakta, işkence dayanılmaz hale gelmektedir. Fakat işkenceyi asıl dayanılmaz yapan sadece bu değildir. Kafadaki saçlar bir taraftan uzamaya çalışmaktadır. Fakat dışarıya doğru büyüyemediği için, kafa derisinin içine doğru büyümeye çalışmaktadır. Sonunda esir, aklını yitirmekte, hafızası iyice sıfırlanmaktadır. Adeta, içine saman doldurulmuş bir post (korkuluk) haline gelmektedir.


İşkencenin beşinci günü juan-juanlar gelip sağ kalan esirleri almakta, boynundaki engeli çıkartmakta, kendisine yiyecek içecek vermektedirler. Böylece köle, beden gücünü yeniden toplayıp kendine gelmektedir. Fakat bundan böyle o normal bir insan değildir, o artık bir mankurttur!

Böyle bir mankurt köle pazarlarında, güçlü-kuvvetli 10 esirin fiyatına satılabilmektedir. Eğer aralarındaki bir savaşta bir mankurt öldürülürse, juan-juanlar karşılık olarak, hür bir insanın bedelinin üç katını almaktadırlar.

Bir mankurtu, ailesinden birileri gerek kaçırmak, gerekse fidye vermek suretiyle v.b. geri almak istemezmiş. Çünkü o artık aileden biri değildir, bilakis zararlı biri olmuştur.
Hafızası iyice boşaltılan mankurt, babasını, soyunu-sopunu, çocukluğunu v.s. asla hatırlamamakta, hatta insan olduğunu bile bilmemektedir. Yani ağzı var, dili yok. Efendisine mutlak surette itaat eden, gayet evcil bir hayvana benzemektedir. Kaçmayı bilmediği için böyle bir riski de yoktur mankurtun... Sadece karnının acıktığını hissetmekte o kadar... Efendisinin emir ve komutlarına bir köpek sadakatiyle bağlıdır. Mankurtlaşan köleler, en kötü ve en zor işleri gık demeden yapmaktadırlar. Sarı-özek’in uçsuz bucaksız çöllerinde kavurucu sıcak altında deve sürüleri otlatmak ancak onların yapacağı iştir. Ölmeyecek kadar yiyecek, donmayacak kadar giysi vermek yeterlidir onlar için.

İşte juan-juanlar tutsak insanlara bu en ağır işken-ceyi, hafızasını yitirme, anılarını elinden alma, kim-liğini unutturma işkencesini tatbik etmektedirler. Nayman ana hikayesi, oğlu colaman böyle bir mankurtlaşmaya maruz kalan bir ananın dramıdır.(3) 

nayman ana, oğlu kolaman (colaman= yol aydınlığı) kaçırıldıktan sonra yıllarca ondan hiçbir haber alamamıştır. Öldü mü, kaldı mı, mankurt mu yapıldı, bilmemektedir. Derken bir gün naymanlar bölgesine gelen tüccarlar, juan-juanlar’ın su kuyuları yanından geçerken, deve sürüleri güden genç bir çobanla karşılaştıklarından bahsederler. Çobanın hiçbir şey hatırlamadığını, sorulan sorulara ‘evet’ ya da ‘hayır’ gibi kısa cevaplar verdiğini v.s. anlatırlar. Tüccarlar, onunla biraz da alay etmişlerdir.

Nayman ana, anlatılanları sessizce dinlemiş, fakat hiç oralı olmamış, sanki bir şey duymamış gibi davranmıştır. Fakat birden içine bir kor düşmüştür; sanki bu anlatılanın, oğlu kolaman olduğuna dair birden bir aydınlık belirmiştir içinde. Tabi aydınlıkla beraber de bir korku...

Uzun lafın kısası, nayman ana, gördüğü böyle bir ışık karşısında daha fazla duramaz, derhal hazırlıklara koyulur, hiç kimseye sezdirmeden devesine biner ve sabahın erken saatinde, çobanların bahsettiği, juan-juanlar’ın su kuyularına doğru yola koyulur. Kilometrelerce gider sarı-özek bozkırında ve bin bir türlü korkunun sarmalında nihayet oğlunu bulur. Evet, nayman ana, deve sürüsünün başında, oğlu kolaman’ı, başındaki deri şapkasıyla yapayalnız bulur. Her şeye rağmen oğlunu tanımakta zorlanmaz.




Kolaman, gözlerine kadar indirdiği şapkasının altından durgun gözlerle anasına bakmaktadır. Sanki o ıssız çölde yanına bir insanın gelmiş olması onu hiç ama hiç ilgilendirmemektedir. Hiçbir heyecan, depreşme, ne bileyim, o geleni bilme tanıma arzusu görülmemektedir. Kolaman’a, oğluna yaklaşan nayman ana, evet gerçeği artık iyice idrak etmiştir: hıçkırıklar arasında varır sarılır oğlunun boynuna. “oğlum, oğlum kolaman! Benim, bak ben geldim, ben annen, nayman ana! Sen benim oğlumsun!” Derse de, bu sözler kolaman için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Nayman ana tekrar tekrar dener, kendini oğluna tanıtabilmeyi, ondan bir kelimelik olsun cevap alabilmeyi; adının kolaman olduğunu hatırlamasını, kendi memleketini, babasını, anasını hatırlasın ister ama heyhât... Kolaman boş ve anlamsız gözlerle bakmaktadır. Karşısındaki kadının niçin ağladığını, neden burada, bu ıssız çölde, karşısında bulunduğunu, ondan ne istediğini hiç mi hiç düşünemiyor, hiçbir şey hissetmiyor 

anası bir girişim daha yapar ve bu sefer kolaman, adının ‘mankurt’ olduğunu söyler. Anası çırpınmakta, hüngür hüngür ağlamakta, bir taraftan da bu zulmü yapanların akıllarına nasıl olup da böyle işkence yöntemlerini getirdiği için tanrı’ya sitem etmektedir...

Nayman ana sarı-özek’te söylenen bir ağıdı hatırlar:

“ben, öldürülen, derisine saman doldurulan yavru devenin anasıyım. Buraya, saman dolu yavrumun tulumunu koklamaya, yavrumun kokusunu almaya geldim.” 



Nayman ana tekrar tekrar oğluna bir mankurt olmadığını, kendisinin bir nayman, asıl adının colaman olduğunu söylerse de sonuç alamaz. O anda uzaktan gelen bir juan-juan’ı fark eder ve kaçar. Juan-juan da onu fark etmiştir, fakat nayman ana gizlenir ve juan-juan’ın eline geçmekten kurtulur. Nayman ana geceyi orada geçirir. Sabahleyin etrafı kolaçan ederek yeniden sokulur, “içine saman doldurulan yavrusunun tulumunun” yanına... Kararı, ne pahasına olursa olsun oğlunu alıp buralardan götürmek, onu kaçırmaktır. Bu sefer yine juan-juanlar gelmektedirler, o yine kaçar. Juan-juanlar kadının kim olduğunu öğrenmek için kolaman’ı iyice sorguya çekerler. Tabi ki meseleyi anlamışlardır ve kolaman’a emir verir, o kadın yine gelirse, onu öldürmesini sıkı sıkıya tembih ederler

kolaman’ın efendileri gittikten sonra son bir umutla yanına gelen annesi bir an oğlunu göremez. Göremez çünkü o anda kolaman bir devenin arkasına sinmiş, elindeki oku annesine nişan almakla meşguldür. Annesi oğlunu fark ettiğinde ok yaydan çıkmıştır ve öldürücü darbeyle nayman ana devesinden yere yığılır. Düşerken son sözleri, “adını hatırla, adını hatırla!” Olmuştur.

Kolaman, yani mankurt, öz anasını düşman evinde, düşmanın sürüsünün başında ve düşmanın talimatına bağlı kalarak öldürmüştür. Nayman ana’nın düşüp öldüğü bu yere ‘ana-beyit mezarlığı’ denmiştir. Yani ‘ananın yattığı yer’...

Şimdi, nayman ana efsanesinden hareketle günümüzdeki mankurtlaşma hadiseleri üzerine yorum yapmaya geçmeden önce, diğer iki hikayeyi de kısaca anlatıp, her üçünü birden değerlendirmeye


KANARALAŞMAK



İkinci hikayemiz ‘kanaralaşmak’ üzerinedir.
Kanaralaşmak, anadolu’da halen kullanılmakta olan kelimedir. Fakat bildiğim kadarıyla kanaralaşmayı, kavramsal bir temele oturtarak yazıya geçiren ilk kişi merhum ercümend özkan’dır. (7) ercümend özkan’ın kanaralaşma kavramsallaştırması, 1940’ larda chp iktidarı döneminde ziraat bakanlığı da yapmış olan şevket raşit hatiboğlu’nun, seçim çalışmaları sırasında bizzat yaşlı bir köylüden dinlediği hikayeye dayanmaktadır. Hikayenin özeti şöyledir: 

bir köyde yaşlı bir adam ve oğulları yaşamaktadır. Bir gün adamın sürüsünden esrarengiz bir şekilde koyunlar eksilmeye başlar. Oğullar, eksilen koyunların ölüsünü ya da dirisini aramadık yer bırakmazlar ama maalesef bulunamamaktadır. Babaları bu duruma epeyce kafa yormakta fakat, akıl erdirememektedir. Adamın en sonunda aklına yatan fikir şudur: koyunları evin köpekleri, yani bizzat sürüyü korumakla görevli olan ‘bekçi’ köpekler yemektedirler. Bu demektir ki köpekler kanaralaşmıştır!


yaşlı adam oğullarına talimat verir, der ki, gidin, evdeki bütün köpekleri öldürün. Hiçbir eniği de sağ bırakmayın! Daha sonra başka köylerden yeni enikler bulur getirir ve onları yeni baştan eğitirsiniz. Oğullar babalarının dediği gibi yaparlar ve fakat birkaç sene sonra yine aynı durum görülmeye başlar. Bu sefer adam çocuklarını başına toplar ve onlara, birkaç sene evvel kendilerine verdiği talimatı aynen yapıp yapmadıklarını sorar. Küçük oğul, o gün küçük bir eniği, acıdığı için öldürmemiş olduğunu itiraf eder. Evet, mesele anlaşılmıştır: o küçük enik, anasından-babasından kanaralaşmayı öğrenmiştir, kanaralaşmak bir şekilde ona da bulaşmıştır. Bü-yüdükçe o da bu ahlâkı diğer köpeklere öğretmiştir.


KÖZKAMANLAŞMAK

bazı araştırmacılar, mankurt efsanesinin kahramanı olan kolaman’ın baskı ve işkenceyle benliğini yitirdiği için masum olduğuna dikkat çekerek, bunun yerine, ‘köz-kaman’ tipinin, yabancılaşmayı ve ihaneti daha iyi anlattığını ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, anlatılmak istenen yabancılaşma, ihanet ve kendini inkarın asıl canlı örneği ‘köz-kaman’dır.(4) bu durumda, ‘köz-kaman’ın kim olduğunun kısaca açıklanması gerekmektedir.

Manas destanı ve köz-kaman: köz-kaman, manas destanı (5) kahramanlarından birinin adıdır. Adını bir kırgız yiğidinden alan, 400 bin mısralık manas destanı, bir kırgız destanı olup, müslüman kırgızlar’la, putperest kalmuklar arasındaki mücadeleyi anlatmaktadır. Manas’ın tarihî bir şahsiyet olmadığını ileri sürenler varsa da, onun bir kırgız beyi, ya da bir kırgız yiğidi olması kuvvetle muhtemeldir. Bu destanda kırgızlar’ın bütün örf-adet ve gelenekleri, inanç ve dünya görüşleri işlenmiştir.


Destana göre manas, alma ata ıramağının göze-sinde, sungur’da oturan, hiç oğlu olmamış yakup (cakıp) han’ın, duasından sonra tanrı’nın verdiği yiğit oğludur. Manas birçok olağanüstülükler göstermiş, islam yolunda mücadele etmiş biri olarak takdim edilmektedir. 

Manas’ın, küçükken kalmuklar’a esir düşen ve moğolistan’a götürülüp orada büyütülen köz-kaman adında bir amcası vardır. Köz-kaman (6) moğolistan’da kalmuklar arasında büyütülür, bir kalmuk kızıyla evlendirilir, oğulları olur ve bir gün oğullarıyla birlikte ata yurduna geri döner. Fakat o artık kalmukça konuşmaktadır. Manas daha önce amcasını hiç görmemiştir, dolayısıyla onu tanımamaktadır. Üstelik de kalmukça konuştuğu için, amcasını casus zannetmektedir. Manas amcasını yakalar ve zincire vurur. Bu arada manas, babasına mektup yazarak, amcası hakkında istihbarat yapar. Babası, amcasına iyi davranmasını ister. Manas babasının sözüne uyarak amcasını salıverir. Hatta bir de onun onuruna şölen verir fakat işte köz-kaman’lık gerçek yüzünü ortaya koymuştur: köz-kaman’ın oğulları şölende arbede çıkarırlar ve manas’ı döverler. Manas ileride kalmuklar’a karşı sefere çıktığında da köz-kaman ve oğullarının ihanetinden kurtulamaz.


Köz-kaman hikayesi görüldüğü üzere, kendi ailesine ve kendi kültürüne sırt dönüp düşmanla işbirliği yaparak bir ihanet şebekesine karışmayı işlemektedir.

Kaynak: http://www.gelenekseloyun.org/sayfa.asp?sayfaID=5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder